Mutlu zaman hafızası
Nâzım Hikmet’in Abidin Dino’ya sorduğu o soru günlük hayat içerisinde de göndermede bulunabildiğimiz bir yakınlıkta daima
01.11.2021
Edebiyat başta olmak üzere sanatın ağırlıklı olarak acı ve hüzün odaklı olduğu yönünde bir kanaat var. Genel olarak baktığımızda hakikaten de sanat eserleri insanın içinden çıkamadığı karmaşık durumları, ödeşmeleri, geçtiği sınavları, kederi, yıkımı ve inşa ettiği umutla yeniden doğuşunu büyük bir hararetle ve olanca özgün kurgular içerisinde ele alıyor. Elbette mutlu zamanların da bu koca kültür birikiminin içerisinde kaydı vardır ama nicelik açısından daha mütevazı bir yığın oluşturur. Mutluluğun hafızamızdaki yeriyle ilgili olduğunu düşünürüm bu durumun.
Öncelikle nasılsın sorusuna verilen bir yanıt değil mutluluğun tanımı. İyiyim dediğinde ister laf olsun diye demiş ol, ister tam da öyle hissederek, süregelen bir durumu tarif etmiş oluyorsun. İyiyim, kötüyüm, fena değilim gibi ifadeler hep geniş zamanların karşılığı. Mutluyum demekse neredeyse ânı yakalamakla ilgili. Gözünü açıp kapayıncaya kadar o mutluluk hâli senden geçmiş olacak çünkü. Şimdi artık yerinde yeller esen o bir zamanlar yaşadığın evi, gittiğin okulu, oturduğun çay bahçesini göstermek gibi mutluluk. Gösterememek daha doğrusu. Elinin havada, hevesinin kursağında kalması.
Mutluluk hissi öyle unutulur ya da başka bir ruh hâliyle karıştırılır bir şey değil. Kıvamı çok yoğun, etkisi çok keskin. Genelde de bir beklenmediklikle çevrili. Sıradan hayatın içine sığmayan incelikli bir ayrıntıyla. Sevdiğin, senin için önemli olan birileri bir sürpriz hazırlamış sana misal. Sadece senin mutluluğun gözetilerek yapılmış, sevinçten havalara uçacağın bir şey; özel bir hediye, değişik bir plan, cesur bir atılım, keyifli bir seyahat. “Seni mutlu etmek istiyorum” demenin “Mutlu ol sen” dileğinde bulunmanın somutlaşmış hâli. İşte o ânı daha yaşanırken şükranla kaydediyorsun hafızaya.
Sonra bir de sebepsiz mutluluklar var. İçine bahar çiçekleri, genzine deniz kaçmış gibi hissettiğin, okul kaçağının haşarı ruhuna büründüğün bir tuhaf, esrik hâl. Aşka benzeyen biraz. “Ne oldu?” diye sorduklarında gülümseyerek “Hiç, mutluyum sadece” dediğin. Tam da o anda hissettiğin için diyebildiğin…
Mutluluğun çelişkili doğasını, hafızayla bu çetrefil ilişkisini şiir yakalar zamansızlığında. Edip Cansever’in ‘Ölü Bir Deniz Yıldızı’ buna en güzel örneklerdendir:
Ey sonbahar! Ey düşsel yolculuk! Seni
Dolaştım yaz sıcaklarında, bekledim
Duydum ki benim değildi artık, doğanın
Kalbiydi uçurumlar toplamı kalbim.
Ödeşmelerin, başlangıçların ve tam da bu sebeple sonların mevsimidir sonbahar. Kalbini emanet edebilirsin ona. Kuruyan çiçeklerini gösterebilirsin. Sana sararmanın da bir dönem, hatta bir güzellik olduğunu hatırlatacaktır döngüsünden bahsederek doğanın. Eğer kendini bırakırsan, yeryüzünün üzerinde, gök kubbenin altında o biricik varlığınla hayatın ta kendisi olduğunu.
De bana, anlat bana,
öyleyse neden hatırlıyorum onu
O fırtına kuşunu gölgesini yere düşüren
Gittiydi geldiği yere, uzaklığına
Döner mi bir daha dönmez mi bilmem
Yüklenip yittiydi gözden onca çırpınışları
Ne sevinç bıraktıydı içimde, ne keder, ne acı.
Bir sen kalmıştın sen,
ey sonbahar ılımı, dörtnala gelen
Bir atın kalkışı gibi kalkıp da gözlerimden.
Hayatın ruhu denen bir şey var. Canın özü. Mağmanın lavı. Varlık çekirdeği. İşte o kaybolursa başlıyor asıl parçalanma. Kolun kanadın kırılıyor. Ruhun sünüyor anki. Şekeri kaçmış sakız gibi oluyorsun. Kendinin eksikli bir kopyası. Her şeyin otomatik pilotta; rutinde bir aksaklık yaratmadığın sürece seni işlevli ve dolayısıyla iyi sanıyorlar. Mutluluğunla da zaten kimse ilgilenmiyor.
Parlar ki şimdi arasıra geceleri
Diplerde, derinlerde, yalnızlığımda
Ölü bir deniz yıldızıdır mutluluk
O nedensiz mutluluk, olsa da olur olmasa da.
