Işığınla hatırlan

Bazen Caravaggio’ya dönüşür, arka planı zifirî karanlık kılarak tek bir ışık kaynağından bir âna, dramatik kurgu içerisinden bakarız

KARİN KARAKAŞLI

29.01.2021

Zamanı ölçmenin yolu ondan bilindi; ışıktı o. Sabahların güneşi, gecelerin her seferinde farklı görünen ayı ve Samanyolu’ydu. Kaybolmuşların Kuzey Yıldızı’ydı. Yön veren, yol çizendi. Bir önce ve sonra yaratandı. Ezel ve ebed olandı. Öyle ki Kitab­-ı Mukaddes’te hayatın başlaması da önce ışıktan bilindi: “Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu. Tanrı, ‘Işık olsun’ diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa ‘Gündüz’, karanlığa ‘Gece’ adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.” 

Bitmesini istemediğimiz geceler de vardır, günün ışımasını dört gözle beklediklerimiz de. Işık ve karanlık birbirini tanımlar adeta; zıt değil de tamamlayıcıdırlar sanki. Varlık ve yoklukları birbirine denktir. Gecenin karanlığında şifa, ilham, aşk, şefkat bulmuşsak sabah olmasın isteriz. Endişe, kahır, korku dolu bekleyişlerin gecesindeyse, ufukta belirecek ışığın umuduyla bakarız göğe. Şafak vakti geldiğinde, gecenin karası inanılmaz renk oyunları eşliğinde yerini günün ışığına bıraktığında, Güneş bir kez daha doğmuş olur. 
 
Merhametli ve zalim ışık
 
Tarihi mekânlar özel ışıklarla aydınlatılır. Noel ve Yılbaşı’na doğru ağaçlardan sıcacık ışık damlaları akar. Şehrin ışıkları eski bir elmas yüzüğün içindeki parıltı gibidir, sıcak ve buğulu. Gece bu ışıklar eşliğinde her şey olduğundan daha güzel, hatta büyülü görünür. Sonra sabah olur ve inşaat alanları, çöp konteynırları, beton yapılar, çamurlu yollar, mutsuz ve uykusuz insanların feri sönmüş gözleri ve morarmış göz altları belirir. Işık, insanı ve dünyayı çırılçıplak kılar. Tam da bu yüzden sorumluluğuyla gelir. Gördüğünü görmezden gelemezsin artık. Görmek, karşılığında eyleme geçmeyi gerektirir. Gördükleriyle büyür, ettikleriyle dönüşür insan. 

Güneş ışınlarının yeterli olmadığı kuzey ülkeleri başta olmak üzere, insanların kalabalıklaştıkça bir başınalaştığı neo-kapitalist düzende evlerin aydınlatması ve pencerelerin genişliği için özen gösterilir. Gün ışığı girsin isteriz evimize. Bunun mümkün olmadığı hâllerde de küçük parlak ışıklarla, masa lambaları ve şamdanlarla köşeler hazırlarız. Sıcak sarı ışık mekânı ve dolayısıyla ruhumuzu ısıtır.
Ama tam tersi de geçerlidir. Buz kestiren, zulmeden ışıklar da vardır. Işık eğer istemediğin bir zamanda, rahatsız edecek yoğunlukta karşına çıkar ve maruz bırakıldığın bir şeye dönüşürse, acı verir. Bu nedenle mahkûmların zaman duygusuyla oynayacak şekilde sabah akşam aynı beyaz ışıkla aydınlatılan işkence hücreleri vardır. Sorgu ışığı kafanda patlar, gözünü kör eder. Yaşanmamış bir hayatın cisimleşmiş hâli olan kimi bürokrasi binalarındaysa floresan ışığı sonsuz bekleyişin, boşa geçmiş ömürlerin, duymazdan gelinen ya da ihanet edilen hayallerin, tarifsiz can sıkıntısının simgesine dönüşür. 

Tesellisiz sokaklar vardır sonra, bir türlü ışık düşmez kaldırımlarına. Tekin değildirler bu yüzden. Tek başına yürümek istemezsin. Paylaşılan karanlığın kendi iç ışığı vardır ne de olsa. 
 
Aşkın ışığı, yalnızlığın karanlığı
 
Birini sevdiğinde gözüne yıldız kaçar; sanki parlak, minik bir nokta gözbebeğine yerleşir ve ışığıyla herkese içindeki sevgiyi hissettirir. Gözünün ışığı seni ele verir bir bakıma. Sadece onu gördüğünde değil, sesini işittiğinde, adını tekrarladığında, kokusunu duyduğunda, düşünüp hatırladığında o yıldız bir anda belirir. André Aciman, Adınla Çağır Beni romanında on yedi yaşındaki Elio’nun o yaz evlerine gelen Amerikalı doktora öğrencisi Oliver’a karşı içinde gün geçtikçe yoğunlaşan arzu ve aşkı keşfedişini anlatırken Elio’nun sonunda çaresizliğine teslim olup bütün korkusuna rağmen Oliver’dan gözünü kaçırmadığı ânı ve aşkın ışıklı tasvirini yapar: “Gözümün ışığı, dünyanın ışığı, sen busun işte, hayatımın ışığı…”

Bestesi Melih Kibar’a sözleri Çiğdem Talu’ya ait o klasikleşmiş şarkılarından biri olan ‘Bir de Bana Sor’da ise Erol Evgin yalnızlığın karanlığını çevresindeki ışıklara bakarak mırıldanır bize:  
 
