Yedi kollu ahtapot ve seçimler
“Yedi benzemezin” en büyük özelliği bir arada bulunmalarının çok zor oluşu. Ama bunu önlenemez bir güç hâline dönüştürmek de mümkün.
22.11.2020
Türkiye’de siyaset denince gözümün önüne büyük medcezirler geliyor. Su çekilince sahile vuran bilinmedik deniz canlılarını görmeye heyecanla gidiyoruz, sonra su geliyor, kaçamıyoruz, boğuluyoruz, derken su gene çekiliyor… On yılda bir tekrarlanan askeri darbeleri de, AB macerasını da, ekonomik büyümeyi de hep bu metaforla düşünebiliriz gibi geliyor bana. Olacağını düşünmemiz için hep bir sebebimiz var ama bir türlü olmuyor. Ama olmuyor diye vazgeçmeye de gelmiyor çünkü ne zaman pes edecek gibi olsak bir umut ışığı hiç olmadığı kadar güçlü yanmaya başlıyor.
İşte son günlerde yaşadıklarımız da medcezirin yeniden harekete geçtiğini gösteriyor. Ekonomi yönetimi bir günde değişti, “faiz sebep, enflasyon neticedir” savaşını “piyasanın” kazandığı kabul edildi, iktidar Türkiye’nin geleceğini Avrupa’da gördüğünü açıkladı… Örnekleri çoğaltmak mümkün. Geçen ay hukukta ve ekonomide hiçbir sorunumuz yokken şimdi kapsamlı reform paketleri hazırlanacağını öğrendik.
Peki, ne oldu da iktidar bir anda böylesine radikal bir makas değişikliğine gitme ihtiyacı duydu? Bence artık gidecek bir yeri kalmadığı için makas değişikliği mümkün değil ama “söylemin” geçen aya göre bile farklılaştığını görüyoruz. En namlıları bile Ahmet Altan’ın, Selahattin Demirtaş’ın, Osman Kavala’nın tahliye edilebileceğini söylemeye başladı.
Temel sebep hiç şüphesiz ki ekonomi. Zaten hayli kötülemiş olan ekonomiyi bir de korona salgını vurdu. İşler iyice çıkmaza sürüklendi. Hukuk bulamayan para Türkiye’den çıkarken geride dolarizasyonu bıraktı, negatif reel faiz sonucunda herkes mevduatını dövize çevirince dolar iyice fırladı. Döviz fırlayınca enflasyon da onu takip etti. Bütün bu işin sonunda ihale TÜİK’e kaldı, kimse açıklanan verilere inanmaz oldu.
DEVA’yla Gelecek’in siyasete girmeleri ve bu salgın koşullarında çok hızlı bir şekilde örgütlenmeleri bir ölçüde ekonomik krizin sonucu. Tabii kriz son analizde “piyasanın” değil, “siyasetin” hatalarından ötürü yaşandığı için ekonomik krizi “demokratikleşme krizi” diye de okumak mümkün.
Bu dönemde, Ali Babacan’la Ahmet Davutoğlu’nu çıktıkları birçok programda seyrettim. İkisine de sorulan bir soru var: “Seçimde hangi ittifak tarafında yer alacaksınız?” İkisi de pek tabii ki bu soruya kaçamak bir cevap veriyor. Davutoğlu, Gelecek’in hiçbir ittifaka katılmak için kurulmadığını altını çizerek söylüyor. Babacan da benzer…
Bugün hiçbir partinin tek başına seçim kazanma ihtimali yok. Ancak bir araya gelinirse seçim kazanma ihtimali doğuyor -“Birleşik Cephe”. Geçen gün çok sevdiğim bir sosyoloji profesörüyle bu konuyu tartışırken söylediklerimi hayalperestlik olarak nitelendirdi. Ama neden başka bir yol bulamadığımı kapsamlı bir şekilde anlatmak istiyorum.
