Kader kolajı

Objelerin içinde saklı hikâyelere kulak veren bu genç kadın, hepimize yalnızlığımızı sahiplenmek için umut ve inanç veriyor.

KARİN KARAKAŞLI

13.01.2022

Bin bir çeşit hobi arasında yaratıcı kolajlarla günlük ve ajandalar oluşturmak da var. Bu uğraş için özel olarak oluşturulan sosyal medya hesapları hobi sahiplerini farklı doku ve tonlarda kâğıtlar, çıkartmalar ve süs objeleriyle birbirinden değişik kompozisyonlar denerken gösteriyor. Bazı günlükler sadece bu tablolardan kurulu; bazen de bu görsel kompozisyonlar tutulan günlüğün destekleyici, estetik bir parçası.

Kolaj tekniğiyle günlük yaratmanın anlı şanlı bir eylem olduğunu bilmeden de çoğumuz sevdiğimiz fotoğrafları, sözleri, biletleri, program broşürlerini, kartpostalları kesip biçerek kendimize göre kolajlar yapmışızdır mutlaka. Olağan akışta yan yana gelmeyecek parçaları buluşturarak hikâye anlatan bir bütün oluşturmak bir çeşit büyü yapmaya benziyor. Kendini anlatmanın ve neler dilediğini cisimleştirmenin bir yolu adeta. Peki ya kaderi kolajlamaya kalkışsak; yolumuzun kesiştiği insanlarla etkileşimimize, onların kendi hayatlarındaki akışa minik müdahalelerde bulunsak? En önemli kararlarımızı rastlantıları da gözeterek versek, neler olur? Sinema tarihinde yirminci yılını geride bırakan Le Fabuleux Destin d'Amélie Poulain, (Amélie Poulain'in Masalsı Kaderi) ya da yaygın ismiyle Amélie, tam da bu soruların yanıtını arıyor. Audrey Tautou’nun başrolünde yer aldığı 2001 yılı yapımı Jean-Pierre Jeunet filmi, kendimize yazdığımız senaryonun anılarımızı ve hayallerimizi nasıl belirlediğinin de izini sürüyor. Senaryosu Jeunet ve Guillaume Laurant tarafından yazılan film bu açıdan bakıldığında sınıflandırıldığı romantik komedi türünün çok ötesinde bir derinliğe ve merama sahip. 

İsminden de anlaşılacağı üzere filmin merkezinde çocukluğundan genç kadınlığına hayatının duraklarında gezindiğimiz Amélie Poulain (Audrey Tautou) var. Otoriter bir doktor olan baba Raphaël (Rufus) ve nevrotik bir öğretmen olan anne Amandine’in (Gina Lorella Cravotta)  çocuğu olarak doğan Amélie’nin kaderi okula gönderilmemesiyle çizilmeye başlıyor. Baştan sona ironi ve kara mizah hattında ilerleyen filmde ilk hüzünlü gülümsemeye yol açan yer de burası. Ailesinden yeterli sevecenlik ve şefkat görmeyen küçük kız, babasının yaptığı rutin muayeneler sırasında heyecanlanınca hızlı çarpan kalbinden ötürü kalp hastası sanılıyor ve bu sebeple ailesi tarafından okula yollanmayıp evde eğitim aldırılıyor. Tek arkadaşı evin boğucu ortamından bunalıp sık sık akvaryumundan dışarı atlayarak intihar etmeye kalkışan bir balık. Sonunda bu durumdan da çılgına dönen sinirleri zayıf annesi küçük kızıyla birlikte balığı nehre salıyor. Yıllar sonra Paris’e taşınan Amélie’yi de bir anlamda akvaryumdan nehre salınan bir balık gibi görmek de mümkün… 

 

