Hatırladığını yaşamak
Kaderini yönetmek denilen şey belki de en zor kurgu hâkimiyeti denemesi. Bir anıyı bugüne çağırmak büyük bir yanılgı.
02.02.2022
Hayatta kalmakla hayatı yaşamak iki farklı şey. Ömrümüzün bazı dönemleri kendi filmimizin baş rolünde olduğumuzu, hayatın tam ortasından gürül gürül aktığımızı hissediyoruz belki. Sonra kader akıntısına kapılmış savrulduğumuz, hayatımızı tanıyamaz olduğumuz zamanlar geliyor. Temel işlevlerimizi otomatik pilottan yerine getirdiğimiz, yüzümüzde donuk bir maskeyle dolap beygiri misali çarkın içerisinde dönenip durduğumuz zamanlar. Yönetmen Nicolas Bedos’un senaryosunu da yazdığı 2019 yapımı La Belle Époque (Yeni Baştan) filmi hayatın sadece katlanılır hâle geldiği zamanları sil baştan inşa etmenin, hakkını vere vere yaşamanın mümkün olup olmadığını sorgulatan yönüyle hafızaya da bambaşka bir yaklaşım getiriyor.
Kısaca özetlemek gerekirse, filmde hayatları iç içe geçen iki farklı kuşaktan çiftle tanışıyoruz. Victor Drumond (Daniel Auteuil), hayatının hâli hazırdaki akışından zerre mutlu olmayan altmışlı yaşlarında bir karikatürist-çizgi roman yazarı. 70’li ve 80’li yıllarda hayli tanınan bir isimken basılı gazetelerin dijital ortama geçmesiyle birlikte, ayağının altındaki zemini kaybetmiş. Yıpranmış bir evlilik içerisinde, eşinin ilk o zamanlardaki hâli için “Uzun zaman önce öldü” diyen bir adam. Birlikte çıkılan yolda ayrı sapaklara saparak kaybolunduğunu çaresizce kabullenmiş neredeyse. Kendi hayatının silik bir kopyasını yaşıyor sanki. Sürükleniyor sadece. Büyük bir aşkla evlendiği eşi psikolog Marianne (Fanny Ardant) yine dijital bir platformda televizyon dizisi yapımcısı olan oğullarının da desteğiyle online bir danışma hizmeti sitesi kurarken Victor, mekanikleşen hayatın hiçbir yerine ilişemiyor. Geceleri ancak sanal gerçeklik gözlükleriyle uykuya dalabilen, “Seninle uyuduğumda daha çabuk yaşlanıyorum” diyerek Victor’u yatak odasından, ardından da evden kovan Marianne, bu monotonlukta bulamadığı kıpırtıyı eşini kovan eski gazete patronu ve aile dostlarıyla sevişerek yakalamaya çalışıyor.
Beri yanda bu ailenin oğluyla iş ortaklığı bulunan ve gençliğinden bu yana çizgi romanlarını okuduğu Victor’a hayran olan Antoine (Guillaume Canet) adlı yapımcı-yönetmen bir girişimci ile tanışıyoruz. Antoine mükemmeliyetçi bir despotlukla inşa ettiği dev platosunda, varlıklı müşterileri istekleri doğrultusunda tarihin belli bir dönemine ışınlayacak senaryo ve dekorları kuruyor. Kulaklıklardan sürekli arkadaki ekiple bağlantıda olan profesyonel oyuncular da bu müşterilerin sipariş ettikleri hikâyeyi onlarla birlikte canlandırıyor. Sahnelenen senaryoların başrolündeyse çoğu kez Antoine’ın kadrolu oyuncularından ve aynı zamanda inişli çıkışlı bir ilişki yürüttüğü sevgilisi Margot (Doria Tillier) var.
Hiç bilmeden hayatını dönüştürmüş Victor’a minnetini ifade etmek isteyen Antoine son derece pahalı olan bu siparişi hayatından bezmiş, her şeyin kaybetmiş bu adama hediye ediyor. Victor’ın tek yapması gereken hangi tarihe ve nasıl bir hikâyeye “zaman yolculuğu” yapacağına karar vermek. Victor bu fırsatı, çizimi yarım kalmış son çizgi romanı olan ve Marianne ile ilk karşılaşmalarını anlatan hikâye için kullanıyor. Bütün ayrıntılarıyla teslim ettiği hikâye eşliğinde de 1974 yılının 16 Mayıs gününe, ziyarete geldiği Lyon’daki La Belle Époque kafesine ışınlanıyor. 1871-1914 yılları arasında, Avrupa'da savaşın olmadığı, sanat, moda ve teknolojinin geliştiği, estetik, güzellik, lüksün öne çıktığı zamana atıfta bulunan La Belle Époque, film içerisinde insanların tutunmaya çalıştığı, hayatlarının eskilerde kalmış en iyi zamanına da işaret ediyor.
