Arafta

Ruben isimli bateristin işitme duygunu kaybetmesiyle yaşadığı dramı anlatan Metalin Sesi filmi bana arafın umut ve kapan olduğu durumları düşündürdü.

KARİN KARAKAŞLI

18.04.2021

Hayat içerisinde ve durumlar karşısında takındığımız tutum ve tavır ömürlük mesai olarak sorguya açık. Bunda hem öznesi olduğumuz şu hayatta kararlarımızı etkileyen ya da imkânsız/geçersiz kılan dış faktörlerin çokluğu hem de bizim sürekli değişimimizin payı var. Karar noktasındaysa en büyük kahır arada kalma hâli; bir nevi dünyevi araf hapsi.

Araf, farklı din ve inançların ahiret kavramlarında yer alıyor ama dildeki kullanımı onu bu dünyaya da çekiyor. Dinî kökenine kısaca değinmek gerekirse, kötüler ve iyilerin sınıfına sokulamayan, inançlı günahkârların veya günah ve sevapları eşit olanların gideceği geçici arınma yeri. Sözcük olarak, Arapça "kum tepesi" anlamındaki "urf"un çoğul hâli ve cennet ile cehennem arasında bulunan bir tepenin adı. Bu tepede, cennetlikleri ya da cehennemlikleri alâmetlerinden tanıyan kimseler olan "ehli araf" bulunuyor. Katolik öğretisine göreyse “imanla dua edenlerin yardımıyla” ruhlar burada tutuluyor. Keder, işlenen tüm geçmiş günahların pişmanlığı ile ilgiliyken umut da vurgulanıyor.

Araf, siyah ve beyaz keskinliğine sığdırılamayan her şeyin ortak boyutu gibi. Bu nedenle de hayatın her ihtimalini ve insanın her hâlini barındıran dünya deneyimine çok uygun. Hayatın doğal akışı içerisinde önemli kararların arifesinde kendimizi arafta kalmış hissederiz. Bir yanıyla ne kadar şikâyetçi ya da yılgın olsak da alıştığımız düzen, rutinliğin konforuyla bizi kendisine çeker; öte yanda bilinmez ve yeni olanın heyecanı, kıpırtısı ama büyük korkusu da vardır. 

Ben bir iskeleden ayrılıp varacağı yere doğru çıkan vapurları, gemileri araf yolculuğunda gibi hissederim. Açığa çıkıp denize, yol çizgisinin sudaki köpüklü dalgalarına baktığımda, yola çıkış noktamın giderek ufacık kaldığını ve gözden kaybolduğunu fark ederim. 

Ama açık denizin ortasında varacağını umduğun noktanın da çok uzağındasındır. İşte tam o ân benim için araftır. Hem de nasıl bir özgürleştirici araf. Bütün sorumluluk yüklerinden âzâde, sadece yolun, yolculuğun, istikametin kendisi olmaktır o an varlığın anlamı. Kalkışla varış arasında, geçmişle gelecek arasında, yerle gök arasında sadece olursun. Olduğun gibi ve olduğun kadar olursun. 

Seçilmiş hapishanen

Gitmekle varmak her zaman bu kadar berrak olmaz ama. Çünkü gitmek kimi zaman kalmana izin verilmemesi, varmaksa pergelin iğneli ayağını yeni bir noktaya sabitlemek zorunda kalmandır. Bazen kararın kendisi o kadar ağır, zihnini odaklaştırma, ruhunu hazırlama süreci o kadar uzun gelir ki, arafta olmayı başlı başına bir deneyim hâline getirebilirsin farkında bile olmadan. Sürekli olmadığın o kişiden, bulmadığın o şeyden, varmadığın o yerden yakınır ama yol için güzergâh belirlemezsin. Arafta olma hâlin bir başına amacın hâline gelir sanki. İşte o zaman kayıp bir ruha dönüşürsün ve araf; durağanlığın, çürümeye terk edilmiş hayat coşkusunun, bir nevi ihanetin adı olur. 

Metalin sesi

Ruben (Riz Ahmed) isimli bateristin işitme duygunu kaybetmesiyle yaşadığı büyük dramı konu edinen, yönetmenliğini Darius Marder’in yaptığı Sound of Metal, (Metalin Sesi) filmi bana pek çok şeyin yanı sıra arafın umut ve kapan olduğu bu durumları da düşündürdü. Senaryosunu Darius Marder, Derek Cianfrance ve Abraham Marder’in birlikte yazdığı 2021’nin bol ödüllü filmi, ses kurgusuyla insanı büyülerken, sade, yalın anlatımı ve minimal oyunculuklarıyla da soluk kesiyor. 

Bu noktada filmden ayrıntılara yer vereceğimi ve zaten filmin kendisini değil arafı düşündürme durumunu yazacağımı belirterek, sinema zevkine müdahale edildiğini düşünenlerin yazıdan sessizce uzaklaşması uyarısı yapmam gerekiyor herhalde. Ama aslında uzaklaşmanızı değil, bu yola birbirimize eşlik ede ede devam etmemizi istiyorum, o ayrı. 

