Tespihin ucunda zaman

Buralarda zaman ömürden çalınmasına karar verilenler için durur. Bilfiil durdurulmuş zaman en büyük zulümdür.

KARİN KARAKAŞLI

30.12.2021

Semavi dinlerin içerisinde ve pek çok inanç sisteminde tespihin yeri var. Tane tane sayılan duaların, tekrar edilen mantraların ya da nefese ayarlanan duraklamaların zamana dair uyardığı gerçek aynı: gelip geçicilik, ölümlülük karşısında bir an önemli saydıklarını hatırla. Durduklarını. Uğruna zamanı durdurduklarını. 

Biteviye hukuksuzlukta yaşadığını düşün. Düşünmene gerek de yok zaten. Adaletsizliği tespih gibi çektiğini. Çünkü bazı tespihler zulüm saymak için var. Bazı rakamların tek göreviyse utandırmak.

Evet, rakamlardan utanmak diye bir şey var. Sayılabilir olan kimi şeylerden. Çünkü böyle soğuk istatistiklerin verisi olamayacak denli hayata dairler. Hasta mahpusların, rehin siyasilerin, inada bedellenen öğrencilerin, zamanaşımına terk edilen insan hakkı ihlallerinin, faili hep meçhul kalmaya mahkûm suikast ve katliamların, halen politik olup olmadığı tartışılan eşcinsel, trans ve kadın cinayetlerinin çetelesini tutmak zûl geliyor insana.  

Bütün bu sistematik kötülüğün rakamlarla sınıflandırılabilir oluşunda, ‘normal’ kabul edilen bir akışın parçası kılınışında hayatın özüne ihanet söz konusu. İnsan günlük hayatın devam edememesi gerektiğini düşünüyor. Hiçbirimiz için. Düzeni en çok korkutan, çarkın dişlilerinin dönmez oluşudur ne de olsa.

Ama işte yine sabah oluyor. Cezaevlerinde ömrü gasp edilenlerle birlikte uyanıyoruz. Birtakım işler yapıyoruz paranın saniyeler içerisinde pul olduğu günlerde. Bazı anlamları ısrarla korumaya çalışıyoruz avuç içinden kayan bu hikâyede. Birtakım bayramlar, tatiller, kutlamalar oluyor. Kumsaldaki kum, kum saatine dönüşüyor. Akıyor zaman sinsice. 

Ağrıma gidiyor bazen yaşamak. Yaşamak derken, böyle her şey olağanmışçasına yaşamak. İşlevsiz olan her şeyi ve herkesi posaya ayıran neokapitalist düzende, faşist olduğunun dahi farkında olamayacak denli ırkçı ve yabancı düşmanı kalabalıkların arasında insan arayarak, birbirine tutunarak. Başka türlü bir hayat için dayanışarak. 

Bir yılın takvimde rakamsal olarak sonuna geliyoruz. Yine büyük ölçüde Covid-19 salgının yediği bir yılın. Rakamları düşünmem bundan. Rakamlardan taşan herkesi ve her şeyi. Tespih tanelerinin çekmeye yetmediklerini.

Yılbaşına doğru gün sayılan dönemde tam on yıldır Roboski ahı var. Burası 19’u çocuk 34 yurttaşın Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bombardımanında can verdiği tarihten üç gün sonra vur patlasın çal oynasın yılbaşı kutlayabilmiş bir ülke. On yıldır elbette faillerden hesap sorma adına da zerre ilerleme olmadı. Kasıt yok dendi, görevsizlik ve takipsizlik kararları birbirini izledi. Bu arada acılı aileler türlü eziyet ve davalarla bunaltıldı. Çünkü kimlerin yasının tutulabileceği de yazılıydı. 

