Ruh yüzölçümü

Ülken bir çırpıda telaffuz edebileceğin bir yer değilse, kendin bir ülkeye dönüşürsün. Bir ruh yüzölçümü yaratırsın.

KARİN KARAKAŞLI

09.10.2021

Çok küçükten beri hayata rakamların gözünden bakamadım. Matematikle algılayamadım dünyayı. Oysa nasıl da isterdim şöyle gözümün önünde geometrik şekiller uçuşsun, zihnim bütün cebir işlemlerini göz kırpımlık anda çözsün. Gel gör ki ben hep harflerin insanıydım, dilin ve yazıların sevdalısı. Hâl böyle olunca bütün hesaplama alıştırmalarını uzun uzun çalışmam gerekti okul sıralarında. Arkadaşlarım bana problem çözümlerini gösterdi sınav önceleri,  ben de onlar için kompozisyon yazdım. 

Bu matematik alıştırmalarının içerisinde alan hesaplaması da vardı. Metre çarpı metre oldu sana metrekare, kilometre çarpı kilometre oldu sana kilometrekare. Çok havalı bir ismi de vardı bu işlemin sonucunun: yüzölçümü. Bir kere inceliğini kaptın mı, alanların yüzölçümünü hesaplamak o kadar zor gelmedi. Ama hayatın başka sürprizleri vardı. 

Yıllar sonra kapladığın yerin hesabını vermek diye bir şey olduğunu da öğrendim. Varlığının bedenle başlayıp bitmediğini. Ruh yüzölçümünün pek zorlu bir muhasebe gerektirdiğini, koca topografyalar gibi uzanan ruh diyarlarında pek kırılgan yapıların gizlendiğini. Her bir katı yanıldığın, aldandığın anların odalarıyla dolu. Çoğu günler hepsinin de kapısı sıkı sıkıya kilitli. 

 

Yeni dönem koordinatları

Dünya üzerindeki varlığımızı anlaşılır kılmak için zaman ve mekân koordinatları ekseninde yaşıyoruz. Oysa ruh boyutsuzluk sever. Misal bir şarkı, bir şiir, bir film eşliğinde bulunduğun ortamdan uçup özgürleştiğinde, kılını kıpırdatmadan ışık hızıyla olmadık hedeflere ışınlandığında  o boyutsuzluğun müthiş gücünü fark edersin. Edebiyatı ve genel olarak sanatı “yararlı ya da şık” olduğu için değil, seni kanatsız uçurduğu, hayatın bütün ihtimallerini önüne sunduğu için seversin. Boyutsuzluk ihtiyacın olur, onsuz kıstırılmış hissettiğin sonsuz bir özgürlük.

Mekân duygusu yaşamın doğal bir parçası. Nihayetinde hepimiz bir arkaplana ve içine yerleştiğimiz bir uzama ihtiyaç duyuyoruz yaşarken. Tuhaf bir şekilde denklik diye bir şey de söz konusu değil bu noktada. Yani içine doğduğun şehir, büyüdüğün ev ille de seni tanımlayan, sana aidiyet hissi tattıran yerler olmayabiliyor. Öyle olsa zerre mekân değişikliği ihtiyacı hissetmeden konduğumuz yerde kalırdık hepimiz bir ömür. Oysa öyle olmuyor işte. Mekânımız dediğimiz şey bir kolaj hâlini alıyor yıllar içinde. 

O kolajın içerisinde elbette öncelikle doğduğumuz yer var. Kendimizi anlamlı bir parçası hissettiğimiz sürece orası bizi tanımlayan yer olmaya devam ediyor. Gözümüzü açtığımız evden mahallenin sokaklarına derken köyün, kasabanın, şehrin tamamına kadar yayılıyor aidiyet ağı. Zamanla gördüğümüz farklı ülkeler, içinde yaşadığımız uzak şehirler hiç bilmediğimiz yepyeni ayrıntılar katıyor ruhumuza. Gelgelelim buradaki matematik bir başka; bir yerden gitmek aslında orada kalamamak demek özünde. Kalamadığın her yer de ruhundan bir şeyler çalıyor zaman içerisinde.