Bu noktada gerçek ile kurgunun iç içe geçtiği çok tuhaf bir düzlem ortaya çıkıyor. Oyuncular, Antoine’a bağlı olarak arka planda teknik akışı sağlayan ekip ve elbette müşteriler her şeyin bir oyundan ibaret olduğunu biliyor. Victor da burada herkesin baştan sona rol yaptığının bilincinde. Zaten yine dev stüdyonun parçası olan o kaldığı otel odasının duvarları da boydan boya canlandırılması için eliyle teslim ettiği bu çizgi romanın kareleriyle dolu. Çizgi roman olarak ölümsüzleştirdiği anlara ait incecik ayrıntılar yürek burkacak denli naif. Düşünmekten ve özlenmekten adeta heykel gibi kazınmış anlar bütünü onun hafızası. Bir zamanın diyaloglarını bile daha mükemmel, hatırlamayı istediği şekilde yankılanan repliklere dönüştürmüş. Her an birtakım görsel kusurlar, bilgi eksiklikleri yakalayarak delikler açtığı Antoine’ın kurgusunda biraz daha kalabilmek için oğlunun ofisinde hiç istemediği bir dizi işine dahil olmayı ve yazlık evlerini satışa çıkarmayı dahi göze alıyor. Zira bu paralel evrende ara ara repliklerini unutan, kulağının içine sürekli bir şeyler fısıldayan Antoine tarafından konsantrasyonu bozulan Marianne rolündeki Margot eşliğinde, aşıkken olduğu adamı, o eski tutku dolu Victor’ı buluyor. Gerçek hayatın yalanlarından özgürleştikçe, kurgu olduğunu bildiği başka bir gerçeğin gönüllü tutsağına dönüşüyor. Ve elbette bütün ilişki dengeleri alt üst oluyor.
Yönetmek ne demek?
Film ilerledikçe kurgu içinde kurgu dozu da giderek artıyor. O kadar ki filmin dokusu kimi yerde rüyaların ele avuca gelmez, tekinsiz akışına öykünüyor. Bütün bu kurgunun en ağır gerçeklerden ibaret olması da cabası. Bilim kurgu türünün hiçbir unsuruna yer vermeden kurulan simülasyon hayatlar ve izlemekte olduğumuz filmin kurduğu gerçeklik içerisinde yaratılan kurgu dünyalar iç içe geçen aynalarda çoğalan ve birbirinin içine geçen akisler misali, sinema sanatı açısından da çok ilginç bir deney sunuyor. Keza filmin oyuncularının, Antoine’ın “Zaman Yolcuları” şirketine bağlı olarak sipariş hikâyeler canlandıran oyuncuları oynaması, Antoine’ın sahne gerisinden akışa sürekli müdahale ederek izleyicinin bir an bile bu paralel evrenlere tamamen teslim olmasına izin vermemesi, takip açısından yer yer zorlu ama bir o kadar da çabaya değen bir kurgu.
Kaderini yönetmek denilen şey belki de en zor kurgu hâkimiyeti denemesi. Bir anıyı bugüne çağırmak, onun her ayrıntısının senin denetiminde olduğuna inanmak büyük bir yanılgı. Anı dediğin de yaşayan bir organizma; üzerine sonradan eklediğin deneyimlerle temel anlatısı değişen ve yeniden üretilen bir geçmiş parçası. Tıpkı hayatın kendisi gibi. İrademizle belirlediğimiz yollar, bilinçli seçimlerimiz bir yana, hayatın talih ve kader payı azımsanacak gibi değil. Bu bir yanıyla da insanı kainatın zerresi olduğu gerçeğine terbiye eden bir ders. O yüzden Margot, çocukluk ve gençliğinin acılarıyla hoyratlaşmış, kendini sadece bu sipariş senaryoların sahnelenmesine adamış sevgilisi Antoine’a “Her şeyi yönetemezsin” diye isyan ettiğinde, işten çok daha fazlasını kastediyor. Bir yandan bağımsız oyunlarda da sahneye çıkarak tiyatro sayesinde Antoine’la sorunlu ilişkisinde bağımsız bir alan kurma mücadelesi veren Margot, tuhaf bir şekilde hem Victor’ın hem Antoine’ın mihenk taşı gibi. Esası hatırlatan ışıklı bir varlık. Kendi dengesini kaybetmek pahasına kefeleri gösteren bir işaret fişeği. Yazılı senaryonun dışına çıkarak Victor’ı sarsan konuşmasına da bu gözle bakmak gerek:
“Bir yabancı karını oynuyor ve ona para veriyorsun. Sonra da ortaya bir aşk hikâyesi çıksın istiyorsun. Ben çizimlerinin artıklarıyım, repliklerinin artıkları, sevdiğin bir kadının parçaları… Onu terk ettin ama onu seviyorsun. Onun değiştiğini söylüyorsun ama sen de değiştin. Sürekli hatıralara dönmek yerine bu kadını güzel yapan şeyleri bul. Onu üzen, şaşırtan, bugün ve burada olan şeyleri… Hayal kırıklığına uğramayı, eleştirilmeyi, öngörülebilir ve daha az mükemmel olmayı kabullenmeliyiz. Aksi halde sürekli yeniden başlarsın. Bazı denemeler işe yarar ama bu arada asıl hayatı kaçırırsın.”
