Canavarının karşısında

“Hikâyeler vahşi yaratıklardır” diyor canavar. “Onları serbest bıraktığında, ortalığı nasıl kasıp kavuracaklarını kim bilebilir?..

KARİN KARAKAŞLI

10.09.2021

Hangimiz onunla karşılaşmadık ki çocuklukta? Sanki gün içinde bütün korkularımızı, güvensizliklerimizi ve adını o vakitler koyamadığımız tekmil zorlu hislerimizi emmişçesine geceleri olanca haşmetiyle hortlardı canavar. Rüzgârsız odalarda soğuk soğuk terlerdik.
 
Hem canavar bu, öyle “Akşam ne yedin?” rahatlığında konuşulmuyor da. Herkesin canavarı kendine ağır ve paylaşamadığımız için bilemesek de bir o kadar biricik o dehşet hikâyelerimiz. Ne diyeceksin okulda arkadaşlarına? “Siz de canavarı görüyor musunuz geceleri? Nasıl başa çıkıyorsunuz onunla?”
 
Akran zorbalığı diye bir şey var hem. Bebek yerine konulabilirsin seni dehşete düşüren bir canavardan bahsedersen.  Hâl böyle olunca, “Canavar diye bir şey yok” cümlesini gereğinden yüksek bir sesle yinelemek, büyüme işareti sayıldı. Hem irkilten her şeyin mutlaka bir açıklaması vardı. Gecenin içindeki bütün o tekinsiz seslere bir kulp bulunabilirdi: mobilya çatırdıyor, zemin gıcırdıyor, esintinin etkisiyle ağaç dalı cama vuruyor. Tavanda ve duvarlarda dans eden tuhaf şekilli gölgeler de hep rüzgârın oyunu.
 
Canavar’ın Çağrısı, içimizdeki canavarı gelip karşımıza diken kitaplardan. Yetişkinliğimizi dinamitleme gücüne sahip o gençlik edebiyatı kitaplarından. Kahramanımız on üç yaşındaki Conor. Annesi, giderek ağırlaşan kanser hastalığıyla boğuşurken; babası yeniden evlenmiş, ABD’ye başka bir aile hayatına yerleşmiş, on beş günde bir telefonda hortlayan bir sesten ibaretken Conor da hayatı eski hâliyle yürütmeye çalışmak gibi bir sorumluluk üstlenmiş. Görünürde sonu mutlaka iyileşmeye varacak, sabır ve azimle alt edilebilecek sıkıntılı bir ara dönem olarak gördüğü hastalık, geceleri kendine itiraf edemediği kâbuslara dönüşüyor. Hep elinden kayıp giden eller görüyor Conor. Ve uyuduğunu neredeyse bu kâbustan bilecek denli sık olarak kişisel cehenneminde can çekişiyor.
 
Çünkü geceler bunun için var: Baş edemediğin, görmezden geldiğin gerçekleri yüzünün orta yerine çarpmak için. Conor’ı tanıdıktan sonra cesaret nedir diye çok düşündüm. Kitaptaki görünür tek Canavar, Conor’ın evinin karşısındaki mezarlıkta duran koca porsuk ağacı. Conor, bu porsuk ağacının ayaklanarak, dallarının kol, köklerinin bacağa dönüşerek canavar hâline gelişini gözünün önünde yaşıyor da tık demiyor. 
 
Kendisini çocuğun çağırdığını söyleyen bu canavar porsuk ağacından zerre korkmayacak kadar feci bir kâbusun içinde yaşayan, ondan uyanmak bir yana giderek tam ortasına yuvarlanan Conor, matruşka dehşetlerin en sonuncusuna uzanıyor sonunda. Onu parmağında oynatmaya kalkan tarifsiz bir kahrı avucunun içerisinde sımsıkı tutuyor. Meğerse nasıl da katmanlıymış bu korku dünyası: canavarın da canavarı varmış, korkunun da korkusu.
 
O en derindeki korku bırakın on üç yaşında bir çocuğu benim diyen yetişkini dahi yerle bir edecek güçte. O yüzden bir an için Conor başını göğsüme yaslasın istedim. Üstelik sadece onu koruma içgüdüsüyle de değil. Sanki kalbimin çarptığını duyunca, kendi nefesini benimkine uydurmaya çalışınca beni de sakinleştirecekti. Onunki böyle bir yaşama cesaretiydi.
 