 

Kaydedilen, kaybedilen tarih

Bu günlerde 2016’dan bu yana Kocaeli Kandıra F Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunan eski DTP Eş Genel Başkanı, HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı, milletvekili Aysel Tuğluk’u da çok düşünüyorum. Annesinin cenaze gününde ablukaya alınan o mezarlıktan baktığım dünyayı… Hayatını adil, eşit, özgür bir hayata adamış bu avukat ve siyaset insanının yaşadığı hafıza kaybında saklı tuttuğu o koca yakın tarihi. Avukat Reyhan Yalçındağ’ın sürece dair verdiği bilgiler tam da bir toplumsal kayıt aslında.  “Aysel Tuğluk cezaevinde birinci yılı dolmadan annesinin ölüm haberini aldı. Ve izinli olarak çıkarıldı. Mezarlığa girdiğimiz andan itibaren ırkçı sözlü saldırılara ve tacize maruz kaldık, akabinde de hepimize yönelik fiziken taşlı saldırılar başladı. Bu durum defin esnasında ve sonrasında da daha korkunç bir hal alarak devam etti. Havaya ateş de açmaya başladılar. Bugün değerlendirdiğimde korkunç bir katliam çıkabilirdi. Aysel Hanım bütün bunları, gördü, duydu, yaşadı ve tanıklık etti. Naaşın yeniden gömüldüğü yerden çıkarılmasına da tanıklık etti. Aysel Hanım'ın bugün yaşadığı bu sürecin müsebbibi o gün o mezarlıkta bizlere saldıranlardır, onları koruyan kollayan siyasi iktidarın kendisidir.”

Safça sanıyorsun ki kimi acıların evrensel ortaklığında birleşilecek. Anne kaybını bu şartlarda yaşamak ne demek, hissedilebilecek. Ama öyle bir dünya yok. Hadi yine rakamlarla konuşalım. Aysel Tuğluk, sekiz ay boyunca Kocaeli Tıp Fakültesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Başkanlığı’ndaki dokuz uzman doktor tarafından muayene edildi. Bu muayene sonunda fakülte, “hastalığının kronik seyirli olduğu ve ilerleyici vasıf arz ettiği, cezaevi koşullarında sağlanabilecek tıbbi destek ve bakımının yeterliliğinde sorun yaşanabileceği, ceza infaz kurumu koşullarında hayatını yalnız idame ettiremeyeceğine ve dolayısıyla cezasının infazının ertelenmesi” tespitinde bulundu.

Buralarda zaman ömürden çalınmasına karar verilenler için durur. Bilfiil durdurulmuş zaman en büyük zulümdür. İstanbul Adli Tıp Kurumu (ATK) Başkanlığı, Aysel Tuğluk için “hayatını yalnız idame ettirebileceği, tedavisi ve önerilen aralıklarla düzenli poliklinik kontrollerinin sağlanarak cezaevi şartlarında infazına devam ettirebileceği…” şeklinde bir karşı rapor hazırlayınca, Kocaeli Cumhuriyet Başsavcılığı bu raporu esas alarak, infaz erteleme talebini reddetti.

Reyhan Yalçındağ’ın bu noktada aktardıkları da utanç tespihinde şaklayıp duruyor: “Maalesef Adli Tıp Kurumu Başkanlığı politik mahpusların cezalarını ertelemiyor, tıp etiğinden uzak raporlar veriyor. Bir tarafta sekiz aylık muayene sonucu hazırlanmış bir rapor, diğer tarafta da Aysel Hanım’ı bir kere gören üç beş dakika içerisinde hazırlanan bir rapor var.” Raporlar arasında ise bir insanın ömründen çalınan dondurulmuş bir zaman var. Ne ilk ne de son olarak.

Söz ömürden çalmaktan açılmışken HDP eski Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ, hayatları barış mücadelesine adanmış Sebahat Tuncel, Gülten Kışanak, Leyla Güven ve halen cezaevlerinde rehin tutulan nice partili, demokrasi müsameresinin on yıllardır veremediği sınavın cisimleşmiş hâli olarak oracıkta duruyor. İnsan onuruna yaraşır bir hayat tahayyülü uğruna ömürler gidiyor.

