Susulmuş sevgi

Helios Felaketi ve Amerika’ya Hoş Geldiniz kitaplarıyla Linda Boström Knausgård, çağdaş edebiyata kendine ait bir dille damga vuruyor.

KARİN KARAKAŞLI

07.12.2021

Bir edebiyat dünyası kurmak, yazarın zorlu sınavlarındandır. Yazma mücadelesine girişilen kitap geri kalan her şeyi unutturacak bir talepkârlıkla geldiğinde, ufukta belli belirsiz görünen o pek uzak kıyıya ulaşmaya çalışırsın. Ve o can havli içerisindeyken aslında bunun kimbilir kaçıncı yola çıkışın olduğunu, rotayı bildiğini, akıntıları tanıdığını aklına getirmezsin. Her seferinde ilk seferki gibi kaybolursun. Aradığını bulmanın şartıdır sanki bu. 

Ama bazen anlatmak istediğin meramın aciliyetinden, derdin sahiciliğinden ötürü kendini tekrar etmeden bir dil oluşturman, her özerk edebī yolculuğa sadece sana ait bir dille damga vurman mümkün olur. Linda Boström Knausgård’ın Helios Felaketi ve Amerika’ya Hoş Geldiniz kitaplarıyla başardığı tam da bu. Aralarında Carl Johan Vallgren ve August Strindberg’in de bulunduğu pek çok İskandinav yazarı Türkçeyle buluşturan Ali Arda bu kitapları da İsveççe aslından çevirmiş. 2013’ten 2017’ye kadar dönem dönem psikiyatrik gözetim altında tutulan ve kendisine uygulanan elektroşok tedavisi yüzünden anılarının bir kısmını kaybeden Linda Boström Knausgård’ın gerçek anlamda açık otobiyografik kitabı Ekim Çocuğu da külliyatın parçası olarak Kıraathane Kitapları’nın yayın listesinde. 

Linda Boström Knausgård’ın edebiyat dünyası, meram olarak iletişimsizlik ve delilik hâllerinin dert edinildiği zemini kaygan bir düzlem. Helios Felaketi’nde tanrıça Athena gibi babasının kafasından doğan on iki yaşındaki Anna Bergström, o doğum sonrası şizofreni tanısıyla akıl hastanesine kaldırılan babasından ayrı düşerken, Amerika’ya Hoş Geldiniz romanının on bir yaşındaki baş kahramanı Ellen de alkol sorununun eşlik ettiği anksiyeteler sonucu sık sık hastaneye kapatılan ve nihayetinde ailesinden uzakta yalnız yaşadığı dairesinde ölü bulunan babasının kaybından kendisini sorumlu hissederek yaşıyor. “Babam öldü. Bunu anlatmış mıydım? Benim suçum. Babamı öldürsün diye Tanrı’ya yüksek sesle yakarmıştım; öldürdü.” 

Biri babasına kavuşmak, diğeri babasından özgürleşmek gaileleriyle çırpınan bu iki karakter akıl ile delilik, aidiyet ile yalnızlık, isyan ile kabulleniş kutupları arasında sarkaç misali gidip geliyor. Her iki kitabın da yoğun, kısa ve şiirsel bir anlatımı var. Yazar, sanki tek bir kelime daha ekleyemezmiş ve bile isteye okura emanet ettiği boşlukların hiçbirinden vazgeçemezmiş gibi duruyor.  

Düzen denen cephenin ortasında

İki kitap da adeta hazırsanız başlayalım, yoksa kitabı elinizden bırakın gitsin diyen iddialı girişlere sahip. Adını alan Helios Felaketi “Bir babadan doğuyorum. Kafasını yarıyorum. Hayat kadar uzun bir ân karşı karşıya duruyoruz, birbirimizin gözlerine bakıyoruz. Sen babamsın diyorum gözlerimle. Babam.” diye başlıyor söze. Zırhını çıkaran, mızrağını mutfaktaki kanepenin sandığına saklayan, başında miğferiyle kuzeyde bir köyde ortaya çıkan bir kızın hikâyesi bu. Zamanını ve mekânını şaşırmış bir Athena. Daha doğrusu içerisinde bu tanrıçanın arketipini taşıyan bir küçük kız. Kelimeleri hafızasına kaydederek öğrenen ama kullanamayan bir kız Anna. İsmi bile kendisine komşusu tarafından götürüldüğü sosyal hizmetler bürosunda gıyabında verilmiş. 