Önce, muhalefetin bir araya gelmesinden ne kast ettiğimi açıklayayım. CHP, İYİ ve SP tarafından kurulan Millet İttifakı, HDP’nin örtük desteğini de alınca belediye seçimlerinde büyük bir başarı kazandı. Ama artık DEVA ve Gelecek de var sahnede. Üstelik ikisi de çok iddialı. İş bu kadarla kalsa iyi. Bir de, Muharrem İnce var çünkü. Onu hesaba katmamak elde değil, “ortak adayı” beğenmeyip kendini aday gösterdiği anda sahillerden alacağı oy bütün hesapların bozulmasına yol açabilir.
“Yedi benzemezli” bir kart elinize geldiğinde bunları nasıl hemhal edeceksiniz? Dahası, bu ittifakın içinde adını saymadığımız solcular da var. Kürt ve Türk milliyetçileri, sağcılar ve solcular, dindarlar ve sekülerler ortak bir adaya oy verebilir mi? Belediye seçimlerinde bu oldu. İYİ ve HDP seçmeni birlikte Ekrem İmamoğlu’na oy verdi. Ama mahalli seçimleri genel seçimin bir provası görebilir miyiz?
Seçim sistemi değişse de, değişmese de “yedi benzemez” ortak adayını açıkladığında terazinin Millet tarafının çok ağır basacağını düşünüyorum. Ve, seçim sath-ı mailine girildiğinde, seçmen o ağırlığın dengelenmeyeceğini düşünürse diğer tarafta domino etkisine benzer bir yıkılış yaşanmasını kuvvetle muhtemel görüyorum.
Bir kere, herkesin kendi adayını çıkarması, kimsenin ilk turda kazanamaması anlamına geliyor. Bu sistem bu şekliyle devam ederse, ikinci turda kerhen öteki adaya oy verileceği hesaplanıyor. Yani, yüzde 28-30 alan biri olursa ikinci turda “yedi benzemezin” oyuna talip. Bu formülde diretilirse bence Millet İttifakının hiçbir şansı olmayacak. Sebebi şu: Seçilen aday kim olursa olsun, ikinci turda içe sinmeyecek. Konya’da Gelecek’e oy verecek seçmenin ikinci turda Muharrem İnce için sandığa gideceğinden çok şüpheliyim. Bütün varoluşunu “Atatürkçü olduğunu bağırmayan birine” karşı aday olmaya bağlayan İnce’nin ve seçmeninin de, diyelim ikinci tura kalan Abdullah Gül, Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu olursa, sandığa hangi motivasyonla gideceğini merak ediyorum. Açıkçası, bir bölüm seçmenin sandığa gitmeyeceğini düşünüyorum. Gideceğinden eminsek, yüksek sesle sormamız gereken bir soru var: Madem öyle, madem destekleyecektin, bunca vaveyla neden koptu?
Dolayısıyla, ben “ortak aday” ile seçime girilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Benim önerim, bu adayın siyasetçi olmaması. Yani, Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş ya da işte Akşener vs hiçbiri değil. Neden? Bu adaylarla bir sorunum olduğu için değil. Biz bir adayı “yapmaması, görünmemesi, bütün yetkilerini devretmesi” için seçeceğiz. Görebildiğim kadarıyla, bu adayların hepsi siyaset yapmak istiyorlar. General üniforması giydirdiğimiz birine “sen aslında teğmensin, şimdi bütün yetkilerini bırak bakalım,” diyeceğiz. Seçilen kişi için siyasi bir intihar bu.
O yüzden siyasetçi olmamalı dedim. Akla ilk gelen isim Zühtü Arslan, Haşim Kılıç gibi üst düzey bir bürokrat oluyor. Kim olduğu, demokratik değerlere karşı zamanında korkunç bir tavır takınmadıysa hiç önemli değil. Uzlaşılabilsin, kâfi.
