Parasız olmaz!

“Biontech aşısı”nı yapan “Türk bilim insanları” Uğur Şahin ile Özlem Türeci, patentlerin askıya alınmasını münasip bulmadılar.

ÜMİT KIVANÇ

07.05.2021

“Ekonomik sistemimiz…” diyor Jacques Généreux, “sadece işe yaramaz değildir. Cânidir de; insanları çalıştırırken öldürür, gezegeni tahrip eder, kansere yol açan ürünlerle havayı ve besinleri zehirler. İktisat politikalarımız, bizi krizden çıkarma gücünde olmadıkları gibi, daha da batırırlar! Hükmeden ekonomik teoriye gelince, 2008de başlayan durgunluğun imkânsız olduğunu ‘kanıtlamak’la meşgul! Bütün bunlar düpedüz ‘zırvalamak’tır; yani mânâsız, salakça ve berbattır. Elitlerimizin geniş bir kesiminin kör gibi aynı kara cahillikleri rahat rahat benimsediklerini görünce insan hayret ediyor” (Libération’dan  Vittorio De Filippis’in Généreux ile söyleşisi, çeviren Haldun Bayrı, Medyascope).

Paris Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin otuz beş yıllık ekonomi hocası, günümüz ekonomisinin pekâlâ değiştirilebilir olan önkabullerinin ve kurumlarının kurcalanmadan, şüphelenilmeden savunulmasına işaret ediyor. Kendi ürettiğimiz çemberi kendimiz için aşılamaz sınır haline getirmişiz. Birilerinin çıkarına döndürülen ekonomi çarkının tereddütsüz yegâne seçenek sayılması hakkında, “Tabiat kanunu değil bu,” diyor. “80’li yıllarda ABD’de ve İngiltere’de başlatılan muhafazakâr karşı-devrimin sonucu.”

1980’lerde yaşanan korkunç değişimi, yaşamamış olana anlatmak zor. Öncesinde pekâlâ değiştirilebilir gözüken ve değiştirmek için insanların hayatlarını feda ettiği birçok şey bugün bizzat muhaliflerden bile veri muamelesi görüyor, ezelden beri buradaymış, ebediyete kadar da varkalacakmış gibi görülüyor. Arkadaşlar arasındaki para ilişkileri bile kökten değişti. Birinin zamanını, emeğini istemenin meşru olduğu durumlarda bile para istendiğinde-verildiğinde işler tamamen değişiyor. 

Ekonomi altüst olmadı, mülkiyet ilişkileri kökten değişmedi. Tekelleşme hızlandı, en üsttekilerin oranı azaldıkça azaldı, bizzat ayrıcalıklılar arasındaki zenginlik makasları açıldıkça açıldı. Lider sektörlerde değişme oldu. Yoksullardan orta sınıfa doğru geçişler de olmadı değil; ama tepedeki yüzde onla gerikalan yüzde doksan arasındaki fark, alttakilerin ceplerinin de telefon görmesine rağmen büyüdükçe büyüdü. Artık ne yapsa üstteki yüzde yirminin hayat standartına ulaşamayacak olan yüzde seksen var dünyada. İnsanlar arasında anlamlı bir eşitlikçi dönüşüm için en üsttekilerin birşeylerden vazgeçmesi lazım. 

Oysa servet ve bol gelir sahiplerinden en istenemeyen şey bu. En yoksulların hayat standartını beş-on kat artırmak için gereken parayı ceplerinden usulca çekip alsanız fark etmeyecek olan, normal insan ömrünün üç-beş katı uzunluğunda hayat sürseler yine tüketemeyecekleri kadar mal mülk edinmiş bir kast bugün hüküm sürüyor. Yanlarına hiç varamayacak olsalar da ucunda en zenginlerin eğleştiği yolda ilerleyebilen, konumunu yükselten, servetini çoğaltan girişimciler topluluğu zirveden alçak tepelerde yeralıyor. Daha altlardaysa… mâlûm işte.

Oranlar dışında, böyle piramitler tarihin her döneminde şöyle da böyle varoldu. Bugünkünün farkı, esrarının daha kuruluş döneminde çözülmüş olmasına ve kabullenmeyenlerin kendisine karşı ölüm-kalım mücadelelerine girişmiş olmalarına rağmen, kendini değişmez saydırmayı başarmış oluşu. Özellikle o meşum tarihten sonra. 1980’lerden…

 

Akıl yerine refleks

 

Sebepleri, mekanizması, dayandığı kandırık hikâye ve yolaçtığı acılar böylesine ortadayken günümüzün adaletsiz düzenini değişmez saymanın, bu düzenin kurumlarını, kurallarını, yanılsamalarını veri almanın anlamı nedir? Généreux, “Kavanozdan bir çıksa neler yapabileceğini kendine sormayan kırmızı balığın düşüncesi bu,” diyor. Ve sözü, düzene muhalefet edebilmek için düzenin kulvarlarını, yarış koşullarını veri almayı şart gören, ufuksuz siyasete getiriyor. 

