Zamanın tuzu
Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır /Asıl bu kalır.
11.07.2021
Tuz büyüleyici bir şey benim için. Bu denli somut olup da handiyse doğalından metaforik yapıya sahip olmak her maddenin harcı değil. Ezel ebed var oluşuyla insanlığa doğanın yanı başında hizalanması gerektiğini hatırlatan tuz, hayatın tadı tuzu olmanın çok ötesinde anlamlara sahip.
Tuzun bu katmanlı varlığını en iyi ortaya çıkaran şey zaman. “Yarama tuz basma” diye isyan eder bazen insan. Aslında tuz nihai şifanın adıdır. Önce iyice bir yakacaksın açık yarayı ki temizlenip kabuk bağlamaya başlayabilsin. Ama bu işlemi kendi rızanla yapamaz hâle getirilirsen, başkasının insafında adı avı kanırtmaya dönüşür. Malûm, tuz basan çok bulunur bu dünyada yumuşak karın gibi taşıdığın yaralara. O yüzden zaten saklamayı, maskelemeyi öğreniriz ya acıları. Oradan vurmaya yeltenmesinler diye bir daha.
Acı söz konusu olduğunda, medet umulan tek şey zamandır. Oysa zamanla geçer denilen, zamanın insafına terk edilen acılar sadece azalır. Anlayacağınız acı zamana mal olur zaman da acıyı kuşanır. Hafıza anılarıyla gelir. Hem merhem hem tuz olan anılarla. Çok şükür bunları yaşamışım dediğin oranda merhem, ama artık kaybettim dediğin oranda tuz olan anılarla. Ve acıyla zamanın bu bitmek bilmez mücadelesine hep birinci elden tanık olan tuzla.
Nasıl tanık olmasın ki? Gözyaşının özüdür tuz. Islak yakıcılığından bilinir kalp ağrısı. Ve işin tuhaf tarafı, dert aynı zamanda dermanıdır insanın. Tuzla hissettiğin acı, şifanın da ilk adımı olur. Tıpkı Isak Dinesen mahlasıyla yazan Karen Blixen’in dediği gibi: “Her şeyin ilacı tuzdur. Su, gözyaşı, ter ya da deniz.”
Kimseye söyleyemediği sırrını suya anlatır insan. Gözyaşıyla yıkanır gecelerde sessizce. Ruhu örselediğinde bedenini yorar kan ter içinde. Şu terazinin kefeleri nihayet azıcık dengelensin diye. Ve kendinden özgürleşmek istediğinde denize koşar. Bakmaya, koklamaya ve dokunmaya. Tuzlu suya, mavinin her tonuna, dalgaların tenle temasına.
Geceler hesaplaşmaktan kaçamama zamanı. Sığınabileceğin bir günlük hayat bahanesi, bir meşguliyet gerekçesi yok. Sen ve sen baş başasınız işte. Kim bilir nerelerde ne kötülükler tasarlanıyor ince ince. Yorgunluğun eşiği geçilince uyunmuyor. Korkunun eşiği geçilince hareket edilmiyor. Öylece duruyorum içimde deli gibi dönenen bir topaçla.
Topacı durdurmaya söz yok. Bütün sözlerin içini boşalttıklarında, tutunacak tek bir hece bırakmadıklarında yine bir şiire sığındım. En sadık yoldaşıma. Bu sefer Edip Cansever’e sordum ‘ya sonra’ diye.
Ne kalır ne kalır /Tuz gibi susayan, nane gibi yayılan /Dokuzu unutulmuş on yüz mü kalır /Onu da unutulmuş bir şiir belki kalır /On çizik, on çentik, on dudak izi /Bir çay bardağında on dudak izi /Aşklardan sevgilerden /Suya yeni indirilmiş bir kayık gibi /Akıp geçmişsem, gidip gelmişsem /Bir de bu kalır.
Ne acı değil mi, hepimizin böyle kuytuda çetelesini tuttuğumuz acıları var. Hatırlamak da değil, sönmüş yanardağın ilk fokurdayan lavları gibi açılmış yaranın iltihabına bakarken bulur kendini. Hayatının yamalı bohçasını. Türlü aptallıklardan, yanılgılardan, aldanmışlıklardan, hatalardan mütevellit o koca çıkını. Güvenilmiş insanların kıyıcı sözleri, ihanetleri rüzgâra salınmış çarşaflar gibi gerilir boşlukta.
Ne kalır benden geriye, benden sonrası kalır /Asıl bu kalır.
Benden sonrası tufan dedirtmişlerdir. Bir hayatı kasırgalarla çöktürenlerin ardından diyecek başka bir şey yok ki. Vakit dört bir yana saçılmış parçalarını toparlama vaktidir. Kendini toplamaya çabalarsın. Toparlanıp gidersin, kalamadığın için. Birilerinden, bir şeyler geçersin. Vazgeçersin bir inançtan, bir ısrardan, bir umuttan. Kalan sağlar senindir. Avucunda tutarsın usulca kendi elini.
