Hikâye inandığındır, hayat yaşadığın
Demirtaş’ın gözlem yeteneğinin, merakının, hafızasının ve yalın anlatımının doğasına denk sadelikte bir film çıkarmış ortaya Ümit Kıvanç.
03.09.2021
Şehirler arası yolda otobüsle giderken bir şey fark ettiniz mi? Hani geceyle gündüz arasında, böyle orta nokta gibi bir yerde asılı kalır zaman. Yol durağanlaşır, tekdüze bir ritimle geriye doğru akar. Sen ilerler gibi hissetmezsin ama. Hiç bilmediğin uçsuz bucaksız bir yolda asılı kalmıştır sanki hayat. Hangi şarkı olduğunu çıkaramadığın, arka fon olmuş bir müzik, kendine bile yabancı bir tondan ve boğukluktan boşluğa akar.
Çok kayıp bir andır. Uzuvlarını uyuşturan donduruculukta dehşetli bir an. Muhabbetler, tartışmalar, çocukların bağırış çağırışı her şey ama her şey son bulmuş. Sadece uğultulu bir sessizlik var. Ara ara derin nefes ve horultu sesleri. Bir de yandan hız yaparak geçen birtakım araçların saniyelik vınlaması. Bir an içip yanıp sönen ışıklar. Hep bakakaldığın boş gözlerle.
Yanıp sönen ışıklar
Yola çıktığın durakla varacağın yer arasındaki bitimsiz gibi gelen mesafeyi hissettiren kayıp ânı sadece kişisel hikâyeler için değil, ülkenin hâlet-i ruhiyesini anlatma gücü açısından da çok kıymetli bulurum. Sen uykuyla uyanıklık arasındaki o belirsizliğe sığınarak yokluğun orta noktasında akıp giderken, otobüs yolcuları kadar çok ve farklı hayat olasılığı yanıp söner o ışıklar misalî. Herkes kendi gerçeğini yaşar, herkes kendi hayalini düşler.
Yakın tarihin ve en çok da hakikatin kaydını tutan belgesel yönetmeni, yazar Ümit Kıvanç'ın kısa filmi "Ah, Asuman!" işte tam böyle bir yol hikâyesi. 2019’da yapılan 56. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Kısa Metraj Film Yarışması’nda ilk kez seyirci karşısına çıkan filmin çevrimiçi galası, 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Altyazı Sinema Dergisi'nin YouTube kanalında yapıldı. Yapımcılığını Çiğdem Mater’in üstlendiği filmin uyarlandığı "Ah, Asuman!" isimli öykü 2016’dan bu yana hapiste olan Selahattin Demirtaş'ın 'Seher' adlı kitabından. Beyazperdeye uyarlanan senaryoyu ise bir başka usta yazar Gaye Boralıoğlu kaleme almış.
Her ne kadar odağında otobüs şoförü Fahri (Settar Tanrıöğen) ve genç avukat adayı Ahmet (Halil Babür) olsa da, bu iki insanın muhabbeti sırasında kameranın saniyeler içerisinde gösterip çekildiği diğer yolcular, kendilerine ve bu coğrafyaya dair hikâyeler anlatıyor duymasını bilen kulaklara. Ben o hikâyelere en az ana damar kadar heyecanlandım. Ümit Kıvanç’ın bize güvenerek açtığı yorum boşluğunu, o insanların hepsine ayrı ayrı hikâyeler yazabilme fırsatını sevdim.
Zaten “Ah, Asuman!” öncelikle hikâyenin gücüne ve doğasına dair çok kıymetli bir hatırlatma. Demirtaş’ın müthiş gözlem yeteneğinin, merakının, hafızasının ve yalın, dupduru anlatımının doğasına denk sadelikte bir film çıkarmış ortaya Ümit Kıvanç. Çünkü “Ah, Asuman!”ın ruhu böyle; muzip ve sade.