Bu adayın Haşim Kılıç olduğunu varsayalım. İlk gelen tepki, Haşim Kılıç’ın “ikinci Ekmeleddin faciası” olacağı. Bu çok yanlış, bir kere hem şartlar değişti hem de o gün CHP-MHP ittifakı vardı, sembolik olmasını istedikleri bir makama yarışmacı bir aday gösterdiler -sloganı da “ekmek için Ekmeleddin”di. Erdoğan’ın karşısına Ekmeleddin İhsanoğlu’nu çıkardılar. Erdoğan seçimi çok da zorlanmadan kazandı. Şimdi başka bir yerdeyiz. Üstelik o günlerde ekonomi böyle de değildi.
Haşim Kılıç’ın isminin bilinmemesi, tanınmıyor olması da önemli değil. Ekmeleddin İhsanoğlu için önemliydi çünkü ondan meydanlara çıkması isteniyordu. Ben Haşim Kılıç’ın televizyon programları hariç hiçbir yerde olmayarak seçim sürecini götürmesi gerektiğini düşünüyorum.
Peki, Tayyip Erdoğan’ın rakibi olarak Haşim Kılıç meydana çıkmayacaksa kim çıkacak? Kitleleri peşinden kim sürükleyecek? Siyasi partiler tabii. Bir soru daha soralım. Neden böyle bir şey yapsınlar? Kılıçdaroğlu’yla İnce, Babacan’la Davutoğlu, Akşener’le Sancar neden ve nasıl bir araya gelip, aynı adaya oy vermesi için halkı nasıl mobilize edecek?
Kendileri için yapacaklar bunu. Şöyle açıklamaya çalışayım: Bazı ortak paydalar bütün partilerin işine geliyor. Mesela, güçlendirilmiş parlamenter sistem. Mesela, siyasi etik yasası. Mesela, seçim barajının düşürülmesi. Mesela, Cumhurbaşkanlığı makamının sembolikleştirilmesi. Çok değil, beş-altı, bilemedin yedi maddeli bir deklarasyon yayınlayarak muhalefetin bir araya gelebileceğini düşünüyorum.
Bu maddelerden biri de tabii ki bir “geçiş ve tamirat hükümeti” kurulması olacak. Karşı taraf, “işte kaos geliyor,” diyeceği için deklarasyonda bu geçici hükümetin neler yapacağı, hangi bakanlığın nasıl ve kimler tarafından yürütülüp denetleneceği de yazacak. Böylece, kaos senaryosu en başından çürütülmüş olacak. Muharrem İnce’nin tek başına bir şey yapma ihtimali yok ama parlamenter sistemde alacağı yüzde 5’le sesini çok daha gür duyurabilir. Aynısı, “yedi benzemez” diye adlandırdığım partilerin tamamı için geçerli.
En büyük rol CHP’ye düşüyor burada. Ama Kılıçdaroğlu, CHP’nin de asla tek başına seçim kazanamayacağını sanırım fark etti. Son mahalli seçimler öncesinde tanzimler falan vardı İstanbul’da ama HDP ve İYİ aday çıkartsaydı seçimi Binali Yıldırım farkla kazanırdı. Ekrem İmamoğlu, hiç eskimemiş olduğu için birleştirici, kapsayıcı bir aday olarak ortaya çıktı. Onu hiç kimse tanımıyordu ama -Tayyip Erdoğan’dan randevu isteyerek- bir günde tanınırlığının ne kadar yükseldiğini gördük. Bugün, Ekrem İmamoğlu’nu tanımayan kimse yoktur.
CHP’nin “P”si malum “parti”, ama bence artık “platform” işlevi görüyor. Ses çıkaran muhalefeti halka dokunan belediye başkanları üstünden yaparken, esas muhalefet partisi işlevini de DEVA’ya, Gelecek’e ve İYİ’ye bırakmış durumda. “Erdoğan karşıtlığı” üstünden hiçbir söylemde bulunmuyor, polemiğe girmiyor. Ayasofya’nın camiye çevrilmesinde, Fransız malları boykotunda gösterdiği tavır bunun en basit göstergelerinden biri.
