Uzaylı Yazılar 11: Atam, izinde değiliz.
“Eskilik hakkındaki övülesi saygı sonradan suç yüklü bir boş inanca dönüştü ve hatta kimi kez putataparlık haline bile geldi.”
05.01.2022
Estetik ilmi açısından da, kim bilir, niye olmasın, yaratılanı Yaradan’dan dolayı seviyor, onu güzel buluyor olabilirsiniz, ama yaratıcı(lar) ya da büyük harfle Yaradan dediğimizde, başka bir alanda, teolojinin alanındayız demektir, ve sözünü ettiğimiz yaratış, ex nihilo bir yaratıştır, kâinat yoktan var edilmiştir. Bir şeyden, bir şeyle, bir şey için yaratılmamıştır. Maddî alemin tümü, masal gibi, bir yokmuş, bir varmış. Tabii nasıl, niye olmuş, bunun cevabını bilmiyoruz. Einstein bile bunu tekillik olarak niteledi, bildiğiniz gibi.
Bildiğimiz bir şey daha var ama, “Tanrı kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu?” sorusu, İslâm ilahiyatının bu sonsuz tartışma sorusu İslâm’a has değil, hatta bu sorunun ilk sorulduğu zaman oldukça eski: İsa’dan sonra, 300’lerin sonunda, Aziz Augustinus’un kaleme aldığı İtiraflar’ın, zaman mefhumunu incelediği 13. bölümünde yer alıyor bu soru.
Tanrı, şeyleri ve varlıkları Kelâm’ının sonsuzluğuyla yaratmıştır der Augustinus: Her şey bütün zamanlar için ve tek hamlede söylenmiştir. Aksi takdirde yaratış, zaman ve değişim içinde gerçekleşmiş olur ki bu yoktan (ex nihilo) var etmenin doğasına aykırı düşer. Tanrı bir şeyi model alarak yaratan bir zanaatkâr değildir; yarattığının öncesi yoktur. Maddi dünyada değildir. Peki ama nasıl olur da ne öncesi ne sonrası olan, başlangıcı ve sonu olmayan bir yaratıcı, şeylere “var olun” ya da “artık var olmayın” komutu verebilir? Augustinus, sanki boş gezenin boş kalfasından bahsediyormuş gibi, sorar: “Tanrı göğü ve yeri yaratmadan önce ne yapıyordu?”; “Eğer bir şeyle meşgul değildiyse, hiçbir iş yapmıyorduysa, neden o zamana kadar olduğu gibi ebediyen hiçbir şey yapmamayı sürdürmedi?”; “Eğer Tanrı’nın yaratı oluşturma yönünde ebedi bir iradesi varsa, neden bu yaratı da ebedi değildir?”.
Augustinus ilk soruya Tanrının “hiçbir şey” yapmadığını söyleyerek karşılık verir. Bu zamanı çevreleyen bir hiçliktir. Yaratışın öncesi yoktur, çünkü Tanrı dünyayı yaratarak zamanı da yaratmıştır: “Zamanın olmadığı yerde önce de yoktur.” Böylelikle Augustinus verdiği yanıtta “önce oluş”u “mükemmeliyet” olarak ortaya koyar: “Her zaman şimdi (mevcut) olan ebediyetinin ölçüsünce, bütün geçmiş zamanlardan önce geliyorsun.” Zamansal kategoriler bir “dünya öncesi”ni düşünmeye elvermez. Demek ki ontolojik olarak olası bir yenilik söz konusu olamaz. Ve her “önce gelen”, “mükemmeliyet”e bir nebze daha yakındır. “Sonra” ise bozulmaya işaret eder. Önce iyi, sonra kötüdür. Eski iyi, yeni fenadır. Takip edilmesi, izlenmesi gereken şey ise, tam da bu eskidir, önce olmuş olandır. Olmazken olandır, mucizedir.