O yüzden işte ruh yüzölçümüne dikkat etmen gerekiyor ya. Eğer kendini bir çark içinde unutursan, dönüp baktığında toplanamayacak kadar dağıldığını, atomlarına kadar parçalandığını fark etmek de var işin ucunda. Havalı kıyafetlerin, abartılı aksesuarların, en göz alıcı makyajların kapatamadığı bir boşluk. Kendinin kabuğuna dönmeden peşine düşmelisin senden eksilenlerin. Ödeşmelisin şirazesi kaymış hayatınla. Meşguliyetle, tüketimle dolduramadığın o devasa boşlukla.

 

Kayıp ülke

Ülken, bir çırpıda telaffuz edebileceğin bir yer değilse, kendin bir ülkeye dönüşürsün. Bulamadıklarını, yitirdiklerini, hayal ettiklerini harmanlar, bir ruh yüzölçümü yaratırsın. Yeni bir yerin hayalini kurarsın. Orası sana kaybettiklerini verecek, güzellikler hediye edecek. Sokaklarda yankılanan eski zaman kahkahalarını bulacaksın yeniden. Bazen şansın yaver gider. Vardığın yerde şefkatle sarmalanır, umuduna tutunursun. Bazen de ama evdeki hesap çarşıya uymayıverir. Bir kez turist olarak gittiğin ve ruh yüzölçümüne bir ferahlık, bir özgürlük olarak kaydettiğin yerlere aynı özlemle tekrar gittiğinde o duyguyu yakalayamazsın. Bir hayal olarak sahip çıkılan bu yerin, tahayyülündeki mekâna karşılık gelmediği noktada da iyice azalırsın.

Yüzölçümüne kattığın yerlerdeyse gayriihtiyari bir şeyler toplarken bulursun kendini. Hediyelik eşyalar, fotoğraflar, kartpostallar, taşlar, deniz kabukları… Sana seni anımsatacak küçük işaretler hepsi de. Başkaları görse çer çöp deyip atacak ya da satacak belki. Anılarını emdiği, hikâyeni bildiği için önemli ve vazgeçilmez onlar. Yeniden hatırladığın tutku ve coşku. Bir kez daha ruhunda filiz veren merak. Ait olmaya dair küçük umut kıvılcımları. 

Ev bir mekân değil de hismiş aslında. Başını yaslayabildiğin göğüs, paylaştığın kahkaha, emanet ettiğin sır, birlikte söylediğin şarkıymış. Ev, kelimelerle dolu suskunlukmuş. Kaybettiğin yön, baktığın yıldızmış. Ev, parçalanan yerlerini Japonların kintsukuroi sanatı misali altın tozuyla onardığın ruhunmuş. Yaralarını sahiplendiğin “kusurlu güzellik”miş mükemmellik takıntılı şu dünyada.

Aynı yere aynı inşa olarak dönmek diye bir şey de yokmuş. Hem ruh yüzölçümünde artık eve denk gelmeyen bir yere neden dönmek isteyesin ki zaten… Hâlâ bir yalanla ödeşemediğin için mi? Hansel ve Gretel masalının anlamadığım kısmıdır bu. Babaları ve üvey anneleri tarafından kaderlerine terk edildikleri ormanda evin yolunu bulsunlar diye serptikleri ekmek kırıntıları gelir aklıma. Kırıntıları kuşlar yediği için yollarını bulamadıkları anlatılır masalda ama, kulübesine sığındıkları cadının tutsaklığından kurtulup ellerinde hazinelerle döndükleri yer de ev midir artık? Ölümlerine razı gelinen yer ocak mıdır bu çocuklara? 