Amerika’ya Hoş Geldiniz’in başında ise “Konuşmayı bırakalı çok oldu. Herkes alıştı. Annem, kardeşim. Babam öldü, o ne derdi bilemiyorum. Belki kalıtsal bir şey. Kalıtım bizim sülaleyi kötü vuruyor.” diyor Ellen. Bu romanda baş edilememiş acı ve travma herkeste farklı tezahür ediyor. Erkek kardeşi tepkisini Ellen’e fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayarak, müzik yaptığı odasının kapısını çivileyerek ve idrarını plastik şişelerde biriktirerek gösterirken, karizmatik kişiliğiyle hayatı da tiyatro sahnesi gibi yaşayan oyuncu annesi, tiyatro aşkına, sevgililere ve güzellik bakımına sığınıyor. Eşinin kimi zaman doğrudan can güvenliğine kasteden dengesizliklerinin ilk elden tanığı olarak ısrarla “Aydınlık bir aileyiz” diyen bir kadın bu. Günlerden bir gün Ellen, tek bir kelime dahi konuşmama kararı alarak sessizliğe sığınınca, herkes kendi inkârıyla yüzleşmek durumunda kalıyor. 

Tıpkı Ellen gibi Linda Boström Knausgård’ın da annesi bir tiyatro oyuncusu. Dolayısıyla çocukluğu onun provaları ve oyunlarını izleyerek, mitolojik anlatılar ve replikler ezberleyerek geçmiş. İlk şiir kitabı 1998’de yayımlanan Boström Knausgård, evlilik, annelik, psikolojik hastalık sebebiyle on üç yıl ara verdiği yazmaya bir anda geri dönmüş. O gün bugündür hep kelimelerin şifasına sığınıyor. 

Şaşırtıcı olmayacak biçimde her iki romanda da aile bir savaş alanı. Okul, sosyal hizmetler, hastane gibi kuruluşlar da bu savaşın diğer cepheleri. Baş karakterler uyumsuzluklarının farkında ve bir noktadan sonra bunu kabul etmiş görünüyorlar. Helios Felaketi’nde koca bir köyün  Pentakostal Kilisesi ile alkole karşı mücadele derneği arasında bölüşüldüğünü görüyoruz. Yazar bu noktada kara mizahın dozunu iyice artırıyor.  “Erik, Pentakostal Kilisesi’nin papazı, köyün manevi dünyası ondan sorulur. Sven daha çok beden ve duyu dünyasıyla ilgiliydi. Köyü kendi aralarında bölüşmüşlerdi, böylece birbirlerinin ayaklarına dolanmıyorlardı… Çoğu kişi ikisinde de vardı. İnsanlar ayık kalma yemini ya da Tanrı’ya bağlılıklarını beyan etmedikleri zamanlarda spor yapıyorlardı.” 

 

Yalnızlık değil yalıtılmışlık

Her iki romanda da gerek Anna’nın gerek Ellen’in zihninin tam içerisinde yer alıyoruz. O yüzden bu kitaplardaki delilik de belli ve güvenli bir mesafeden izleyebileceğimiz bir şey değil. Bize “karşı taraf”ın ya da “aslında ne olduğu”nun hikâyesi anlatılmayacak. Dünya onların gördüğü ve hissettiğinden ibaret. Aslında olan sadece bu. Anna hikâyenin başında babası ile ilgili birkaç cümle kurar ve ona kavuşma isteğini ifade ederken kitabın ikinci yarısında içine adeta hapsolan kelimeleri bir türlü ortaya çıkaramayan birine dönüşüyor. 