Ağlar örmek

Hayat ironi eşliğinde akmaya devam ediyor. Amélie küçük bir çocukken, annesi, Notre Dame Kilisesi’nin tepesinden atlayan turist bir kadının üzerine düşmesi sonucu ölünce babası daha da sessizleşmiş ve kendisini adeta evine hapsetmiş. Küçük kız da hayal gücüyle baş başa kalmış. Büyüdüğünde Montmartre’da eski bir sirk göstericisi olan Suzanne (Claire Maurier) tarafından işletilen Deux Moulins (Çift Değirmen) isimli kafede garson olarak çalışmaya başlayan Amélie, günlerden bir gün evinin banyosunda gevşek bir fayans taşının arkasında toz, kir pas içinde eski bir kutu buluyor. Kutunun içi, besbelli yıllar önce bu dairede çocukluğunu geçirmiş birinin sakladığı küçük oyuncaklar ve hatıra eşyalarıyla dolu. Aynı apartmanda yaşayan ve kırılgan kemik yapısından ötürü Cam Adam lakabıyla tanınan Raymond Dufayel’in (Serge Merlin) yardımıyla, kutunun sahibi Dominique Bretodeau’yu (Maurice Benichou) bulan Amélie, hazırladığı minik oyunlarla adamın bu kutuya kavuşmasını sağlıyor. Gittiği barda da onu takip eden genç kadın, Bretodeau’nun ne kadar sevindiğini, dahası bu ‘tesadüf’ dolayısıyla yıllardır görmediği tornuyla oynamayı hayal ettiğini görünce, bu görünmez iyiliklerini sürdürmeye karar veriyor. Bu da bir yanıyla yepyeni oyunlar demek. 

Kendine has, sağlam bir hak ve adalet anlayışı var Amélie'nin. İyilik yaparken dünya üzerindeki dengeyi oluşturduğunu hissediyor, o zaman çocukluğundan bu yana seyircisi kaldığı hayatın gürül gürül içinden akabildiğini fark ediyor. Buna dair büyük cümleler yok senaryoda. Ama itinayla ördüğü ağların ve elbette Audrey Tautou’nun her yüz kası, mimik ve beden diliyle apayrı hikâyeler anlatan zarif oyunculuğunun etkisiyle Amélie’nin tüm bunları ve daha fazlasını düşündüğünü hissediyoruz. Kelimeleri de tasarrufla kullanıyor Amélie. Onların yerine hayal gücünde yarattığı ve gerçek kılmaya çalıştığı masallara sığınıyor. Bu özgün oyun dünyasını paylaşabileceği, en az kendisi kadar tuhaf takıntılara sahip Nino’yla (Mathieu Kassovitz) karşılaşınca da hayatın anlamına dair bir pırıltı yakalıyor sanki. Bir an için kendisine göz kırpan aidiyet ve varlığının tescili hissini. 

Nino Quincampoix tren garındaki vesikalık fotoğraf otomatlarının yanındaki çöpleri, kabinin altını karıştıran ve insanların beğenmediği için yırtıp attıkları vesikalık parçalarını toplayarak yapıştırıp foto albüm hazırlayan tuhaf bir genç. Ayrıca her otomatta fotoğrafına rastladığı esrarengiz bir adamın peşinde. Onun peşi sıra koşarken fotoğraf albümünü düşürünce, kendisini merak ve ilgiyle takip eden Amélie albümü bulup bu gençle buluşmak için de küçük oyunlar hazırlamaya başlıyor. Apartman sakinlerine, kafedeki çalışma arkadaşları ve müdavimlere küçük iyilik ve mutluluk oyunları kurmaya da devam ediyor bir yandan. Kafe çalışanı Gina’yı (Clotilde Mollet), ayrılığı kabullenemeyip sürekli taciz eden eski sevgilisi Josef’ten (Dominique Pinon), kurtararak kafenin tütün mamülleri bölümünden sorumlu, hastalık hastası Georgette ile (Isabelle Nanty) yeni bir aşka yelken açtırıyor. Kendisine ihanet ederek ölen eşinin ardından öfkeli bir kederle hayatını sürdüren apartman yöneticisi Madelene Wells (Yolande Moreau) için eşinin eski mektuplarının fotokopileri ile kes-yapıştır teknikli yepyeni bir aşk mektubu yazıyor Amélie. Hesapta bir kaza sonucu sahibine ulaşamamış bir mektup bu. Geçmişi başka türlü hatırlamanın bugünü ve geleceği şekillendiren yönüne dair de çok kıymetli bir anımsatma. Ya da yanındaki sakar çırağı Lucien’i (Jamel Debbouze) sürekli hor gören, apartmandan komşusu manav Collignon’un (Urbain Cancelier) dairesine gizlice girip ona ders niteliğinde minik tuzaklar hazırlayarak örselenmiş adalet duygumuzu onarıyor. Biraz da bir köşede duran, kalbi pırıl pırıl insanların yüzü gülüyor onun sayesinde. 