Bir hayat ihtimalinin peşinde
Tam da anlatmaya çalıştığım gecenin karanlığındaki araf zamanda, otobüs yolculuğunda daldığı uykudan uyanan hukuk öğrencisi Ahmet, otobüsün bir kamyonun peşine takılmış ağır aksak yol aldığını fark edince şoförün yanına gidip sebebini sormaya girişir. Kamyonun arkasında sarışın bir kadının resmi vardır. Fahri desen derin iç çekişler eşliğinde o resme takılmış gidiyor gibidir. Muavinin eline tutuşturup durduğu kahveler eşliğinde şoförün “Tanıyorum o kadını” diye başlayan hikâyesinin peşine takılır Ahmet de çünkü her hikâye önce muhatabını bekler. Ahmet’in “Türk filmi gibi” diye takıldığı, Fahri’nin de bunun üzerine içerlediği bilindik bir hikâyedir bu. Bilindik ve uzak. Diyarbekir yoluna çıkacakken pavyon şarkıcısı Asuman’a vurulan ve sonunda aşkını uzun yola sığdıramayıp tutulduğu kadını şehrine getiren, ona ev açan bir adamdır Fahri. Gözü ne çoluk çocuk görmüş ne de eşini. Ta ki Asuman bir gece evin eşyalarını da alıp terk edene kadar bu hayat ihtimalini…
Settar Tanrıöver ve Halil Babür, anlatılan ve dinlenen bu hikâyenin etkisini, milimetrik mimikleriyle geçiriyor izleyiciye. Ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu diye düşündüğümüz her hikâyede olduğu gibi burada da temkinliyiz önceleri. Ama sonra Fahri’nin ayrıntılarında kaybolduğu o maceraya biz de teslim oluyoruz. Hikâyenin gücü tam da inandırma gücü değil mi?..
Ümit Kıvanç insanı utandıran çalışkanlıkta ve dürüstlükte biri. Ömrünü basın, edebiyat, belgesel ve sinemaya adadı. Yazar, fotoğrafçı, muhabir, köşe yazarı olarak çalıştı. Romanları, denemeleri, belgeseller, müzik videoları ve kısa filmleriyle hem meram anlattı hem hakikati kaydetti. Kızlar ve Kökler (2002), Naze (2006), 19 Ocak’tan 19 Ocak’a (2009), Uçurtmam Tellere Takıldı (2010), 16 Tons (2011), Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim (Roboski) (2012) bu büyük çabanın ürünleri. Her Allahın günü saatlerini vererek kaynaklar tarıyor, hakkı verilmiş analiz ve yorumlar yazıyor. Yani, en çok kastedilen şeyi hakikati korumak için nöbet tutuyor. Geceleri hiç uyumuyor.
Ümit Kıvanç benim için ne etse güzel eyler diyebileceğim az sayıda insandan biri. Hele emeğini ve vicdanını kimselere değişmem. Hikâyeyi daha okuduğu ilk anda “Ne güzel kısa film olur” diye mim koyduğunu anlatan Ümit Kıvanç, Artı Gerçek’ten Esra Çiftçi’ye kısa filmin ortaya çıkış macerasını şöyle özetlemiş: “Selahattin Demirtaş’ı siyasetçi olarak çok önemsiyorum. Azıcık daha mâkûl konjonktürde Türkiye’de birçok arızanın kökündeki dev sorunların halli yolunda atılım yaratabilecek, kısırlaşmış, karanlıklaşmış âlemimizi aydınlatabilecek bir siyasetçi. Ama yalnız siyasetçi değil. Meselâ onu siyasetten “azat etmek” -tabiî önce çektiği zulme son verip özgürlüğüne ve sevdiklerine kavuşturmak- mümkün olsa, birçok farklı alanda hepimizin hoşuna gidecek işler yapabileceğini düşünüyorum. Üzerindeki bunca baskıyla güzel öyküler yazıyor, roman yazdı. Omzunda ve ruhunda şu andaki yük olmasa çok daha başarılı olacağı da kesin. Onun siyaset ötesindeki becerisini vurgulamak istedim. Yani bu hikâyeyi film yapmak istememin bir nedeni siyasete değiyorsa da esas olarak siyasî sayılmaz.
