Sonsuzluğun sadeceleri

Biri her şeyi karanlık görüyor, ruhunu karamsarlıktan besliyor. Diğeri edebiyatın ışığına, hayatın kendini yeniden yaratma gücüne âşık.

KARİN KARAKAŞLI

25.10.2021

Hayatı, zaman ve mekân koordinatlarıyla yaşamaya ve anlamaya alışmışız. Dünyanın düzeni böyle. Bir bağlam olunca sanki daha mı az absürt hissedileceğine güveniliyor bilinmez ama, dip dalga hâlinde uğuldayan bir kaosu patlamaya hazır bir seçenek olarak her daim içinde barındıran, cinnet sebebi bu düzen, tam da zamansız ve mekânsız hayal edilebildiği oranda özgürleştirici. Nitekim edebiyatın ve genel olarak sanatın yaptığı da bu; hafızayı sadece yaşanmışın kayıtlarıyla değil, yaşanabilir olanın ihtimaliyle sonsuzluğa genişletmek.   

Sonsuzlukla sınanan hayatın nasıl bir şey olacağı çok esere ilham olmuş bir soru. Jim Jarmusch’un yazıp yönettiği 2013 yapımı Only Lovers Left Alive (Sadece Âşıklar Hayatta Kalır) da, insanlık tarihine sonsuza uzanan ömürlerden tanıklık eden iki bilge vampirin gözünden bakıyordu. Sonsuzluk algısına, insanlığın ürettiği bütün kültür birikimine ve milyarlarca ömürlük hayat deneyimine sahip bu iki âşığın; dünyaya, hayata ve insanlığa bakışındaki kutupsal fark unutulur gibi değil.

Tilda Swinton (Eve) ve Tom Hiddleston’ın (Adam) yüzyıllar boyunca farklı coğrafyalarda birbirini bulduğu bir düzende bu kez günümüz Detroit ve Tanca’sında akıyor aşk. Deneyimli sevgilileri önce ayrı hayatlarında ve alabildiğine tezat kişilikleriyle görüyoruz. Eve, günlerini büyülü bir atmosfere sahip Tanca’da incelikle döşediği bir evde edebiyat hatmederek ve dans ederek geçirirken, müzisyen ve koleksiyoner Adam ise Detroit’in ekonomik çöküşün bütün izlerini taşıyan adeta terk edilmiş bir bölgesinde antika aletleri, el yapımı müzik enstrümanları ve besteleriyle çevrelenmiş olarak yaşıyor. 

 

‘Kanı bozuk’ insanlık

Filmin bütününe egemen olan güzellik ve zarafet, Adam ve Eve’in aşkının doğal bir tezahürü adeta. Yüzyıllar boyunca farklı coğrafi ve tarihi koşullarda sil baştan sınanmış ve hep sadakatle galip çıkmış bir bağ onlarınki. Bu sıra dışı iki varlık bağımsız hayatlar sürseler de görünmez bir bağla birbirine tutunmuş durumda. İki gezegen kadar farklı kişiliklerine karşın birbirini bütünleyen tuhaf bir uyumları var. Ruhları tanış ve adeta bozulmaz bir yeminle mühürlü.

Onların asaleti, film içerisinde ‘zombiler’ olarak adlandırılan insanların açgözlülüğü ve bencilliğini vurgulamak için de uygun bir zemin oluşturuyor. Tarih boyu bilim ve sanat başta olmak üzere hayatın her alanında insanlığın kendi içerisindeki asıl yeteneklerin kıymetini bilmediğini, şan ve şöhretle ruhları bozduğunu düşünen ve onlardan tekmil umudunu kesmiş olan Adam, artık insanların kanını da içmiyor çünkü bu kan ‘bozuk.’ Her ne kadar virüs ve mikroplarla hastalık barındırdığı vurgusu öncelikli olsa da Adam’ın bu ‘kanı bozukluk’tan kastettiği şeyin ruhsal çöküş olduğu da çok aşikâr. 

Bu arka plan eşliğinde kan içici vampir klişesi de yaratıcı bir şekilde uyarlanmış. Adam, hastalanma tehlikesine karşı Dr. Faust kimliğiyle hastaneden kanı en steril koşullarda temin ederken, Eve de Tanca’da dostluk kurduğu yaşlı vampir Christopher Marlowe’un (John Hurt) bir Fransız doktordan getirttiği steril kan deposundan yararlanıyor. İki vampirin insanlarla ilişkisi alabildiğine sınırlı. Adam, ihtiyaç duyduğu müzik aletlerini ve kimi antik eşyayı satın almak üzere underground müzikle ilgilenen, çevresi ve bağlantıları geniş Ian (Anton Yelchin) adında bir gençle görüşürken Eve de Marlowe’un öğrencisi Bilal’e (Slimane Dazi) güveniyor sadece. 