Anna’nın babası Conrad, yokluğuyla var olan bir baba. Kendisi yerine boşluğu konuşan biri. “Babamda akut şizofreni vardı; anlattıklarına aldırmıyorlar, baş ağrısını dindirmek için öyle ağır ilaçlar veriyorlardı ki gerçekten nelerin olup olmadığından kendisinin bile şüphelenmesine neden oluyorlardı.” şeklinde bir bilgi paylaşıyor Anna bizimle. Ancak bu bilgi, tıpkı diğer pek çok ayrıntı gibi mitolojik, hayali ve hatta halüsinatif bir anlatının içerisinde eriyor. Hoş, gerçek ve kurgu çizgimiz okur olarak da alabildiğine gevşek artık. Anna ve Ellen’in anlattıklarını sırf kendi zihinlerinde diye gerçek dışı ilan etmek mümkün değil. Aksine çoğu zaman bu sahneler, içerdikleri mesaj ve duygularla en sahici anılara denk geliyor.

Yanına yerleştirildiği ailenin oğullarından Urban’la özel bir bağı var Anna’nın. Muhtemelen bu gencin de kendi içerisindeki sessiz iç dünyadan ve kimseyi yargılamayan, paylaşmacı doğasından etkileniyor Anna. Balık tutmayı, odun yarmayı öğreniyor ondan.  “Urban benim arkamda durdu, olta kamışını birlikte tuttuk, sinek olta suyla buluşana kadar olta kamışı bizimle birlikte havada dans etti. Urban’a böyle yakın olmak hoşuma gidiyordu, ona ve tükenmek bilmez sabrına yaslanırdım.” 
 

Kelimeler ve suskunluklar

Yazar serbest çağrışım bile sayılamayacak çok keskin, sert geçişlerle an ve anı parçacıklarını rastgele savuruyor önümüze. Biraz ortaya kâğıt atmaya benziyor tarzı. Onun dünyasında kelimelerin kudreti ve aczi çok belirleyici. Suskunluk ise kimi zaman tek geçerli iletişim biçimi. Ellen, susmayı bir irade biçimi olarak tercih ediyor. “Büyümek, içimde fazla yer kaplamaya başladığında konuşmayı bıraktım. Hem konuşup hem büyüyemeyeceğimden emindim… Reddedişten daha fazla bir şeydi bu. Kaçış da değildi. Gerçekti. Benim gerçeğim… Sessizlik bir imkân olarak hep oradaydı. Üzerine basılacak siyah bir zemin.” Ve suskunluk geçici bir sığınak olsa da ölümün yerini tutacak gibi değil. “Gökyüzündeki sevgili Tanrı. Annemi koru, mutlu et. Onu koru, bana bir ölüm bul… Bu suskunluk bütün bir ömrü taşıyamaz, diye düşündüm. Boydan boya bütün bir hayatı yaşamak akıl kârı değil, diye. Hiç kimse benden bunu isteyemezdi. Anlayacaklardı. Bunun imkânsız olduğunu, içten içe, onlar da biliyordu herhalde. İrademi serbest bıraktım. Artık her şey olabilirdi.” 

Anna için kelimeler hastanedeki babasına yazdığı mektuplarda uzanan bir el ve yanıtından korkulan bir soru önceleri. “Kelimeler babamı nasıl etkileyecekti? Okuduktan sonra ne yapacaktı? Mektubu komodinin üzerine koyup, kelimeleri enine boyuna düşünecek miydi? Benim anım orada olacak mıydı, o anda, düşünürken? Ve beni en çok korkutan soru: Mektubuma cevap verecek miydi, yoksa bir kenara koyup sonsuza kadar unutacak mıydı? Beni hatırlayacak mıydı? Kızını? Hafızasından yok mu olacaktım, yoksa oraya yerleşecek miydim? Eskiden, mektuptan önce hep umut edebilirdim, ama şimdi bir hüküm talep etmiştim, bu kelimeyi tekrarladım, hüküm. Yataktan kalktım.”