Nerden aklıma esti kim bilir
Gezdim dün gece şehri şöyle bir
Herkes evinde kendi halinde
Her yerde huzur her yerde neşe
 
Bir ben uykusuz bir ben huzursuz
Bir ben çaresiz bir ben sensiz
 
Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor
Nerde nasıl yaşarım bir de bana sor
Evlerin ışıkları bir bir yanarken
Bendeki karanlığı gel de bana sor
 
İçin ıssız ve karanlıkken ışık acımasızlaşır sanki. Sadece evlerin değil, eğlence yerlerinin ışıkları, tabelalar, neon ışıklı reklam panoları, dev ekranlar, arabaların farları her şey kafanın içinde patlar. Görmeyi beklediğin bir şey ya da biri yokken ışık gözünü acıtır. Gözle kalp birbirine bağlıdır, gözün acıdığında kalbin de sıkışır.
 
Hafızanın ışığı
 
Işık, hayat kitabında altını çizdiğimiz ya da üstünü fosforladığımız o satırlar gibi, neyin yaşanası ve hatırlanası bulunduğunu belirler insan ömründe. Daha yaşandığı anda ne kadar özel, nasıl biricik bir deneyim olduğunu tüyleri diken diken olarak kelimenin gerçek anlamıyla teninde hisseden insan, üzerine adeta sahne ışığı tutulmuş bu anları hatırlamaya da o an içinde karar verir. Işıkla ve gölgelerle çizilir hafızanın haritası. Tıpkı resimlerdeki şu Chiaroscuro (Işık – Gölge) tekniği gibi. Chiaroscuro, düz bir yüzey üzerinde üç boyutlu hacim yanılsaması yaratmak için açık ve koyunun bir arada kullanımını ifade eder; chiaro, parlak- açık scuro, karanlık-belirsizdir. 
 
Parlak ışık ile karanlığın keskin karşıtlığında benliğinin özüyle ve yaşananın sahiciliğiyle aydınlanan ya da karanlığa bürünen yüzler misali acının koyusu, mutluluğun ışığı, kederin gölgesi, heyecanın titrek tonlarıyla çizilir hafızadaki resimler. Kendi kaderimizin Leonardo da Vinci’si olur gün ışığı, gölgeler ve derinlik yaratırız hafıza resimlerimizde. Onun karakalem, siyah- beyaz tebeşir, beyaz guaş boyayla elde ettiği katmanlar misali, bir anıyı farklı boyutlarıyla hatırlar ve kendimize her seferinde başka bir açıdan bakarak anlatırız. Bazen de Caravaggio’ya dönüşür, arka planı zifirî karanlık kılarak tek bir ışık kaynağından bir âna, sanki film sahnesiymiş gibi dramatik kurgu içerisinden bakarız. Işık ve gölge oyunu yerini karanlık, kasvetli, gizemli anlamına gelen İtalyanca tenebroso teriminden türemiş tenebrizme bırakır. Hafızaya kayıtlı her bir anı kalbin ışığıyla aydınlanan ya da kararan sahne fotoğraflarıdır.

Işıkları açıp kapatarak yaptığımız eylemler, meşaleli, mumlu anmalar, fenerli kutlamalar, konserlerde yaktığımız çakmaklar ya da ışığını açtığımız telefonlar ateş böceklerine dönüştürür bizi. Işık; coşkuya, isyana, devrime eşlik eder. Mutlu zamanlarda parıldamak kolay. En umutsuz zamanlara inat olarak yakar insan içindeki umut ışığını. Çokça alıntıladığım, çağdaş Ermenice edebiyatının usta şairi Zahrad’ın (Zareh Yaldızcıyan) Ohannes Şaşkal’ın çevirisiyle Türkçede okuruyla buluşan ‘Yeni Yıl Armağanı’ndaki yalvarışa denk düşer böylesi bir umudun ışığı:
 
Yarı gecede ışığını söndürme sakın
Hiç değilse perdeye düşen gölgeni izleyeyim özlemle
Ve yaz güneşlerinden kopardığım ışıl ışıl hediyeni
Bırakıp eşiğine uzaklaşayım
Yarı gecede düşlerimin ışığını söndürme sakın
 
Öyle ya, en çok karanlıkta kıymetlenir ışık. İhanet, hayal kırıklığı ve acıyla kararmışsan, yeniden ışığını bulman icab eder. Öte türlü hayatın ihtimallerine, mucizelerine sırtını dönmüş, kendini karanlığa mahkûm etmiş olursun. Hakikatini yalan etmiş olursun.
 
Yıllar önceden bir şiirimle selamlıyorum ışığı. İbadet yerlerine, bir salon köşesine usulca düşen tozlu huzme, iyi bir insanın çevresindeki hale, bir çikolatanın, bir konfetinin yaldız gümüşüne dönüşen ışığı.
 
Altınlarınız da yalanlarınız da sizin olsun sarı kuru 
Benim gönlüm gümüş
Kararıyorum bazen doğru
Yine de içimde saklı ayışığım
Korkacak korkum kalmadı
Kutunun içindeki her şey dökülmüş
 
Işığımı kötülüğe nispet, esintiye karşı avucumu siper ettiğim mum ışığı gibi koruyorum. İyi olmak, iyi kalmak çaba ve emek istediğinden. Ve hep ışık gerektirdiğinden. O ışığı kimselere rehin bırakmıyorum.