Selahattin Demirtaş’ı önemsediğim ve ona umut bağladığım için, adam hapiste, onu oradan çıkaracak bir şey yapamıyoruz, bari onun için böyle bir şey yapayım diye de düşündüm açıkçası. Ona da, ‘Senin yaratıcılığının, çok yönlülüğünün farkındayız, bundan memnunuz, seni önemsiyoruz,’ demek istedim.
Hikâyeyi seçmemin öbür nedeni sinemasal. Hikâye basit, esprili, izleyende tebessüm yaratacak cinsten bir oyun. Sinemasal numaralara elverişli değil. Düzgün, derli toplu anlatılması gereken bir hikâye. Arkasında büyük fikirler, duygusal derinlikler aranacak bir olay dizisi veya ilişkiler içermiyor. Üstelik bir otobüsün içinde, onun da sadece çok sınırlı bir alanında geçiyor. Bütün bu kısıtlayıcı şartlarda zevkle izlenebilir bir kısa film ortaya çıkarabilir miyim diye kendimce küçük çaplı iddialı sayılabilecek bir iş başarmak istedim.”
Çember zaman dönerken
Taşıyıcıya yüklenen bir otobüsle tamamı platoda çekilen kısa filmin sonundan ilk sahneye yeniden dönmek, çember zamanda bambaşka bir hikâyeyi tamamlıyor. Yıllar sonrasından bir an bu besbelli. Fahri’nin oğlu hapisten çıkmış. Yanlarında, kucaklaştıkları şimdi siması bize tanıdık gelen bir avukat var. Yıllar öncenin ilk karşılaşması gibi okunabilecek o yolculuğun deneyimsiz avukat adayı şimdi bir acıya son vermeye, bir canı özgürlüğe kavuşturmaya koyulmuş. Eski bir kahkahanın, paylaşılmış bir hikâyenin hatrı varmış. Biliyor oluyoruz. Aynısını sayısız insan için yapmış avukat Selahattin Demirtaş’ın uğruna şimdi verdiği siyasi mücadele uğruna haksızca hukusuzca gasp edilen özgürlüğü için biz de böyle bir çaba verebilir olmayı diliyoruz. Çember zaman bir kez daha onurlu ve kahkahalı bambaşka bir hikâyeye tamamlansın diye.
“Yaptığım hiçbir film Türkiye’de ana akım televizyonda gösterilmedi, gösterilmez. Belgesel sinema, hele bizimki gibi ülkelerde ister istemez potansiyel tehlikedir, belgeselci potansiyel suçludur. Gıkını çıkaranın hapse atılabildiği yerde muktedirler bize elbette gıcık olacaklar. Toplumun hakikatle ilişkisi neyse belgesele vereceği değer odur.” demişti Ümit Kıvanç Gazete Duvar için Soner Sert’in yaptığı söyleşide. Hele de “Günleriniz nasıl geçiyor?” sorusuna verdiği bir yanıt var. O gün bugün içimde:
“Günlerim… Sabah kalkıyorum, hava güzelse “Osman gökyüzünü göremiyor” diye üzülüyorum, kötüyse “Bircan ne yapıyordur” diye üzülüyorum, Selahattin Demirtaş’a üzülüyorum, Gültan Hanım’a üzülüyorum. Pencereden bakınca gördüğüm çöp konteyneri var; günde beş defa dolup boşalır. Oradan ekmeğini çıkarmaya çalışanları gördükçe üzülüyorum. Bizi yönetenler bize sürekli hakaret ettikçe, bizi tehdit ettikçe, aşağıladıkça üzülüyorum. Salgın ve karantina meseleleri dolayısıyla epey sıkıntıdayız, çünkü ilgilenmem gereken insanlar var ve kısıtlamalar bazen çok sıkıştırıyor. Günlerim böyle.”
Günleri böyle geçen bir insanın çıkardığı bir yolculuk bu. Gelin binin o otobüse. İçinizin dehlizlerinden, ıssızlıktan, hikâyenin umudundan, hayallerin coşkusundan geçin. Hem Selahattin Demirtaş’ın sözünden hem Ümit Kıvanç’ın gözünden geçin.
Sahici bir şeyler değsin teninize, ürperin.