Anna bir tek kayaklarını giyip kendini karşı tepelerden aşağı bıraktığında hayata ait hissediyor. Biriktirdiklerini haykıracak kadar. “Kaydım, ağladım ve çığlık attım. Köyde, ailenin yanında geçirdiğim haftalar boyunca bedenim yalnızca çığlık atmayı beklemişti sanki. Gökdelen kadar yüksek bir çığlıktı, sudan duvar gibi, ilkbahar ırmağı gibi, yerden kopup havalanan uçak gibi bir çığlık. Öyle bir çığlıktı ki her bir hücrem titredi. Çığlığım fırtına gibiydi. Sağanak gibi. Çığlığım mızrak gibiydi. Bir çıkış yolu gibi.” 

Anna’nın durumu Pentakostal Kilisesi’nde Kutsal Ruh’a aracı olduğuna inananlardan sayıldığında ve doğaçlama sayıklamaları dilleri konuşmak olarak kabul görünce daha da zorlaşıyor:  “Kelimeler ağzımdan fışkırdı; başı sonu olmayan sözcükler, birbirine tutundular, oynadılar, sündüler, ağzımın içinde gerindiler. Bütün kiliseyi doldurduklarını, ırmaklar gibi çağlayıp gürlediklerini düşündüm, onları uzaktan seyreder, birbirleriyle nasıl oynadıklarını görür gibiydim. Birbirlerini ısırdılar, itiştiler. İçimden, içimin en derinlerinden fışkıran kelimeler kiliseyi doldururken hissettiklerimi daha önce hiç hissetmemiştim. Kelimeler geldi, etraflarındaki her şeyi maviye boyadı, girdaba dönüştüler, ben de dalgaların içine daldım, bir kızın yattığını gördüm, bir yatakta uyuduğunu; saçları yastığa dağılmıştı, yanaklarını okşamak içine üzerine eğildim, gözlerini açtı. Bir tünelden aşağı yuvarlandım, uyandığımda yerde yatıyordum.”

Anna da Ellen de duyargaları çok hassas ve insan denen varlığın her hâline çok açık çocuklar. Katılaşmayı ve ölmeyi, hayatın bu denli özüne ihanet edilerek yaşanmasına katlanamadıkları için ister gibi bir hâlleri var. Oysa hayata tutunmaları da bir bahaneye bakıyor aslında. Tıpkı Anna’nın Urban’da bulduğu yakınlık gibi. “Dışarısı her zamanki gibi karanlıktı, gelecek ilkbaharı düşündüm. Urban’ın ırmağın sevinciyle ilgili söylediklerini, ışığın öyle birdenbire gelip insanları çılgına çevirdiğini. Güneş-hastalığı, diyordu Urban buna, yükseklere, daha yükseklere süzülüyor, bir türlü uyuyamıyordunuz. İçinize işleyen neşe, bedeninizde yer bulamıyor, dışarı çıkacak bir yol arıyor, başınızda bir delik açıyordu. ‘İşte bunun için Haziran’a kadar bere takmak gerek’ demişti. ‘Kafamız dağılmasın diye.’” 

İkinci bölümde bir ton farkı yaşanıyor. Konuşmaya ve uyum sağlamaya çalışan Anna’dan eser yok artık. Nasıl olduğunu anlamadan kendisini akıl hastanesinde başhekim, stajyer ve hasta bakıcı Artan’ın karşısında neden konuşmadığı konusunda sorguya çekilirken buluyor. Yanı başında yine Urban var. “Urban’a baktım. Ciddi bir ifadeyle baktı bana. Sanki gözleriyle bana bir şey söylemeye çalışıyordu, diğerlerinin duyamayacağı bir şey. Burada kalmalıymışım, böyle dedi. Böyle diyormuş. Başka bir şey değil. Kelimelerin gözlerinden zorlanarak çıktığını duydum, renklere benziyorlardı. Yalvarışıyla odayı kızıla boyadı. Bana yalvarıyordu. Ona baktım, baktım. Elimden başka bir şey gelmiyordu. Ondan başkası yoktu. Durum buydu, kesinlikle başka türlü olamazdı.”