Her saniyesi bilim, edebiyat ve sanat tarihine göndermelerle dolu filminde Jarmusch, yaşlı vampirin şahsında tarihteki bir polemiği de gündeme getirerek Shakespeare’in Hamlet’inin aslında Marlowe tarafından yazıldığını söylüyor. Edison’a karşı da oyunu Tesla’dan yana kullanıyor. Bu noktada film, resmî kanona karşı alternatif bir değer sistemi ve temsilcileri ortaya koyuyor. Zamanında Schubert’e de beste vermiş olduğuna değinilen Adam, fiziksel ve ruhsal anlamda en zayıf olduğu bir anda duyduğu Yasmine Hamdan’ın müziğiyle coşku hissederken onun ünlü olmamasını diliyor içtenlikle çünkü Yasmine “ünlü olmak için fazla iyi”. Bozulmamak Adam’a göre müziğin ruhuna ihanet etmemekten, bire bir bağlantını kaybetmemekten geçiyor.  

 

Kutupların gösterdiği

Eve’in sevgilisini merak ederek araması ve onun melankolik hâlinden etkilenerek Detroit’e yanına gelmesiyle ana damarını bulan film, âşıkların kavuşma sahnesinden başlayarak birlikte geçirdikleri her bir anda ruh asaleti denen şeyin ne demeye geldiğini gösteriyor ve böylelikle romantizmin de klişelerden arınmış biricik özünü sergileyerek çok örselenmiş bu kavrama itibarını iade ediyor. Bir süredir Adam’la Eve’in rüyalarına girmekte olan Eve’in çılgın ve bencil kız kardeşi Ava’nın (Mia Wasikowska) hikâyeye dahil olmasıyla tempo artar ve akışa bir macera duygusu eklenirken filmin asıl ruhunu Eve ve Adam’ın kişilikleri ve aşkları oluşturuyor.   

Biri her şeyi karanlık görüyor sadece yıkıma ve kültürün de bu yıkıma denk gelen gotik yanına odaklanmayı tercih ediyor, ruhunu bu karamsarlıktan besliyor. Diğeri ise doğanın ve edebiyatın ışığına, hayatın kendini yeniden yaratma gücüne âşık. Dünyadan ve insanlıktan ısrarla ilhamla doluyor.

İki âşığın baktığı dünya aynı dünya, temas ettikleri de aynı insanlar. Hâl böyle olunca biri gerçekse diğerinin geçersiz olması gereken bir tez var gibi ortada. Oysa aslında çelişkiler yumağı insanlık göz önünde bulundurulduğunda, her iki ruh hâline de yer var. Eve bir noktada Adam’ın hayata karşı inançsızlığına isyan ediyor: “Nasıl olur da bu kadar uzun zamandır yaşayıp halen anlamazsın? Kendine bu denli saplantılı olman tam bir zaman kaybı. Oysa bu zaman pekâlâ sıkıntıların üstesinden gelmek, doğayı takdir etmek, iyilik ve dostluk geliştirmek ve dans etmek için kullanılabilir. Ayrıca aşk konusunda da çok şanslı olduğunu söylemem lazım.” 

Eve’in yaptığı aslında Adam’a öncelikleri hatırlatmak. Neyi hatırlamayı ve unutmayı tercih ettiğinle ilgili bu durum. Acıları unutmayıp güzeli ummak da mümkün, güzeli silip sadece kötüyü hatırlamak da. Hayatsa mutlak olarak ne biri ne de diğeri. 

Sıklıkla pek çok klişeyle kuşatılan vampir temasına özgün bir hikâye yorumu getiren film, yarattığı yoğun atmosferle ve sorduğu bu temel soruyla izlendikten uzun zaman sonra da zihinleri ve kalpleri meşgul etmeye devam ediyor. Küçük bir not olarak belirtmek gerekir ki bu atmosferin oluşumunda görüntü yönetmeni Yorick Le Saux’nun hüneri kadar Jozef van Wissem, Yasmine Hamdan ve SQÜRL imzalı müziğin de etkisi büyük. İster film içerisinde tadına varın, ister ayrıca dinlemeye devam edin bu filmin müziği başlı başına bir hipnoz aracı. O müzik eşliğinde her nereye ışınlanıyorsanız bilin ki orada, o imgelerin ve hislerin içerisinde bilmeniz gereken bir şeyler var. 

Sonsuzluğun sadeceleri diye bir şey kalıyor benim ruhumda her seferinde. Sonsuzluk tahayyülü dünyevi dertleri toz zerresi kılan bir boyutsuzluk. Oradan bakıldığında sadece neyi, sadece kimi, sadece nasıl hatırlayacağınız, iradeyle verilmiş bir karar olarak anı kaydını, hikâye yazımını etkiliyor. Ve bu sizin anınız, bu sizin hikâyeniz. Hâlâ ve her şeye rağmen ışığa yer varsa hikâyenizde, siz de bu zamansız vampirler eşliğinde uçabileceksiniz demektir. Ha arada düşermişsiniz, o da uçmaya dair. Ruhunuz hür nihayet. Aklınız ve kalbiniz kocaman. İnsanın ölümsüzlüğe en yaklaştığı andasınız. Baş rolünde olduğunuz filminizin can alıcı noktasında. Sahne sizin, haydi dansa.