Aşkla gelen
Sonra yine tuza teslim olursun. Bu sefer hayata dönmek için. Hakkını vere vere yaşamak için.
Çünkü tuz aşka dahildir. Aşk diye yazmaya koyulduğum şiirin en çok da tuzdan bahsedişi bundandır aslında.
İstanbul’un nemli yazı gibiydi
Yıkandığında tenindeki hangi damla su,
hangisi ter bilinmez ya,
Öyle karışmaktı birbirine tel tel
ve kimse çözülmek istemezdi doğrusu
Kolunu kıpırdatamadığın ölü yaz günleri var. Havada neredeyse iki parmağının arasında hissettiğin kıvamda bir nemle için için çürüdüğün. Ne etsen para etmiyor. Beynin yan yana gelemeyen sayısız ayrıntıyla dopdolu ve bomboş. Ne hatırlanıyor ne hayal ediliyor. Duruyorsun öylece kendinin boşluğunda.
İbadet bildim aşkı
Tenimin duasında kutsadım
iki insanın birbirine verebileceklerini
sakınımsız, riyasız
ruhta çıplak en kendi halimizdi
Sevişme terle ve dahi tuzla kutsanır. Kıyafetlerini çıkardığında değil, teni tuza bulandığında çıplak kalır insan. Paylaşılan gözyaşı gibi iyileştirici ne de olsa birlikte akıttığın ter. İster yeni taşındığın evi sana ait kılmak için temizliğe, yerleşmeye el veren dostunun teri olsun, ister birbirine teyellendiğin insanla teninizi kaplayanı.
Ter şahit
gözün yaşı da
ki ikisi de tuzdur özünde
Tuz… hani şu kokması
kıyamet alameti sayılan
Tuzunu temiz tutmak
Aşk dedikleri
Özündür tuz, o yüzden tuzu çürümekten korumak lazım. Ruhunu da nemden sakınmalısın küf kokmasın diye durgunlukta. Hayatta kalmak değil hayatta olmak için yapacaksın hepsini. Yaşadım diyebilmek için adlı adınca. Emek diye sevgiyi, eylem diye iyiliği hatırlamak için. Kendin olmak için ömrünün her anında.
Tuzun bildiği
Bu denli hayata ve ölüme dair olunca tuzla ilgili deyim ve atasözlerinin sonu gelmiyor. Kadim kuşakların bize en kıymetli tecrübe mirası onlar. Hepsinin hatrı ayrı bende. Bir işte azıcık da olsa katkın, emeğin olsun istiyorsan “Çorbada benim de tuzum bulunsun” dersin. Güven, inanç boşa çıktığında hayallerin tuzla buz olur. Yere düşen cam bir vazo misali moleküllerine değin parçalanırsın.
İncelikli alayların, keskin eleştirilerin hammaddesidir tuz. Birileri yalan yanlış konuştuğunda atıp tuttuğunda küçümsemenin şahı “Aman tuzlayayım da kokma” sözüyle gelir. Derdi, tasası olmayan, yokluk nedir bilmeyenler için “E onun tuzu kuru tabii” deniliverir. Hem sonra bazı deneyimler tuzluya mal olur, büyümek için bedel ödersin ruhunda.
“Açık yaraya tuz ekilmez” diye bir ön kabul vardır canlı olmanın özüne dair. Acısı henüz taze olan birinin üzüntüsünü, düşüncesiz söz ve davranışlarla artırmazsın. Çünkü birinin acısını, kahrını katlarsan karşındakinin yüreğine tuz biber ekersin. Yağmalanacak bir kalbin baharat keyfine düşersin sanki. Varsa eğer bir anlamı, haysiyetini kaybedersin.
Sonunda da o en hayatî soru gelir: “Et kokarsa tuzlanır, ya tuz kokarsa ne yapılır?” Tuzun kokması dünyanın sonudur; derman olacak şeyin derdin ta kendisine dönüşmesi, umudun kaybedilmesidir. Tuz kokamaz insan var oldukça. Candan ümit kesilmedikçe.
Biliyorum, gözünü açtığın her sabahta zulmün yeni bir sahnesi beliriyor. Kimsenin muaf kalamadığı bir kıyamet. Kıyamet, çünkü bir de hiçbir şey yokmuş gibi davranılıyor. Sen katlanamıyorsun ya. Öfkende, çaresizliğinde, inadına bir ucundan mücadelende ısrarcı oluyorsun ya. Tuz oluyorsun hani varlığınla. Zorbalık kayalarını içten içe çürüten, acıya eşlik eden, dokunarak var eden, şifa veren tuz. İşte sen o tuz oldukça umut var. Tükürüğün çoğaldıkça ağzında, ıslattıkça dudaklarını. Kâh çokça bekletilmiş sözünü dilinden dökmeye kâh zorbanın yüzüne tükürmeye.
Tuzun daim olsun ey dost. Bilindik ya da henüz tanışılmadık yoldaş. Zaman birlikte aksın tuzumuzda.