 

O olmazsa, bunu verelim

Beri yanda zamanın zulümde durdurulduğu ve ilk bir yılı iddianamesiz olmak üzere tam dört yıldır haksızca cezaevinde tutulan iş insanı ve hak savunucusu Osman Kavala var. Makul şüpheyi destekleyecek tek bir delil olmaksızın, hükümeti devirmek, darbe teşebbüsünde bulunmak ve casusluk gibi birbirine yamanan koca koca ilgisiz suçlamalarla tutukluluk dönemi infaza dönüştürülen Kavala, Silivri Cezaevi’nden gönderdiği mesajıyla bu adanmış ömür-düşlenen hayat ikilemini en sarih şekilde bir kez daha gösterdi hepimize: “Bu süre içinde, sadece cezaevinde olduğum için kendi hayatımı yaşama imkanımı kaybetmekle kalmadım, hedef gösterildiğim ve kamuoyunda hakkımda ‘karanlık’ ve ‘kötü’ bir insan izlenimi yaratılmaya çalışıldığı için, kendi gerçekliğim de tahrif edildi. Hayatımın dört yılını kaybettikten ve bir ‘memleket sorunu’ haline geldikten sonra, teselli bulabileceğim şey, yaşadıklarımın yargıdaki sorunlarla yüzleşilmesine katkıda bulunması ve benden sonra yargı karşısına çıkacak olanların daha adil bir muamele görmeleri ihtimalidir.”

Gelinen noktada Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Osman Kavala kararına uymadığı gerekçesiyle Türkiye hakkında resmen ihlal süreci başlatıldığını duyurdu. Komite, Kavala'nın serbest bırakılmasıyla ilgili Türkiye'ye yanıt için son kez Ankara'ya konuyla ilgili cevap için tam da Hrant Dink’in öldürülüşünün on beşinci yıldönümüne denk gelen 19 Ocak 2022'ye kadar zaman tanındı. Ne edersin, bizde takvimler böyle; zulüm sığdırmaya gün yetmiyor.

 

Düşlenen anılar

Bazen bir tespih boyu hayallerini sıralarsın. Yaşamak ve anı kılmak istediğin şeyleri. Benimkiler hep kendini farklı şekillerde ifade etmekle, yaratıcılığın türlü alanlarını ilgili. Sonra yeni yollar, henüz tanımadığım ama yolum kesiştiği için hayata şükran duyacağım insanlar dilerim kendime. Geceleri huzurla toprağa uzanıp yıldızları seyrederek uyuyabilmeyi, incecik esintili, mis kokulu ferah sabahlara uyanabilmeyi, sokaklarda gönlümce yürümeyi ,sonra da kocaman bir pencerenin pervazına yerleşerek dünyayı seyreylemeyi. 

Dünya genelinde mutluluk çoğaltmaya adanmış bir geri sayımın sonundayız. Noel’den önceki dört Pazarın her biri için mumlar dikilir Aralık ayı boyunca. 24 Aralık Noel gününe giden hattaysa her bir gün için de minicik kapıları olan özel takvimler hazırlanır. Çocuklar ve bu gelenekten keyif alanlar her günün hediyesini toplar usulca. Daha iyisi dilenir topluca.

Bol ikili bir yıl geliyor: 2022. İki, bir varoluşun diğeriyle kendinden zerre taviz vermeden bütünleşmesini de simgeleyebilir, kutuplaştırıcı ikilik düzenini de. Düzenin ikilikleri sorgulanalı, bambaşka varoluşlar seçenek olarak ortaya konulalı oldu hayli bir zaman. Sözcük anlamıyla “iki şeyden oluşmayan, iki şeye işaret etmeyen ve iki şey içermeyen” non-binary cinsiyet kimliği, salt kadın ya da salt erkek olarak tanımlanamayacak, kimisine göre ikisinin arasında, kimisine göreyse ikisinin de dışında bir cinsiyet kimliğini deneyimleyen insanlar için kullanılan terimlerden yalnızca biri. Sadece cinsiyet kimliği için değil, tekmil varoluş deneyimleri için kalıplar dışı bir dil kuruluyor. Hayat, hakkını böyle söke söke istiyor.

Demem o ki, iki bir sınavdır. Hayatı nasıl yaşayacağına dair devasa bir karar. Boş yere umutlanacak bir şey yok elbette. Ama umut da her şeyin toz pembe olduğu değil, tam da karanlığın şafağa açıldığı zamanların duygusu. Tespihlerin en sevilen şarkıların nakaratına göre çekildiği zamanların düşündeyim. Hafızaya kaydetmeyi hür irademle seçtiğim anıların hayalinde. Haydi rastgele!