1980’ler sonrasının “tarih varacağı yere vardı” yanılsamasını hatırlayalım. ABD’nin Holywood’dan transfer başkanı Ronald Reagan ile kadın yöneticilerin erkeklere göre bir nebze daha insancıl davranacağı yolundaki umutları bir-iki senede palayla doğrayan Birleşik Krallık Başbakanı Margaret Thatcher dünyaya, “alnı secdeye değen cumhurbaşkanı” Turgut Özal da burada bize, mealen şunu söyleyebiliyorlardı: Düzen değiştirme falan yok artık, bundan başka düzen yok, bu işte! Dünya çapındaki neoliberal dönüşüme Thatcher gaddarlık, Özal vicdandan kurtuluş katkılarını yaptılar. Reagan onlara göre daha renksiz kuklaydı. 

Généreux, kavanozdaki kırmızı balığın aymazlığını çıkarlara, art niyetlere bağlamayıp kolay yoldan açıklamak niyetinde değil: “Bu mugalata,” diyor, “siyasî düşünceyi ve entelektüel kesimleri geniş ölçüde kangrene uğrattı. Bu salakça fikri teşvik etmekte zenginler sınıfının bulabildiği çıkar anlaşılır bir şey. Ama, bir kez daha, hem sağdan hem soldan seçilmişlerin, ekonomistlerin ve gazetecilerin bir kuşağının, sermayenin çıkarlarına daha iyi hizmet etmek amacıyla bu kara cahillikleri benimsemiş oldukları gibi garip bir varsayım ileri sürülemez.” Hepsi için sürülemez.

 

“Zekîlerin salaklığı”

 

Örnek olarak şunu ortaya koyuyor solcu iktisatçı: “Kafası ekonomiye pek çalışmayan herhangi biri bile, durgunluğun tam ortasında kamu harcamalarının azaltılmasının krizi vahimleştirdiğini anlayabilir. Kanaması olan hastayı hacamat etmekle aynı şeydir bu.” Ve şunu soruyor: Onca AB uzmanı, hükümetler, onların uzmanları. ekonomi basını, profesörler… hiçbiri bunu niye idrak edemiyor peki? Généreux, “zekilerin salaklığını anlamamız gerek” diyor.

Yazar, biyolog Thomas Durand’ın sözünü aktarıyor: beynimiz düşünmek için yapılmamıştır”. Hayatta kalmak ve üremek için fayda getirecek “bilişsel tertibatı” seçip ayıklamayla geçen evrimin ürünüdür. “…[H]akikati pek umursamayan ve bizi korumak ya da rakiplerimizi cezb veya alaşağı etmekten başka hedefi olmayan anlık bir refleks düşüncesinin yönlendirmesindeyizdir. (…) [H]âdiselerin akılcı bir bilgisinin sabırla araştırılması hiçbir avantaj da sunmaz. (…) [R]efleks düşünce tüm zihinleri, en parlaklarını bile, kendi hatalarını inkâra ve sadece başkalarının hatalarını görmeye yatkın kılıyor” (vurgu benim -ük).

 Aklı harekete geçirmek için çaba gerekir, kendiliğinden çalışmaz, bu yaklaşıma göre. Hiç kimse akıllı olmaya mecbur değil, diyor Généreux. “Bu bir refleks değildir; otomatik düşüncenin tuzaklarını bozmak için sürekli bir irade göstermektir, hakiki bir emektir. Dolayısıyla, bu tuzaklara karşı uyarılmamışsanız ve hakikate derin bir düşkünlüğünüz, düşünmek için lüzumlu zamanınız ve serinkanlılığınız yoksa, o zaman bu kusura düşme riskiniz yükselir.”

Yani muhafazakârlık denen, bizimki gibi ortamlarda neyi muhafaza etmeyi amaçladığı belli olmayan, siyasetçilerin elinde doğaya, tarihe, insanların alışıldık bildik yaşam koşullarına en tahripkâr ve acımasız saldırıların üssü işlevi gören ideoloji, aklı çalıştırmak üzere gerekli çaba da bir kenara atıldığında, yerleşik olanın içerisindeki en akıldışı, en kabul edilmez, en zararlı, en kötü, en adaletsiz unsurları bile savunma güdüsünü barındırır. Bu, “refleks düşünce”yi güçlendirir, şekilsizce büyütür, kirletir. Bizdeki gibi, bir yandan yerleşik olanı kökünden, tâ içinden tahrip ederken bir yandan da yabancıladığı ya da işine gelmeyen her türlü değişime karşı akıl ve gerçek-dışı argümanlarla set çekme gayesi güden güç sahipleri için bu birleşik refleks mutlak, akıl çalıştırma gayreti fuzulîdir.