Elden ele emanet bir kitap
 
Jim Kay’in ayrı bir emek unsuru siyah-beyaz çizimleriyle atmosferi misliyle katlanan kitabın arka plan hikâyesi de en az içeriği kadar özgün. Kapağında “Siobhan Dowd’un özgür fikrinden esinlenilmiş bir Patrick Ness romanı” ibaresi karşılıyor okuru. Patrick Ness ‘Yazarların Notu’ başlığıyla bizzat Siobhan Dowd’u da dahil ettiği giriş yazısında bu sıra dışı macerayı şöyle anlatıyor: “Siobhan Dowd ile tanışmak ne yazık ki mümkün olmadı. Çoğunuz gibi ben de onu, yazdığı harika kitaplardan tanıyorum. İkisi o hayattayken, diğer ikisiyse zamansız ölümünden sonra yayımlanmış, heyecan verici dört gençlik romanı bunlar. Eğer bu eserleri gözden kaçırdıysanız, bunu hemen telafi etmelisiniz bence. Bu onun beşinci kitabı olacaktı. Kitabın karakterlerini, temelini ve başlangıcını bulmuştu. Ne yazık ki bulamadığı bir şey vardı: Zaman.

Bu çalışmayı bir kitap haline getirmem önerildiğinde, tereddütte kaldım. O yaratıcı kadının üslubunu taklit etmezdim; edemezdim. Bunu yapsaydım ona, okura, en önemlisi de hikâyeye zarar vermiş olurdum. Bu şekilde iyi yazılabileceğine inanmıyorum. Fakat iyi fikirlerin bir özelliği var: Yeni fikirlerin doğmasına önayak olmaları. Ben daha düşünmeden, Siobhan’ın fikirleri zihnimde yenilerinin belirmesine yol açtı ve ben de her yazarın sahip olmayı arzuladığı o kaşıntıyı hissetmeye başladım. Kelimeleri kâğıda dökmek, bir hikâye anlatmak için sabırsızlanıyordum.”
 
Anlayacağınız elimizde emanet bir kitap var. Yazarının genç yaşta ölümüne direnen, bir başka elde inadına yeşeren bir tohum. Elden ele büyütülmüş bir fidan. Artık biz okurların şefkatine teslim edilmiş koca bir ağaç.
 
Bin bir dehşet hikâyeleri
 
Patrick Ness, romanın kendi dünyası içerisinde gerçekle kurguyu iç içe geçirmeyi tercih etmiş. Her ne kadar canavar önceleri sadece geceyarısından sonra tam da 12:07’de Conor’ın karşısında belirse de, kapalı pencerelere rağmen içeri doluşan yaprak ve yemişlerle, evin içindeki tahta zeminden baş veren budakla gecelerin tekinsizliği giderek gündüzlere de taşınmaya başlıyor. Derken porsuk ağacı hünerlerini sergilemeye girişiyor. Kendisi esasen bir hikâye anlatıcısı ve bütün iyi anlatıcılar gibi seçtiği hikâyeler hiç de rastlantısal değil. Ve üç hikâyenin sonunda porsuk ağacı Conor’dan bir karşılık bekliyor: “Sen de sonra dördüncü hikâyeyi anlatacaksın. Bana gerçeği anlatacaksın.”
 
“Hikâyeler vahşi yaratıklardır” diyor canavar. “Onları serbest bıraktığında, ortalığı nasıl kasıp kavuracaklarını kim bilebilir?.. Hikâyeler her şeyden daha vahşidir. Hikâyeler kovalar… ısırır… avlar.” Kastedilen elbette hikâyenin insanı gerçekle ödeştirme gücü. Üstelik Conor’ın alıştığı gibi mesajı net hikâyeler de değil bunlar. Bir kere mutlak iyiler ve kötüler yok. Canavar porsuk ağacını dinlerken insan fail ile kurban arasında sarkaç gibi gidip gelen karakterlerle ne yapacağını şaşırıyor. Canavarın yanıtı hazır:
 
“Her zaman iyi taraf olmayabilir. Kötü taraf da. Çoğu insan ortada bir yerdedir. Gerçek bir hikâye bu, dedi canavar. Birçok gerçek, kandırmaca gibi gelir insana. Krallıklar layık oldukları prenslere kalır, çiftçi kızları yok yere ölür, bazen de cadılar kurtarılmayı hak eder.”
 