Hatırasından bilinir mutluluk. Yitip gitmişlik hatırasından. Mutluluğu hatırladım demek artık o mutluluk hâlinde olmamakla eşdeğer. Kış vakti puslu göğün altında, hırçın denizin üstünde ateş böceği gibi parıldayan ışıklarıyla geçen bir gemiye bakmak gibi uzak bir pencereden. Bir vakit birlikte bakılan uzaklar vardı. Yanındayken, çıkmadığın bir yolun heyecanını da hissettiğin. Gözlerini kapatmıştın. Mutluluk kanat kanattı.
Bir hayal, bir tahayyül
Sorumuza geri dönelim: İnsan hatırlayacağı mutluluk anlarına yaşanan anda mı karar veriyor, yoksa çok zaman sonra varlığından bihaber bir kayıtlı hikâyenin gün yüzüne çıkmasıyla mı şaşırıyor? Mutluluk, yaşanırken başka bir şeye yer bırakmayan, esrik bir ruh hâli. Bu açıdan dinginliğe benzemiyor misal. Yörüngesinde sakince dönen bir gezegen değil, hesapta dahi olmadan kayıvermiş bir meteor. Her olağanüstü şey gibi biraz heyecan verici biraz da ürkütücü. Beklenmedik bir kere. Sen azmetsen de çabayla elde edebileceğin, parayla satın alabileceğin, birilerinden, bir yerlerden çalabileceğin bir şey değil mutluluk.
Bir de yaşarken o günün koşulları içerisinde sana çok sıradan gelen bir şeyin yıllar sonra mutluluğa dönüşmesi diye bir şey söz konusu. Bu bağlamı yaratan kayıp duygusu. Bir şeyler akıp gitmiş, birileri ölmüş, varlığını sorgulamayacağın denli doğal bulduğun bir şeyler yok olmuş. O zaman işte ortak yaşanmış her şey mutluluğa dönüşüyor kederle gülümseten tekrarlanmazlığında.
Nâzım Hikmet’in ‘Saman Sarısı’ şiirinde Abidin Dino’ya sorduğu o soru günlük hayat içerisinde de göndermede bulunabildiğimiz bir yakınlıkta daima:
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
İşin kolayına kaçmadan ama
Gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil.
Ne de ak örtüde elmaların,
Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini.
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin?
Çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının
Resmini yapabilir misin üstat?
Nâzım Hikmet bu sorusuyla aslında mutluluğun o kaçak doğasını açık eder; yakaladım diyene kadar avuç içinden kayıveren bir varoluştur mutluluk. Tarife, tasvire zaman tanımayandır. Tek bir şeyin adı değildir üstelik. O yüzden sabitlenmiş bir durumla açıklanamaz. Bak işte şu, diye gösterilemez. Bir his değil kainattır. Günlerden bir gün, anlardan bir an hayatın senin içinden aktığını hissedersin. Bir şeylerin parçası değil ta kendisisindir sanki. Titreşirsin.
Abidin Dino’nun buna mukabil resimle değil şiirle yanıt verişi de anlamlı değil mi? Sürgündeki dostuna duyduğu hasretle bir kavuşma ânı düşler Dino şiirinde. Hem de sadece kendisi için değil, kişiliği bir tarih ve coğrafyayla bu denli harmanlanmış bir ruha kavuşacak koca bir halk için.
Kokusu buram buram tüten
Limanda simit satan çocuklar
Martıların telaşı bambaşka
İşçiler gözler yolunu.
İnebilseydin o vapurdan
Ayağında Varna’nın tozu
Yüreğinde ince bir sızı.
Mavi gözlerinde yanıp tutuşan
Hasretle kucaklayabilseydim
Seninle, bir daha.
Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
Bağrımıza bassaydık seni Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Başında delikanlı şapkan,
Kolların sıvalı, kavgaya hazır
Bahriyeli adımlarla düşüp yola
Gidebilseydik meserret kahvesine,
İlk karşılaştığımız yere
Ve bir acı kahvemi içseydin.
Anlatsaydık
O günlerden, geçmişten, gelecekten,
Ne günler biterdi,
Ne geceler…
Dinerdi tüm acılar seninle
Bir düş olurdu ayrılığımız,
Anılarda kalan.
Ve dolaşsaydık Türkiye’yi
Bir baştan bir başa.
Yattığımız yerler müze olmuş,
Sürgün şehirler cennet.
İşte o zaman Nâzım,
Yapardım mutluluğun resmini
Buna da ne tual yeterdi;
Ne boya…
Bazı hayaller hasretinden çok, acısı çekilen eksik gerçeklerin ifadesi. Dino, haksızca, hukuksuzca toprağından koparılmış bir şairin özlemiyle inanılamayacak kadar hazin gerçekleri unutturacak bir hayale bırakır kendini. “Acıları dindiren, ayrılığı düş kılan” bir hayale. O mutluluk tahayyülü yaşatılan yalanlardan daha sahici, daha yakındır şairin kalbine. Ve mutluluk resmi yapılmaya fırsat kalmadan yaşanacak, nefes gibi solunacak bir hâl. Sesi, görünümü, kokusu, dokusuyla gelecek. Ne bir eksik ne bir fazla.
Böyle mutluluklarımız olsa ya. Bir ömür yaşansa ve hatırlansa…