“Yöneticilerimiz,” diye bahsediyor Généreux, siyasî iktidar sahiplerinden, “…[d]üşünme zamanı bulduklarında bile, siyaset yarışının öyle koşulları vardır ve [yarış] öyle yoğundur ki, öncelikle kazandıracak gerekçeleri ararlar — ki çoğu zaman, hakikatin ya da adaletin akılcı arayışıyla hiçbir alâkası yoktur kazanmanın.” Yani aklı harekete geçirmek değil geçirmemek esas, bu denklemde. Ve sorun, yukarıda da belirttiğim üzre, sadece kötü niyetten kaynaklanmıyor: “Refleks düşüncemiz fiziksel ve ruhsal güvenliğimiz için ya da toplumda rekabet için yararlı bir sürü dolaylı bilişsel yollarla doludur; fakat mantıksal problemleri çözmemiz ya da karmaşık hâdiseleri düşünmemiz gerektiğinde bizi yanlışa sevk ederler.”

Bizi bir çırpıda feraha kavuşturmayan, ilave gayretlere mecbur bırakan aklı harekete geçirme uğraşı yerine kendimizi reflekslerimize, güdülerimize terk etmemizin rahatlığı bir yanda… Öbür yandaysa, bir siyasî çıkmaz kabulü var, adım attıkça batılan derin çamur gibi. Bataklık. İdeolojik kılıf içinde hepten dokunulmaz kılınmış, ebedî gerçekler sûretinde kutsallaşmış benlikçi, bencilce, benmerkezci güdülerimiz, bu bataklıkta, adaletsizliği ebedî sayıp savunmanın silahları haline geliyorlar.

 

Mülkiyete halel gelmesin

 

ABD Başkanı Joe Biden’ın Covid-19 aşılarının patentlerinin askıya alınması, böylece bir an önce dünya nüfusunun olabildiğince büyük bölümünün aşılanabilmesi önerisine karşı iki net itiraz duyuldu: ikisi de Almanya’dan. İkisi de aynı.

Artık “Biontech aşısı” adıyla tanıdığımız aşıyı yapan “Türk bilim insanları” Uğur Şahin ile Özlem Türeci, patentlerin askıya alınmasını münasip bulmadıklarını açıkladılar. Türeci, “Bu kötü fikir mi?” sorusuna “evet” karşılığını verdi. Gerekçeleri, öneriyi geçersizleştirecek hiçbir mâkûl unsur içermiyor, olsa olsa öneriye bazı gerekli koşulları ekliyor. Türeci, “deneyimli personel, özel tesisler, ham maddeye erişim” gerektiğini, üretim sürecinin karmaşık olduğunu ileri sürüyor, “Aşı üreticileri açısından,” diyor, “bunu uyumlu bir şekilde ve uluslararası çapta yapabilmek için yasal, idari ve organizasyonel çözümlerin daha önemli olduğuna inanıyoruz.” Yani uluslararası örgütler, devletler yardımcı olsun, patent bizdeyken üretimi yayalım ki, “üreticiler açısından” uygun çözüm olsun! Bütün dünyayı kasıp kavuran soruna çözüm ararken niye öncelikle “üreticiler açısından” yaklaşmamız gerekiyor? Nasıl oluyor?

Biden’ın ortaya attığı, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in de katıldığı öneriye öbür itiraz Almanya başbakanı Angela Merkel’den geldi. Alçakgönüllüğü, gösteriş sevmeyişi, büyük-zengin devletin yöneticisi olduğu halde eşitlik-adalet düşmanı acımasız siyasetçi izlenimi uyandırmayışıyla dünyadan sempati toplamış bulunan şansölye, tam da yukarıda konu ettiğim “refleks”le, bunların tam aksi tavır aldı. Süddeutsche Zeitung’a konuşan bir hükümet sözcüsü, “Fikrî mülkiyet yeniliğin kaynağıdır ve gelecekte de öyle kalmalıdır,”  dedi. Sözcü, Türeci’nin aslında konuyla hiç alâkalı olmadığı halde öne sürdüğü sözde-argümanı tekrarlayarak, aşı üretimini kısıtlayan etkenin “patentler değil üretim kapasiteleri ve gerekli kalite standartları” olduğunu söyledi. Patentler sahiplerinde kalırsa üretim kapasiteleri ve standartları artırmak daha kolay olacakmış gibi. Hükümet sözcüsünün işkadını bilim insanından farkı, ideoloji ve refleks mahsûlünü ilkeleştirmeye kalkmasıydı: “gelecekte de öyle kalmalı”!?

Sözcü, patentleri askıya alma önerisine karşı çıkışın ideolojik gerekçesini daha da belirginleştirerek, ABD önerisinin genel olarak aşı üretiminde önemli karışıklıklar” (vurgu benim -ük) yaratacağını iddia etti. Bu “karışıklıklar”ın aşının tesiriyle, güncel salgınla, Kovit-19 virüsüyle, insan sağlığıyla alâkası bulunmadığını belirtmeye gerek yok.

Paylaşma, dayanışma, kutsal mülkiyet kavramının geçici de olsa önemsiz sayılması gibi önerilerin, düşünün, ABD başkanından bile gelse, tosladığı şu duvara bakın! Bu yıkılmadan insana rahat huzur yok. Sağlık da yok. Akıl sağlığı da.