Ölüm isteği, katlanılmaz hâle gelen yaşama acısını dindirmenin çaresi. “ ‘Ölmeme yardım eder misiniz?’ Bu arzumu yüksek bir sesle ve tane tane söyledim. İçimin en derinlerinden geldi, duvardan duvara çarparak odayı dolaştı. Bunu istediğimi biliyordum, ve bir kez bilmişken, hiç unutamayacaktım… Urban ağlıyordu. Ağladığını duydum, içim parçalandı, ona vermek isteyeceğim en son şey buydu, ama sahip olduğum tek şey de buydu. Gerçek olan tek şey.” 

Urban’la el ve gözle kurduğu iletişimin bir benzerini koğuştaki hastabakıcı Artan’la kuruyor. Bu açıdan bağ kurduğu az sayıda insan aslında hayata dair çığlığı sayılır. Tavanda “çiçek gibi açılmış bir nem lekesi”ne bakarak geçiyor günler ve günlerle bağı olmayan geceler. Nefes alıp veren, kabarıp sönen duvarlarda parmak uçlarıyla okuduğu “Ölümü öleceksin” yazısı. Kuyu yılanıyla boğuşarak akan belirsiz saatler, “Bu son ânımdı, böyle dedi yılan, ölüm böyle bir şey işte, bir okşayış kadar sessiz, bir doğum kadar içten. Seni şimdi öldüreceğim, dedi yılan, ve razı oldum. Öldür beni. Öldür beni.” 

Artan bir gece Annayla tam da o gün kendi babasını kaybettiğini paylaşınca, Anna kendisi için dökmediği gözyaşlarını salabiliyor nihayet. İnsanlık hâline ve ölümün çelişkisine dair bir ağıt yakıyor sanki usul usul. 

“Artan gitti. Karanlıkta uzandım, geride bıraktığı boşluğu duydum. Geride boşluk ve ölümü bırakmıştı. Ölüme dair şimdiye kadar bildiğim ne varsa yanlış olduğunu anladım. Ölüm ısmarlanan bir şey değildi. Eğer peşine düşmüyor, bir uçurumdan atlamıyor ya da bir sürü ilaç almıyorsanız, o zaten sizi bulurdu. İşte o zaman gelir, bir lambayı söndürür gibi kalbinizi söndürürdü.” Özlemini çektiği kendi ölümü ise uzaklaşıyor gitgide. “Ölüm uzak geliyordu. Artık bana ait değilmiş gibi, artık bir ihtimal değilmiş gibi. Ölümü yalnızca düşlerimde görüyordum, ona yaklaşıyordum. Kayıkçı adamdı, şarkı söyleyen sis, yahut çökmeyi bekleyen çakıl ocağı. Kızıl gözlü köpek. Hangi kılığa girerse girsin tanıyordum ölümü, ama bir türlü yeterince yaklaşamıyordum.” 

Kriz geçirip kendisine zarar verdiğinde yine Artan’ı hayal kırıklığına uğratmış olmak var aklının bir köşesinde. “Ağladım, sonum geldi diye ağladım, daha fazla bir şey yapamadım diye, bildiğim hayat bitti diye ağladım.”  Hasta bakıcıların hastalardan asla bir şey beklememesi gerektiğini anladım, hastalara asla yatırım yapmaması gerektiğini.” 
 

Karanlık sular

Karanlık ve su bu özel dünyanın metaforlarından. Anna’nın ölümle özdeş karanlığına, bütün aksi çabalarına karşın bazen umut niyetine ışık da sızıyor. “Hâlâ hayattaydım. Nefes alıp veriyordum. Hayatın, karanlığın en derinlerinde kendine bir yer açmasına hayret ediyordum. Etrafını kuşatan karanlık, ellerini çanak yapıp avuçlarında tutarken, kalbimin atmaya devam etmesine. Her an kapanıp, son darbeyi vurabilecek ellerde. Karanlık her şeyi yapabilecekken. Yoksa içimde bir yerlerde bir ışık sızıntısı mı vardı? Urban mıydı o?” 