Modern Zamanın Tarihi başlıklı kitabımda 1687 yılında Fransız Akademisi’nde patlak veren Eskiler ve Modernler Kavgası’nın aslında Eskiler ve Modernler arasında değil, Modernler ile diğer Modernler arasında olduğunu ve geçmiş dediğimiz zamanın aslında şimdiki zamanı ne kadar ve nasıl belirlediğini, hatta onun üzerinde nasıl tahakküm kurduğunu anlatmaya çalışmıştım. Özellikle de, geçmişin bugün üzerindeki hükümranlığı konusunda belki de ilk sarih ve çerçevesi belli kavga olduğunu söylemiştim. Bu çok ünlü kavganın dediği, bugünkü zamanda neredeyse bir tapınma nesnesi ya da bir yol gösterici, bir mürşit olarak yaşamaya devam eden ve bugünü, şimdiki zamanı biçimlendiren, belirleyen hatta yöneten geçmişin, eskinin o geçmiş ama hiç geçmemiş geçmişin artık geleceğin karanlık yollarında bize yol gösteremeyeceği, rehberlik edemeyeceği, çünkü, bugünün tamamen farklı olduğu, bugünkü dünyanın eski dünyayla hiç alakasının olmadığı idi.
Modernler artık geçmişin modellerini, örneklerini, önerilerini reddediyor, onları takip ya da taklit etmek istemediklerini açıkça beyan ediyorlardı ve Cicero’nun eski formülü “historia magistra vitae” (“tarih hayatın öğretmenidir”) artık işlemez olmaya başlıyordu çünkü Modernler eski modellerdense kendi modellerinden gayet memnun ve mesuttular, eskiyle gurur duymak yerine yeniyle gurur duymayı tercih ediyor ve tarihten de ders mers çıkarmak istemiyorlardı.
François Hartog’a göre bu, modern tarihsellik düzeninin oluşumu, Philippe Descola’ya göre ise, duyulmadık, görülmedik, özgün bir yenilikti: “Evet, çünkü Batı’da, Eskiler ve Modernler Kavgası’ndan bu yana, yeni, olumlu bir değer. Bu, zamansallık ölçeğinin dönüşümü ile mümkün olmuştur, burada yönelim geleceği doğrudur, kendimizi geleceğe yönlendiririz çünkü bugün ya da şimdi, geçmiş tarafından oluşturulsa bile kemale erdirilebilir, daha da iyi kılınabilir. Bu çok özgün bir fikirdir ve dünyanın geri kalanında kesinlikle geçerli değildir. Çünkü Batı dışında ya döngüsel ya da derinlikten yoksun zamansallıklar geçerlidir.”. Yani geçmiş, artık içinden dersler çıkaracağımız bir havuz, bir birikinti, bir kuyu değildir. Modernler tarih okulundan ders almak, ders çıkarmak istememektedirler.
Dediğim gibi, 1687 Kavgası, Batı’nın edebi tarihindeki en ünlü kavgadır ve yine dediğim gibi aslında Eskiler ile Modernler arasında cereyan etmemiş, Modernler ile diğer bir kısım Modern arasında patlak vermiştir, ve bu diğer Modernlere, bir-iki yüzyıl sonra “muhafazakâr” ya da “gerici” denecektir.
Masal dedik ya yaratışa, bu kavganın da tam ortasında bir masalcı vardır, “Kırmızı Başlıklı Kız” ve benzeri masalların yazarı Charles Perrault: Eskiliğin şeylere tam bir değer kattığı düşünülür, der Perrault, ve yasaların eskiliğinin önemli olduğu hukuk alanını örnek verir. “İşte bizim Atalarımız için duyduğumuz aşkı & saygıyı arttıran da bu çok doğru ve evrensel duygudur & bu bakımdan Yasalar ve Adetler daha da hakiki & daha da ihlal edilmez hale gelir.” Geleneğin, Platon’un Devlet’inde tanımladığı biçimde yüceltildiği sanılabilir: Ataların mükemmel olmalarının nedeni onların her şeyleri yaratmış olan tanrılara daha yakın olmalarıdır. Bununla birlikte, diye ekler Perrault (sanki Hannah Arendt konuşmaktadır!), iyi şeyler aşırıya kaçtıklarında “kötüleşmeye” yazgılıdır; böylece Eskilik hakkındaki bu övülesi saygı “sonradan suç yüklü bir boş inanca dönüştü & hatta kimi kez putataparlık haline bile geldi.” Perrault “asrın olağanüstü liderlerini” yani Roma imparatorlarını örnek verir. “Hayatları boyunca kutsandılar & sonraki kuşaklar onların hatıralarına saygı duydu, ama zaman içinde onların insan oldukları unutuldu & onlara tütsüler yakıldı & kurbanlar sunuldu.” Ve anıtlar, tapınaklar. Bu dünyanın işleri bir tür şanı şöhreti hak eder elbette, buna layıktır insanlar, ama bu kesinlikle kutsallık, yani değişmezlik haline gelmemelidir. Perrault insanla ilgili şeylerde ne hareketsizliğin ne de değişmezliğin söz konusu olabileceğini savunur: Kutsallık sadece dinsel alana aittir.