 

Bir masal yaratmak

Film, ilginç konusuna uygun özel tekniklerle çekilmiş. Jean-Pierre Jeunet ve ekibi çekim yapılacak bütün mekân ve alanları çöp, yazılama ve fazlalıklardan temizleyerek, masalsı görünümü pekiştirmişler. Jean Tiersen’in bu film için özel olarak bestelediği ve türlü versiyonlarının film boyunca çaldığı La Valse d'Amelie başlıklı ana tema müziğiyse, çember zaman ve sarmal kader hissinin oluşmasında önemli bir yere sahip. Kırmızı ve yeşilin renk olmak dışında adeta katman oluşturduğu filmde şarap kırmızısı ve orman yeşilinin tonları, filmin masalsı havasının en büyük yapı taşlarından. 

Amélie, baş kahramanının dünyaya bakışına uygun olarak sinematografik açıdan da ayrıntılara büyük önem vermiş bir film. Başlangıç jeneriklerinde küçük bir kız olarak çeşitli oyunlar oynarken gördüğümüz Amélie, aslında her bir karede filmde görev alan insanlara ve işlerine göndermeler içeriyor. Keza sondaki jenerikte de Nino’ya selamla oyuncuları fotoğraf kabininde çekilmiş, yırtılmış ve parçaları birleştirilmiş vesikalıklar olarak bir fotoğraf albümünde yer almış halleriyle izliyoruz. Filme eşlik eden anlatıcının sesi bir çerçeve oluşturulmasına imkân veriyor. Amélie Poulain’i var edecek yumurtanın döllendiği 3 Eylül 1973 gününe dair dünyadan ilgisiz bilgilerle başlayan film, hikâyenin bittiği 28 Eylül 1997 gününe ait genel bilgi ve veriler akarken de bizi zamansız ve mekânsız bir hayatı ortaklaşa yaşamaya başlamış oyun arkadaşları Amélie ve Nino’nun motosiklet üzerinde mutlulukla uçuştukları sahneyle baş başa bırakıyor. 

Ağırlıklı olarak Amélie'nin yer yer de Nino’nun oyunbaz zihinlerini, uçuk kaçık hayallerini takip etmek üzere film içerisinde farklı dönemlerden başka eserlere, canlandırmalara, kliplere, fotoğraflara yer verilmiş. Masalsı havayı alabildiğine destekleyen, akışa dinamizm katan bu tercih, sanatın yekpare bir ağ gibi iç içe örülmüş yapısına da minnet dolu bir selam niteliğinde.

 

Oyun arkadaşı

Filmde Amélie’nin biri Nino Quincampoix, diğeri de Cam Adam lakaplı Raymond Dufayel ile olmak üzere kurduğu iki ayrı oyun hattı var. Dufayel, Amélie’nin karakterine ilişkin çözümlemelerini, başkalarının mutluluğu için debelenirken iş kendi hayallerine geldiğinde çekingen davranan genç kadına yapmak istediği uyarıları yirmi yıldır farklı reprodüksiyonlarını çizdiği Renoir’ın Tekne Gezisinde Öğle Yemeği tablosundaki esrarengiz kadın figür üzerinden kuruyor. Hayatın karşısına çıkardığı fırsatı, korkaklıkla kaçırmaması için cesaretlendiriyor onu. Çünkü kırık bir kalbin, kendi hassas kemiklerinden daha acı verici olduğunu biliyor. Amélie de Nino’ya aşkını ve çekincelerini yine bu tablo aracılığıyla itiraf ediyor. Ayrıca Cam Adam için kolaj görüntülerle dolu, özü hep cesaret ve umuda çıkan video kayıtları hazırlıyor. 