Yer değiştirmiş duyularla birlikte yeni bir dille tarif ediyor karakterler her şeyi. “Gece uykuları. Denizin üstünde tahtabacaklarla yürür gibiydim. Su yüzeyinin çok üstünde, dünyanın döndüğünü görüyordum… Oda karanlık. Lamba yakmıyorum. Biz aydınlık bir aileyiz” diyen

Ellen’in karanlığı neredeyse kıvamlı bir madde. “Karanlık her yerdeydi. Karanlık kokuyordu. Korku ve yapışkan, şekerimsi bir şey kokuyordu. Musluktan fışkırıp küveti dolduran şey karanlıktı sanki. Saçlarımı karanlıkla yıkadım, bedenimi, tüm varlığımı. Karanlığı yedim, içimi karanlıkla boyadım. Karanlık yavaş yavaş yerleşti. Bir tek annem hâlâ aydınlıktı… Çocukla yetişkin arasındaki fark bu muydu? Işığı içine alabilmek ve alamamak? Ben şimdi neydim? Yetişkin değildim. Çocuk da değil. Henüz genç de değildim, demek ki bir çocuktum. Karanlığa tutunan bir çocuk. Korkunçtu.” 

Hezeyan hâllerinde her iki karakter de karanlıkla ve sularla mücadele ediyor. Anna, dünyaya toslayan gerçekliğini duru bir şekilde şöyle anlatıyor. “Göz kapaklarımın arkasında bir şey görmedim; her şey siyahtı, ben de böyle olsun istiyordum. Karanlıkta olmak; bir şey demeyen, tırmalayıp yırtmayan, sessizliğin dalgasız, yüzeyi metal parlaklığında, gri bir deniz gibi olduğu yere kadar batmama müsaade eden karanlıkta. Kapıya vurulduğunda o denizde yüzüyordum.” Ellen de sularla boğuşuyor sürekli: “Babam yok oldu, yerini deniz aldı. Suda yürüyerek adaya çıktım, teknelerin peşinden giden martılara baktım. Uzaktaki küçük adaların üzerinde uçan kartalları gördüm. Gagalarıyla, pençeleriyle balıkları nasıl parçaladıklarını. Kayaların üzerinde hoplayıp kayar gibiydiler. Yağmur kırbaçlıyor, açıklarda sular köpürüyordu. Ayağa kalktım. Elimle gökyüzünü çizdim.” 

Hastane ortamı ve hastalık hâlinin kendisi bir araf. Ne kadar üşüreceği, bitip bitmeyeceği belli olmayan, kendi içerisinde insana zaman duygusunu kaybettiren bir ara durum. Anna, insanlık kadar eski bir hikâyeyi de sırtlayarak anlatıyor bunu. “Sonsuzluk. Bu kelimeden daha korkunç bir şey var mı? Ölebilmek. Ölebilmek. Hayattan, ölümün olduğu o büyük, o sessiz odaya geçebilmek. Kalbin son vuruşunu duymak. Bu özgürlük neden esirgeniyordu. Niçin? Çünkü ben Athena’ydım… Geleceğimle ilgili hiçbir şey bilmiyordum, geçmişim kesilmiş bir ip gibi elimde kalmıştı.” 

Ellen için de sonsuz bir anda asılı kalıyor zaman. Bazen geçmişten bazen bugünden bir anda. İleriye dönük bir hayal de kurulamıyor. Ölümden başka. Ellen, renklerle anlatıyor bu duyguyu. “Hayat nasıl yaşanmalı diye sordum kendime, bir cevabım yoktu. Ne kadar çabalasam da bir gelecek göremedim… Saatlerin renkler gibi yayılmasını izledim. Sabah sarıydı, öğleden sonra yeşil, akşam uçucu erguvanî.” 