“Sanatlarda & Bilimlerde ilk işleri yapmış olan insanlar” sonradan tuhaf bir biçimde tanrılaştırılmıştır: Onların büyüklüğü körü körüne bir kutsallaştırmaya tabi tutulmuştur. Bu kişilerin en küçük edimleri ya da sözleri sonrakiler tarafından “benzersiz” ya da “taklit edilemez” olarak görülmüş ve bu aşırılık, “Eskilerin küçücük bir üretimini Modernlerin bütün güzel yapıtlarına yeğleyen sözde birkaç Âlim arasında moda olan bir tür Din” haline gelmiştir.
Açın, der Perrault, gözlerinizi, açın! “Tanrı’nın bütün Antikçağ’dan esirgediği bin bir ışıltıyı yağdırdığı bizim Yüzyılımızın güzelliğine” açın, ey çağdaşlarım! Hem ayrıca, “Bu savım uzun süredir artık yeni değil” diye ekler Perrault. Bu belirleme bana savın belli bir zamanda yeni olmuş olduğunu söylemekte. Ama ne zaman? “Horatius ve Cicero kendi zamanlarında bu savı ileri sürmüşlerdir, o zaman da Eskiler için methiye düzme bugün olduğundan daha az değildi; ama bu fikir daha sonra gözleri önyargılarla kör olmamış çok sayıda usta kişi tarafından savunulmuştur & benim bu yeniliğin zarafetinde hiçbir payım yoktur.” Ve Perrault, Horatius’u sahneye davet eder. Mektuplar’dan bir alıntı (Epistulae, 2, I) yazarların saygıdeğer ve mükemmel olmaları için ölümlerinden sonra ne kadar zaman geçmesi gerektiğini tartışmaktadır: “[Horatius] der ki, Yüzyıl önce ölmüş bir yazar, modern & değersiz Yazarlardan mı yoksa eski mükemmel Yazarlardan mı sayılmalıdır?”.
Perrault sorunun yerini değiştirir: Gerçek Eskiler putlara tapmayı sürdüren boş inanç sahibi kişilerdir. Antikçağ’ın hayranı olan âlimler “o tantanalı bilginler âlemi”, ince ince düşünceler yüzünden anlamını yitiren karanlık pasajlar hakkında bitmek bilmez yorumları tekrarlamaktan başka bir şey yapmazlar: “Bütün bu zenginlikler bu halleriyle geçerli olmayacaktır, bunları yeniden eritip yeni bir kılığa sokmak ve bunlara yeni bir damga vurmak gerekecektir”. Tekrardan ya da taklitten ibaret olmayacak bu yeniden-sunma işini ancak bir “dâhi” yapabilir; bir tek o “yeniliğe” yeteneklidir, yaratıcıdır. Ama onu bile sonradan taklit etmemek gerekir, onu izlememek lazım gelir. Çünkü önceki ayak izlerine ayaklarımızı yerleştirerek yürüyebiliriz yavaş yavaş ama, o izleri bırakan gibi koşamayız. Yani önceki, eski, harika izleri izleyerek ilerlemek mümkün değildir.
Yani Modernler, ne Yaradan’ın ne de Ata’nın izinde olamazlar, onlar kendi izlerini kendileri bırakır, Corto Maltese gibi.
—
Tepedeki resim: Charles Perrault (detay), Philippe Lallemant
© RMN-Grand Palais (Château de Versailles)