Kırıntıların daha çok hatrı varmış gibi gelir bana. O kırıntılar; yok olmuş ev, kayıp ülke, bulunamayan vatandır. Hani şu Guiseppe Ungaretti’nin şiirinde “Doğdum, yalnızca yaşanmış zamanlardan geri döndüm/Bir an için başlangıç yaşamının tadına varmak/Masum bir ülke arıyorum” dediği. Kimse en başa dönemez. Yol sadece ileri gider, adımlarınla çizilir yeni patika.

Kendi yurdunu rızası dışında terk etmek zorunda kalan herkesin bildiğidir. Gittiğin yerlerde, eski  ülkenin hayaleti kovalar peşini. Yabancılığın, göçmenliğin, mülteciliğin hakkını verircesine aidiyet değil, geçerli ve onurlu bir hayat talep eder zorunlu sürgün. Boşlukta sallanan köklerinin sızısının resmi belgelerle dinmeyeceğini bilir. Belgeler sadece vahşi düzende insandan sayılmak içindir. Yöneltilen kalıp sorulara sığmayan hikâyesini, kendi kişisel tarihini ve ruh yüzölçümlü coğrafyasını içinde saklar.

Ruh yüzölçümünü en çok daraltan şey tarihin tekerrürü olsa gerek. En genç kuşakların bile “Ben bu filmi gördüm” diyebileceği denli tanıdıktır senaryo. Sonunu bile bile aynı aymazlıktan geçilir. İsyan en çok da bu bile bilelik karşısında hissedilir zaten. Masum bir an var mıdır sahi? Henüz silah, henüz kan, isyan, henüz gözyaşı, çığlık olmayan bir varoluş? Masal çağı geçmiştir; zulmün çarkına çomak sokanlar hapislerde rehin, cinayetlerde kurbanken; barış için halaya durulmuş meydanlarda, savaşı doğal hayat bilmek zorunda kalmış çocuklara bir parça umut bir gıdım sevgi olmak için çıkılmış barış yollarında bombalar yağarken ruh yüzölçümünü, elinden alınmaya çalışılan bütün hayat alanlarına inat sıkı sıkıya koruman gerekir.   

Elbet yorulur kalp. Ama aramadan, başlamadan, yeniden inanmadan da duramaz çünkü aramak, başlamak, inanmak umuttur. Öyle bir ülkenin -en azından seçilmiş ailen ve kavimdaşlarınla- mümkün olduğuna ve elinden alınamayacak bir sığınak kuracağına dair bir umut.

 

Kastedilen hayat

Tarih çok şey öğretir dersini almaya hazır olduğunda. Topraklarından rızaları dışı koparılan, çoğu dönülmez yollardan bir mezarları bile olmaksızın canından olanların hatırasını layık olduğu hakikat içerisinde anmak, sadece geçmişe yönelik bir eylem değil mesela. Aksine geleceği şekillendiren bir şimdiki zaman kararlılığı. Bilgiyle gelen sorumluluğu üstlenme ve inkârdan sıyrılıp yaşatılanı adlı adınca sahiplenme iradesi. Ülkenin nasıl kaybedildiğinin en eski çetelesi.  

Ölenler ölmez sadece, onlar yaşasaydı sürecek olan farklı ve çoklu hayat da yok edilmiş olur. O yüzden aslında kastedilen ve katledilen hayatın ta kendisidir. Yatağı zorla değiştirilince küsüp kuruyan bir akarsu… 

Ruh yüzölçümü; ninnilerde, ağıtlarda, elin ve gözün dilinde saklı kalmış bir tarihi kucaklar. İnsan hikâyeleriyle, susmuşların sesiyle dolup taşar. Sınırsızdır ruhun toprakları; isteyen herkesi buyur eder. Yeter ki işgale soyunmayasın sana tanınmış güven ortamında. Kendine ve iyi niyete ihanet etmeyesin. Ruhunu sahicilikle, hakikatle besleyesin. Birbirinde çoğalmanın hatırına…