Kapansak da mı kapanmasak, yoksa kapanmasak da mı kapansak?

“Mümkün olsa kepenkleri bir daha açmamak üzere kapatacağım” diyorlar. Neden mümkün değil peki? Vergi borçları var, kredi borçları var…

CAFER SOLGUN

30.04.2021

Pandemi yeni mutasyonlarıyla birlikte yayılmaya devam ederken geçtiğimiz Mart’ta bazı kısıtlamalarla birlikte alınan “normale” dönme kararının, Covid-19 vakalarını tırmandıracağı bir “görünen köy” idi. Nitekim Nisan ayı boyunca ölüm oranı ortalama 350, vaka sayısı ise 3-5 binlerden bir ay içerisinde 60 binlere çıkmıştı…

Bu tabloda “lebalep” dolu salonlarda yapılan AKP kongrelerinin, “muteber” cenaze törenlerindeki kalabalıkların payı kuşkusuz büyüktü. Kısıtlamalar, önlemler tabii ki (!) “sıradan” vatandaşlar içindi. Covid-19 nedeniyle hayatını kaybeden yakınlarının, arkadaşlarının cenaze törenlerine katılıp son görevlerini dahi yapamayan yurttaşlar olarak derdimize yanmaktan ötesi gelmedi elimizden…

Bir yeniden “kapanma” pozisyonuna geçeceğimiz gidişatın vahametinden belliydi, öyle de oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan 29 Nisan-17 Mayıs tarihleri arasında “tam kapanacağımızı” açıkladı. “Tam kapanma” hayatın durması demek. Hayatı durdurduğunuz zaman da vatandaşın hayatını idame ettirmesi için gereksindiği ihtiyaçlarını devletin karşılaması, bu sorumluluğu üstlenmesi gerek.

“Sıradan” vatandaşlar olarak, misal, Kanada’daki türden “Siz evde kalın, devletin parası var, fatura filan düşünmeyin, sizin sağlığınızdan, hayatınızdan daha mı kıymetli?” diyen bir devlet anlayış ve pratiğine pek alışkın olduğumuz söylenemez. “Pek” lafın gelişi tabii, gerçekte hiç alışkın değiliz. Bizde devlet uludur, yücedir, kutsaldır, uğruna yeri geldiğinde ölünmesi gerekendir; ister savaşta “şehit” olarak ister açlıktan… 

Neticede bir Kanada değiliz. Gerçi Ay’a çıkma, Kanal İstanbul gibi el âlemi kıskançlıktan çatlatan büyük projeleri var devletin. Ama o ayrı bu ayrı; elmalarla armutları birbirine karıştırdığımızda meyve salatası olur.

Velhâsıl “tam kapanıyoruz” denildi ama çalışanlar kapanmıyor. Durmak yok, çalışmaya devam! 

DİSK Araştırma Merkezi’nin (DİSK-AR) açıkladığı araştırma sonuçlarından öğreniyoruz ki istihdamın yüzde 70’lik bir kesimi kısıtlamalardan “muaf” değil. Söz konusu istihdam, yaklaşık 27 milyon çalışanı (tam olarak 26,8 milyon) ifade ediyor. Bunların yüzde 61’i (16,4 milyon kişi) kapanmadan muaf sektörlerde çalışırken, yaklaşık yüzde 22’lik (6 milyon) kesim ise kapanmadan kısmen muaf sektörlerde. Geri kalan yaklaşık yüzde 17 ise (4,4 milyon) ise muaf değil. (Söz konusu araştırmanın detayları burada. 

Üretim, imalat, tedarik alanlarında mesai büyük ölçüde sürerken kara kara düşünen bir kesim de, malum, küçük esnaf, yeme-içme sektöründe iş yapanlar. Yakın çevremden de biliyorum; “Mümkün olsa kepenkleri bir daha açmamak üzere kapatacağım” diyorlar. Neden mümkün değil peki? Vergi borçları var, kredi borçları var mesela ve kepenkleri kapattığında bu borçlar da kapanmış olmayacak, aksine büyüyecek. Ve bir de bu işletmelerde çalışanlar var elbette. İşletme sahibi bir arkadaşım, “Şu ana kadar kimseyi işten çıkarmadım, ama ne kadar dayanabilirim, bilmiyorum” diyor, çalışanlarının da kendisi gibi aileleri, çoluk çocukları olduğunu hatırlatarak.

Tekel ürünleri satan dükkânlar, büfeler de zorda. En “acayip” durumda olanlar herhalde onlar. Zira kapanma günlerinde alkol satmaları yasaklandı. Belirlenen günlerde, belirlenen saatlerde dükkanlarını açacaklar ama alkol ürünlerinin bulunduğu rafları kapalı tutacaklar. Bu yasağın iktidar partisinin ideolojik hassasiyetlerinin tezahürü olduğunu söyleyenler haksız değil. Başka bir anlaşılabilir izahı yok çünkü. 

Yasaktan önceki son iki günde tekel büfeleri deyim yerindeyse “yok” sattı ama. Gördüğüm, gözlemlediğim bu: “Hiç değilse ramazanda içmeyeyim bari” diyen insanlar bile bütçeleri elverdiğince evlerine alkollü ürünler stokladı. Yasakla, genelgeyle insanların yaşam tarzlarını “şekillendirmeye” kalkmak, hele ki Türkiye gibi “çeşitliliği” ile anlamlı bir ülkede, akıntıya karşı kürek çekmekten farksız bir zorlamadır ve ters teper. Merak eden “şeriat” ile yönetilen ülkelerin haline baksın…

Maalesef, öyle görünüyor ki pandemiye karşı en etkili “mücadele” aracı olan aşı konusunda da, açık söylemek gerekirse bir “çuvallama” durumu yaşıyoruz. Daha önce aşıyla ilgili yapılan açıklamaların neredeyse tamamı boşa çıktı. Mesela sözüm ona geçtiğimiz Nisan ayı içerisinde “yerli aşı” devreye girecekti. Çin aşısı Sinovac bilemediğimiz nedenlerle taahhüt ettiği sayıda aşıları yollamıyormuş. Biontech aşısının ilk dozu ile ikinci dozunun uygulanması arasındaki süre muhtemelen eldeki aşı bittiği için uzatıldı. Aşı sırası bekleyenlerin haklı merakı hala giderilebilmiş değil. Uzmanlar aşının “çare” olabilmesi için nüfusun yüzde 70’inin aşılanması gerektiğini vurguluyor ve biz bu orandan çok uzaktayız, vb.

Ne durumdayız ve gidişatımız nedir konusunda gün geçtikçe daha da ağırlaşan endişelerle yüklü bir şeffaflık beklentisi var kamuoyunun. Eğer iktidar partisinin umurunda ise…