Filmi izlerken, aklıma Cahit Külebi’nin güzelim İstanbul şiiri geldi.
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır
Fakat içimde şarkı bitti.
Zamanı saatler değil değişim ölçer. Değiştiğinde zamanın geçtiğini de fark edersin. Dünya değiştiğinde ve sen kenarda dururken önünden akıp giden hayatın izleyicisi olmakla yetindiğinde, bir şeyleri kaybettiğini anlarsın. Seni biricik kılan ruh özünü. Işığı ve şarkıyı. Her şey aynıdır görünüşte. Bir sana yer yoktur sanki. Sen yoksundur hatta, görünmez olmuş gibi. Yanıldığın, kandığın, aldatıldığın, ihaneti tattığın her an biraz ölürsün. Arada gerçekten ölenler de olur hayatında. Küçük dünyanı varlıklarıyla birlikte ördüğün sevdiklerin. İpliğin ucunu kaybedersin. Işığı ve şarkıyı. Tam da Cahit Külebi’nin dediği gibi.
Yaşadığın aşk, düşlediğin aşk
Ama hafıza unutmaz. Sokaklarda avaz avaz söylediğin şarkıları, gözünün içinde parıldayan yıldızları. Victor’ın aradığı da eşinin eski hâli ya da geçmişi değil, aşk dolu kendisi. Aşk bir insana yöneltilen duygu olarak kalmıyor ki, hayatını yoğuruyor. Victor yarım kalmış hikâyesine Margot’yla yakaladığı o eski âşık Victor’a kavuştuğunda devam edebiliyor. Aşkla baktığı için bugünün dünyasıyla bağ kurabiliyor, kendine ucundan bir yer açabiliyor.
Büyülü bir başlangıcın yetmediği bir şey aşk. Hep yeni baştan kurulması gereken incecik bir denge. Hayat boyu esirgenmemesi gereken bir emek. Marianne’in üzerine serpmek üzere toz şekerle birlikte ısmarladığı haşlanmış yumurta, sevdiğiniz insanı dünya üzerindeki milyarlar arasında biricik kılan ayrıntılara dair sıcacık bir örnek. Hiçbir şeyi kusur değil özellik gördüğünüz esrik günler vardı. Sonra o coşkuyu bir şeyler sinsice emecek.
Kurgunun içindeki gerçek. Kendi hayatının en belirleyici anlarına film gibi baktığında, miadını doldurmuş zamanlara ışınlandığında o yabancılık yaratan mesafe sana esası da gösteriyor. Yaşarken kaçırdığın bir şeyleri. Şimdiki aklın ve kalbinle baktığında görebildiklerini. Bu açıdan uyanış sadece Victor’a ait değil, kırk yıl sonra o ilk tanışma mizansenine bugünkü hâliyle ortak olan Marianne’dan gelen itiraf da çarpıcı: “Oğlum sıkıcı bir adama dönüştü. Sen depresyona girdin ve ben çok öfkelendim. Kendime dayanamıyorum.”
Döndüğün şey geçmişin olmuyor. Geçmişin sendeki aksine, hatırlamayı seçtiğin hikâyeye dalıyorsun. En önemlisi de şimdiki hâlinle baktığın için geçmiş, aslında geçmemiş bir zamanın adı oluyor. Büyü yaratılan değil, yakalanan bir şey. Zorlama olmaksızın ortaya çıkan bir güzellik. Vapurda etrafına bakınırken denizin içinde birdenbire fark ettiğin zıplayan yunuslar gibi, bir anda beliriveren gökkuşağı gibi bir şey. Beklenmedik.
Geçmişinin üzerinden atlayarak geçebildiğinde, hafızanda da yeni hikâyelere yer açılıyor. Yaşamaya başladığın için. Yeniden bulduğun için. Işığı ve şarkıyı. Bak bir kendine, aşkla nasıl da güzelsin.