Bununla da yetinmiyor Kılıçdaroğlu. Babacan’ı “siyaset dünyamızın yıldızı” diye selamlıyor, Davutoğlu’nun parlamenter sistem modelinden sitayişle bahsediyor, bir şekilde herkesi yanında tutabiliyor. HDP’yi belki sadece aramakla yetiniyor ama “dostlarımızla beraber” diyerek yazmaya başladığı bu yeni hikâyede, Kürtçe tez yazımına karşı çıkışı Davutoğlu’na, Van’daki köylünün yanına gitmeyi Babacan’a bırakıyor.
Böylece, “yedi benzemez”, devâsâ bir ahtapot gibi her yere ulaşabilen büyük bir güce dönüşme potansiyeli taşıyor. Bugün, hem Konya’da hem Diyarbakır’da, hem İstanbul’da hem de Trabzon’da birinci olabilecek ne bir parti ne de aday var. Ama bu “yedi benzemez”, yedisini de rahatsız etmeyecek, siyaseten bir gücü olmayacak adayı şemsiye kabul ederlerse, hayallerin ötesinde bir oy oranına ulaşabilirler. 51-49 değil, o domino etkisinin gerçekleşmesiyle birlikte 70-30 bile görebiliriz sandıkta.
Gelelim, adayın kendisine. Seçim boyunca meydana çıkmadı. Ama onun yerine kimi zaman aynı günde dört-beş miting yaptı partiler. Davutoğlu Konya’yı ayağa kaldırırken, Akşener Tokat’ta Haşim Kılıç’ın adaylığını anlatıyordu. Muharrem İnce’yle Mithat Sancar İzmir’den Diyarbakır’a aynı şeyi söylüyorlardı. Vurgulamak istediğim çok önemli bir şey var: Hiçbir parti, “şu aday gönlümüze göre olduğu için ona oy verin,” demeyecek seçmene. Diyecek ki, “benim meclise girebilmem için parlamenter sisteme geçmemiz lazım, sen de bu insana oy vererek aslında benim mecliste seni temsil edebilmemin önünü açmış oluyorsun.” Farklılıklar muhafaza ediliyor, diyelim bir buçuk senelik “tamirat dönemi” sonrasında eski usûl bir seçim olacak, “yedi benzemez” artık koalisyon mu kurarlar, içlerinden biri sivrilir mi, orasını göreceğiz. Adayı siyasetin yıpratmamış olması bu yüzden çok önemli. Tabii, siyaset yapmamış, arkasında bir kitle ve siyasi parti gücü olmayan adayın Cumhurbaşkanlığına seçilmesi de sanırım “yetki devri” açısından o kişiyi pek üzmeyecektir. Gerçek manada sembolik bir Cumhurbaşkanlığı yapacaktır.
“Yedi benzemezin” en büyük özelliği bir arada bulunmalarının çok zor oluşu. Ama bunu önlenemez bir güç hâline dönüştürmek de mümkün. Ve şayet yapabilirlerse, çok iddialı gelecek belki ama altmış beş şehirde aynı ismin sandıktan çıktığını görürüz.
Baştaki metafora dönecek olursam, su çekildi. Siyaseten boş bir alan var. Elbette dolacak, su geri gelecek. Ama su geri geldiğinde boğulmak da, terastan mutlulukla seyretmek de mümkün. “Birleşik Cephe”nin daha önceki tecrübelerden çok farklı bir söylemle kamuoyunun önüne çıkıp “ortak aday” için oy istemesini öneriyorum.
Oy verdiğinde seçimi Haşim Kılıç kazanmayacak -işte bu yüzden Ekmeleddin İhsanoğlu seçimiyle hiç benzerlik yok arasında. Var olabilmem ve daha güçlü şekilde siyaset yapabilmem için, sistemi değiştirmek zorundayız, o yüzden bu seçimde “ortak adayımız” var. Omuz omuza vermiş yedi siyasi partinin bu sözü söyleyerek kendilerini topluma anlatabileceğini, daha da önemlisi, toplumun büyük çoğunluğunu ikna edebileceğini düşünüyorum.
Heyecanla, düşmanlıkla, kibirle değil kafa kafaya verip “birlikte nasıl hareket edebiliriz” sorusuna cevap arama zamanı.