Sevgilisi, şarkıcı Lou ile (Olivia Cooke) Blackgammon adında alternatif/gotik metal ikilisi olarak sahneye çıkan baterist Ruben’in (Riz Ahmed) hayatı ağır işitme kaybına uğramasıyla bir anda alt üst olur. Doktorun sakin ortamda kalma uyarısına rağmen ilk başta bu durumu kabullenemeyen ve Lou ile birlikte karavanlarıyla turneden turneye giden Ruben, durumun kontrol edilemez bir hâl alması ve Lou’nun gerçeği öğrenmesi üzerine, onun zorlamasıyla işitme engelliler için kurulu bir rehabilitasyon merkezine gitmek durumunda kalır. Bu noktada Ruben’in dört yıl önce eroini bırakmış bir bağımlı olduğunu da öğreniriz. Lou, rehabilitasyon merkezinin kuralları gereği Ruben’in hayatından uzaklaşırken, Ruben de kendisini eski bir bağımlı olan Vietnam Savaşı gazisi sağır mentor Joe eşliğinde (Paul Raci) sağırlığı kabullenme sürecinin ortasında bulur. 

Uzun süre işaret dilini öğrenmeye, çevresindekilerle iletişime geçmeye karşı direnen Ruben’in öfke ve isyanını hissetmemek mümkün değil. Ruben sağırlığını kabul edemeyip eğitimleri reddettiği bu dönemde günlerden bir gün sınıftaki etkinliğe konsantre olamayan afacan bir çocuğu okulun bahçesine çıkardı. Bahçedeki kaydırağın alt kısmına kendisi oturdu, çocuk da yukarıda yerini aldı. Ama çocuk kaymak yerine kaydırağın metal kısmına vurarak Ruben'le iletişime geçti. Bu, Ruben’in o zamana kadar yaşadığı belki de en anlamlı müzik iletişimiydi. 

Bu noktanın aynı zamanda filme adını da verdiğini düşünüyorum. Bu konuda farklı algılar da olmuş. Seyircilerin bir kısmı Riz Ahmed’in bateri başında oturduğu film afişinin de etkisiyle, müziğin baş rolde olacağı bir metal müzik filmi beklemiş. Bir diğer kısmı da Ruben’e sonradan takılan implantların cızırtılı, mekanik seslerinden dolayı filme bu ismin verildiğini düşünmüş. Ben filmin içinden insana çok dokunan bu sahneye dayandırmak istedim isim tercihini. 

Film ilerledikçe Ruben’in arafta olma hâli de giderek belirginleşiyor. Bir yandan güç de olsa sağırların dünyasına uyum sağlarken, diğer yandan okuldaki bilgisayardan gizlice izini sürdüğü Lou’nun tamamen farklı bir müzik türüyle kendi yoluna devam ettiğini gördüğünde, eski hayatına dönmek umuduyla implant için para bulmaya çalışıyor. Ama burası aynı zamanda bir yol ayrımı. Çünkü mentor Joe, bu merkezde sağırlığın, üstesinden gelinmeye çalışılan bir engel olarak görülmediğini, Ruben’in de sessizlik içindeki dingin ânı yakalamak için her gün çalışması gerektiğini söylemişti. İmplant için çıkılan yol, Ruben’e kalıcı eğitmenlik teklif edilen bu merkezin kapılarının kapanması anlamına geliyor. 

Ruben, karavanını satarak zorlu ameliyatı oluyor. Ancak büyük umutla beklediği implantlar ona sadece yüzde otuz kırk oranında bir ses bahşediyor. Hem de korkunç cızırtılı, mekanik gürültüler eşliğinde… Filmin ses kurgusunu yapan Nicolas Becker beynimizin vücuttaki boşlukların oluşturduğu rezonansları kullanarak ses spektrumunun bir kısmını yeniden yaratabildiği gerçeğinden hareketle,  Riz Ahmed’in vücuduna oldukça hassas mikrofonlar yerleştirerek iç sesin nasıl olabileceğini göstermiş, sağırlığı göstermek yerine duyumsatmış. Benim için sessizliğin o tarifsiz, her şeyi yutan sesiyle baş başa kaldığım kısım, inanın Ruben’in implantlar sonrası dünyayı duyma hâlinden çok daha insaflı geldi. Duyduğu o cızırtılı gürültü, işittiği eski dünyadan o kadar uzak ki, yanına gittiği ve varlıklı babasının evinde kendisinden bağımsız yepyeni bir hayata başlayan Lou’ya hayatının dört yılını güzelleştirdiği için teşekkür ederek veda ettiği sahne, bir sevgiliden ayrılma gibi değil de kendi gerçekliğini kucaklama gibi tınladı içimde. Lou’ya iyi gelme hâli, Lou’nun o olmaksızın sorunlu aile evinde çok mutsuz olacağı algısı eroin yerine tutunduğu bağımlılığın tezahürüydü. Ruben ilk kez sanki o an özgürleşti. 