Amélie’nin en istemediği şey gerçekle karşı karşıya gelmek. Bu yüzleşmeden kaçmak için yapamayacağı hiçbir şey yok. Nitekim delicesine âşık olduğu Nino’nun peşinden gidip türlü mizansenler kuran Amélie, asıl buluşma ânı geldiğinde her seferinde kaçıyor. Sacre Coeur’de telefon kulübelerinden yaptıkları bir iki cümlelik konuşma ve kafedeki kısa karşılaşmaları dışında, Amélie ve Nino arasında tek satır konuşma yok. En sonunda adım atmaya karar verdiğindeyse Nino konuşmaya davrandığı anda onu susturuyor ve iletişimi sözün hükümranlığından kurtararak dokunuşun diline teslim oluyor. Burası aynı zamanda çekingen ve utangaç olarak gördüğümüz Amélie’nin ne istediğini bilerek Nino’yu doğrudan, kararlılıkla yönlendirişine tanık olduğumuz sahne. Amélie’nin ve filmin aşktan ne anladığını da kafenin müdavimlerinden başarısız yazar Hipolito (Arthus de Penguern) karakteri aracılığıyla öğreniyoruz: “Sen olmasan bugünün duyguları dünün kabuklarından ibaret olurdu.”

Amélie, kimselerin görmediği, fark etmediği, fark etse de önemsemeyeceği ayrıntıların peşinden giden muzip bir ruh. Sinema salonunda bir an için arkaya dönerek filmi izleyen seyircileri gözlemleyen, filmin aşk sahnesindeki uçuşan sineği gören ve günlük hayatın her anında başka bir kâinata ışınlanabilen bir karakter. Oyunlara doyamamış bir çocuk, aşk için sevgili değil oyun arkadaşı beklemiş bir maceraperest. Kısa ve ruhunu tatminden yoksun ilişkiler yaşamış, yalnızlığına alışmış bir genç kadın. 

Filmin en etkileyici sahnelerinden birinde Amélie’nin kör bir adama karşıya geçerken yardım edişini izliyoruz. Hepimizin beklediği şey, koluna girdiği insanı sakince kaldırıma yönlendirmesi. Ama hayır, Amélie’nin yardımdan anladığı o adama göz olmaktan daha azı değil. Yanından yöresinden geçtikleri bütün dükkânları, karşılarına çıkan insanları son hız anlatıyor Amélie. Kokuları ve dokunuşları devreye sokuyor ve o adamın dünyayı bir an için gerçekten “görmesi”ni sağlıyor.  

Amélie’nin gözünden bakılan dünya yaşanmaya pek değer bir yer. Kanallarda sektirmek üzere yüzeyi düz taşlar toplayan, ceplerinde bu taşlarla sokaklarda gezinen, başkasına çer çöp ya da saçma görünecek objelerin içinde saklı hikâyelere kulak veren bu genç kadın, hepimize yalnızlığımızı sahiplenmek ve hayatı olanca gerçekliği içerisinde inadına bir masal gibi yaşamak üzere umut ve inanç veriyor. Pamuk ipliğine bağlı kırılgan hayatımız içerisinde keşfedeceğimiz gücü, birbirine teyellenmiş hayat ağlarını gösteriyor. Kaderi ve iradeyi bir arada taşımayı öğretiyor. İnsan eliyle, emekle yaratılan büyüye yer açıyor hayatlarımızda.

Kendi minik hazine sandığımı karıştırırken Amélie’nin güzelim yüzünü görüyorum karşımda. Yıllarımın arasından usulca ilerliyorum. Kader ve irade anlarıma bakıyorum çoktan hak ettikleri şefkatle. Amélie gülümseyerek izliyor beni. Küçücük bir an için anlaşılmanın hazzını yaşıyorum bir kez daha. Hayat, hakkına kavuşuyor sonunda.