 

Amerika’ya Hoş Geldiniz

Kitap başlıkları doğrudan konuyla ilgisi yokmuş gibi görünen göndermelere dayanan bu iki roman da tuhaf bir biçimde en dibinden, ta damardan yaşattıkları delilik ve yalıtılmışlık sancısına rağmen ya da belki tam da bu sebeple karakterlerin şu dünya üzerinde bir anlığına ve bir nebze olsun anlaşıldıklarını hissettikleri insanlarla yaşanan iletişimin sıcaklığı ve imkânı ile akılda kalıyor en çok.

Anna’ya kıyasla Ellen’inki daha keskin bir yalnızlık. Susma kararını verdikten sonra en yakın arkadaşı da dahil herkesin kendisinden ve evlerinden uzaklaştığını görmüş Ellen. “Eskiden bir imkân olarak park vardı. Arkadaşımla ağaçta oynardım. Saatlerce ağacın üzerinde oturur, gördüğümüz hâliyle dünyayı konuşurduk. Ağaçta birlikteydik, gittikçe daha yükseklere tırmanır, birer çatallı dal bulup oturur, ayaklarımız sallardık. O şimdi başka bir kızla oynuyor. Ağaca çıkıyorlar mı bilmiyorum.” 

İki kardeşin birbirine yakınlaştığı iki özel durum da felaket ve tehdit anlarına denk geliyor. Ellen ev kapısı açılana kadar sahanlıkta altına kaçırdığında erkek kardeşi ortalığı temizleyip yatağa yatırıyor onu. Bunca hoyrat bir karakterin bu zayıf andan faydalanmamasının sebebini Ellen’in babasıyla ilgili hatırladığı bir anıda yakalıyoruz. “Sonra aşağılanma geldi. O zamanlar bu sözcüğü bilmiyor ama her bir hücremde yaşıyordum. Tuvalete gidemediğim o akşam olduğu gibi. Babam sevdiği şarkıyı söylerken sandalyede oturup dinlemek zorunda kalmıştım. Her nedense bu şarkı birdenbire hayatî bir önem kazanmıştı onun için. Sanki bütün varlığını açıklıyormuş gibi. Bütün hâllerini. Nihayet altıma işediğimde ne hissettiğimi hatırlıyorum, donuma, geceliğime, sonra sandalyeden aşağı akıp göllenmişti. Ağladığımı hatırlıyorum ve babamın sabaha kadar şarkı söylemeye devam ettiğini, sonra birden sustuğunu, tek kelime etmeden yatağa gittiğini.” 

Bir ikinci birbirini anlama hâli de eski ve yeni bir yangın sırası. Kır evlerinin yandığı günü anımsıyor Ellen: “ Kardeşimle kül yığınının etrafında dolaştık. Havada asılı duran, ama hiç dillendirilmeyen o soruyu sorduk kendimize. Babam mıydı? Evi babam mı yakmıştı? Kardeşimle benim aramda bu türden, dillendirilmemiş çok soru vardı.” Yakın zamanda okullarında yangın çıktığında da erkek kardeşi refleks olarak bir süreliğine koruyuculuğuna geri dönüyor: “Dumanlar fışkırıyordu. Hız alıyor, siyah bir bulut gibi gökyüzüne yükseliyordu. Büyülenmiş gibi, titreyen dumanlara bakıyorduk, en sonunda kardeşim kolumdan çekti, eve gidiyoruz, dedi. Kaldırımda yan yana yürüdük. Bu yakınlık yangının eseri, diye düşündüm. Dışarıdan bir şey bizi tehdit etmişti, birlikte yürüyorduk.” Aynı gün evde Ellen hiç yapmadığı bir şey yaparak kardeşinin odasına giriyor ve bir an için eski bir sevgide buluşuyorlar. “İngilizce şarkı söyleyen kardeşimi izledim. Laura hakkındaydı şarkı, herkesin gördüğü ama hiç kimsenin konuşamadığı bir kız hakkında.” 

Anna ve Ellen, insanlık kadar eski ve hiç bitmeyecek denli yeni bir derdi, kimseyi kurban göstermeden paylaşıyor bizlerle. Hem de büyük bir şefkatle. Bazen susulmuş sevgi en çok şey anlatanıymış aslında. O sevgiyi susuyoruz biz de hep birlikte.