Görünmez olma sanatı
 
On üç yaş zaten bir başına zorlu bir eşiktir. Çocukluğa büyük, gençliğe küçük kalan bu araf zamanda insan bedeniyle ve ruhuyla ne edeceğini bilemez. Oysa ergenlik Conor için dert etmek bir yana fark edilecek bir şey bile değil. Onun derdi öyle derin ve anlatılmaz. Çünkü anlatmanın bedeli var. “Annem kanser hastası” demenin, “Çok ağır bir kemoterapi tedavisi görüyor ve iyileşebilecek mi bilmiyorum” demenin bedeli çok yüksek. Hele “Bu iş bitsin istiyorum” itirafında bulunmamak için insan her şeyi göze alabilir. Çünkü bir kere kulakların kendi sözlerini duyarsa,  dile gelen, adı konan şey inkâr edilemez bir hâl almış olacak artık. Dahası bunu söylediği herkes Conor’ı denk bir muhatapları değil acınası bir varlık olarak görmeye başlayabilir. Acıma duygusu Conor’ın bu hayatta en tahammül edemediği şey. Sırf bu yüzden, sırrını saklamadığı, kendisinden izinsiz annesinin hastalığından bahsetti diye biricik arkadaşı Lily’i de affedemiyor Conor. Ve sırf bu yüzden sınıf arkadaşı Harry ve çetesinin zorbalıklarına katlanıyor. Görünmez olmayı başarabilecek kadar susuyor. Yeterince susar ve görünmez olursa, her şey yoluna girebilirmiş gibi.
 
Oysa görünmez olmak kimin derdine derman olabilmiş ki?.. Conor’ın öfkesi canavarlaştığında ve önce o anneannenin müze evini ardından okul yemekhanesini yerle bir ettiğinde “Bir öğrencinin tek başına nasıl bu kadar zarar verebildiğini anlayamıyorum” diyor müdür. İçinde canavar saklı donuk bir çocuğun cinnetinin boyutları dünyaları yıkabilir oysa.
 
Bu noktada aklım The Perks of Being a Wall Flower (Saksı Çiçeği Olmanın Faydaları) filmine gitti. Kendi yazdığı kitabı senaryoya uyarlayarak filmi yöneten Stephen Chbosky, travmanın inkâr edilmiş ve bastırılmış öfkesini bir meram olarak sahiplenmişti. Orada hikâyenin baş kahramanı, yüzünü hiç unutamayacağımız 15 yaşındaki Charlie’ydi (Logan Lerman). İçe dönük, çekingen Charlie, zorbalar diyarı bir lisenin çömezi olarak cehennemde yaşayacağı günlerin çetelesini tutarak ilk yılına hazırlanırken, film boyu işaretleri usul usul verilen ama arka planını çözemediğimiz bir travma, ailesinin nüksetmesinden endişe ettiği bir kriz tehlikesi vardı. Günlük sıradanlığın altındaki dip akıntı.
 
Charlie’nin kaderi, alt sınıftan bir ders alan ve mezun olmaya hazırlanan Patrick’le (Ezra Miller) arkadaş olup, onun üvey ablası Sam’la (Emma Watson) tanışınca dönüşüyor. Patrick, eşcinselliğini açık olarak yaşayan, ama futbol takımının yıldızı sevgilisi Brad’e (Johnny Simmons)  âşık ışıl ışıl bir ruh. Babasından yediği dayak sonrası Brad, sevgilisi Patrick'le herkesin ortasında ibne diye dalga geçebilecek alçaklığa evrilince, arkadaşının yanına koşan Charlie’nin içindeki o vahşi açığa çıkıyor. “Bir daha arkadaşlarıma dokunursanız sizi kör ederim” isyanı. 
 
Conor’da da bir cezalandırılma özlemi, handiyse bir kefaret ödeme ihtiyacı var. Baş edemediği suçluluk onu için için bitiriyor. Ve dışardan, yüzeyden neredeyse duygusuzluk, kayıtsızlık boyutunda bir sükûnet içerisinde görülüyor. Hep içine içine patlıyor ta ki içi bu patlamaları taşıyamaz hâle gelene kadar…
 
Sırası gelmişken Conor ile anneanne ilişkisine de değinmek lazım kısaca. Buradaki anneanne çok meşgul bir iş kadını. Varlığıyla sadece huzursuzluk sebebi. Oysa acılarında ortaklaşan bir ikili bu. Birinin kızı, diğerinin annesi olan genç bir kadının sevgisinde. Ve kaçınılmaz olarak paylaşılacak, çok zor da olsa atlatılacak bir yasta. Senin içine kanırtan tarifsiz bir acın var diye hayat duracak değil hem. Nitekim kendi içerisinde sonsuzluğa uzayan anlar ve bir göz kırpımlık anda gıyabında akıp giden mevsimlerin orta yerinde Conor bu gerçeği de görüyor: “Sonra her nasılsa yeniden okul başladı. İnanılmaz gibi görünse de, dünyanın geri kalanı için zaman akıp gitmeye devam ediyordu. Beklemeyenler için.”
 
Canavarın “Yaşam kelimelerle yazılmaz. Eylemlerle yazılır. Ne düşündüğün önemli değil. Ne yaptığın önemli” sözüne hak verir oluyoruz. Gerçeğin gereği neyse onu yapmak için güç buluyoruz içimizde. Kendi canavarlarımızı alt etmek üzere.