Hepimizin bağımlılıkları var. Arafta kalmamak, hayatî kararlar almak zorunda olmamak için tercih ettiğimiz ruh uyuşturucu mekanizmalar bunlar. Madde bağımlılığı adı rahat konan versiyonu sadece. Film bizim gizli bağımlılıklarımızı sorgulatmadan da durmuyor.

Yasın beş evresi

Ruben’in bir anda hayatının orta yerinde bulduğu sağırlıkla başa çıkma yolları bana aynı zamanda İsviçreli psikiyatrist Elisabeth Kübler-Ross’un 1969'da yayımlanan Ölüm ve Ölmek Üzerine adlı kitabında, hastalara ölüm teşhisi konduğunda içinden geçtikleri duygusal aşamalara dair sınıflandırmasını da hatırlattı. 'Yasın beş evresi’ inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme olarak sıralanıyor. Filme uyarladığımızda Ruben önce işitme kaybı olduğunu inkâr ediyor. Sorun görmezden gelinemez hâle gelince, büyük bir öfkeye kapılıyor. Derken sağırlar okulu ve implant süreçleriyle başına gelenle ilgili başa çıkma mekanizmaları arıyor. Bir yandan okulda işaret dili üzerinden çocuklarla iletişime geçerken, diğer yandan da karavanını satıp implant parası topluyor. İmplantları taktıktan sonra duyduğu dünyanın geride bıraktığı dünya olmadığını algıladığı ve bu hâliyle Lou’yla da asla eski hayatına dönemeyeceğini idrak ettiği an depresyonun da başlangıcı. Karnın çekile çekile boşluktan yuvarlanma hissi. Cihazı kulağından çıkardığı o muhteşem ansa Ruben’in sağırlığı yeni gerçekliği olarak kabullendiği ve akışa teslim olduğu an. 

Kübler-Ross ile birlikte Yas ve Yas Tutmak adlı kitabı yazan David Kessler, altıncı bir evre olarak anlamlandırmayı eklemiş. Başına geleni, yaşadığını daha geniş bir zemine oturtarak kendi varlığını yeniden konumlandırma. 

Ruben’in anlamı nerede bulacağını bilmiyorum. Tek başına bir hayat da kurabilir, o okula geri dönüp hâlinden en iyi anlayacağı insanlarla olmayı, çocuklara bu yolda yardımcı olmayı da seçebilir. Ben onu ikinci seçenekten yoluna devam giderken hayal etmek istedim.

İnsanlık tarihinin bu dönemine COVID-19 salgını denk geldi. Harvard Business Review dergisine verdiği mülakatta David Kessler, bu aşamaların Koronavirüs salgını sürecine de uygulanabileceğini anlatmış. BBC News Türkçe’de haberleştirilen hâlinden alıntıyla paylaşayım: “Başlangıçta bolca inkâr oldu: Bu virüs bizi etkilemez. Sonra öfke geldi: Beni evde kalmaya zorluyor, hareketlerimi engelliyorsunuz. Pazarlık evresinde: Tamam, eğer sosyal mesafe kuralına iki hafta uyarsam her şey yoluna girecek, değil mi? Ardından depresyon başladı: Bu ne zaman bitecek bilmiyorum. Sonunda kabullenme aşamasına varıldı: Bunlar oluyor, nasıl yol alacağıma bakmam lazım.”

Elbette anlamı nereden, nasıl bulacağımız hâlen bir soru işareti. Zira salgın dünya genelinde dalgalar hâlinde devam ederken, önünü görebilmek çok zor. Ama belki de ilk adım eski hayata dönmek diye bir şeyin mümkün olmayacağını, başka bir gerçekliğin geçerli olduğunu kendine her an hatırlatmakla başlıyor. Böyle bir dünyada benim varlığımı biricik, hikâyemi özel kılan nedir? Bunu araf hapishanesinde kalmamanın tek çıkar yolu. İlahî bir ironi gibi, kişisel gelişimcilerin sürekli tekrarladığı “anda kalma” hâli, yaslanabilen tek somut koordinat olarak kaldı elde. Bu an hem döngüsünü tamamlamış görünen geçmişi hem de her şeyiyle belirsiz geleceği barındırıyor içinde.  

Hâl böyleyken hepimize Ruben dürüstlüğü, cesareti ve kudreti diliyorum. Uğruna mücadele ettiği şeyin bir yanılsama olduğunu kabullenip acılaşmadan var olabildiği, mutlak sessizlik içinde kendi sesini bulabildiği o ânı, hayatım boyunca unutmayacağım. Bir gün onun karşısına böyle bir anla çıkabilmeyi dilerim. Arafla büyümeyi…