İnsanlığın hafıza kaydı: mitler

“Mitolojinin simgeleri üretilmiş değildir, talep edilemezler, uydurulamazlar ya da kalıcı bir şekilde bastırılamazlar.”

KARİN KARAKAŞLI

11.02.2022

Edebiyatın ve genel olarak sanatın en özgün anlatımlı eserleri dahi bir an gelir mitolojiye dayanır. İnsanlık ve kâinatın yaratılışını, kültür ve inanç gereği tapılan tanrıları, tanrıçaları, belli bir topluluğun ortaya çıkmasına vesile olan kahramanları anlatan bu sözlü edebiyat mirası hikâyeler hem değişik kültürlerin önceliklerine göre gösterdiği farklılıklar hem de insanlığın ortak hafızasını oluşturan evrensel özleriyle dikkat çeker. 

Nedense mitleri hep uzun ve karlı kış gecelerine yakıştırırım. Yanan ateşin yakınına ilişen insanların birbirine usulca mırıldandığı sırlardır sanki onlar. En aşikâr gerçekleri göstermelerinin yanı sıra insanın kendinden sakındığı hayallerini ve korkularını da içerdiklerinden, kudret ve zaafa dair çok şey söylerler.

Mit, kimsenin bireysel imzasına ihtiyaç duymaz. Önde gelen felsefeci, tarihçi ve yazarlar sonradan bazı mitleri doğrudan kaleme almış olsa da, mitin önemi ve ayırıcı özelliği kolektif hafızaya ait oluşunda saklı. Ve bin yıllarca elden ele, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa aktarılmış bu hikâyelerde hepimize yer var. 

 

Masal gerçeğinin peşinde

Mitlerin tıpkı masallara özgü ezelî ve ebedî, kozmik bir zamanı ve sınırları aşan alternatif mekânları var. Çok sonraları semavî dinlerin kutsal kitaplarınca da benimsenen imge ve mecaza dayalı simgesel anlatım dili de bu ölümsüz hikâyelerin muhataplarına yorum alanı tanıyor. Ya da başka bir deyişle, mitler insandan insana, çağdan çağa, kainatın dört yanında dinleyenin ona eklediği günlük hayatına dair küçücük hikâyeleriyle de çoğalıyor, katmanlaşıyor.

Mitin gücü anlatılan hikâyeye duyulan sarsılmaz inançla doğrudan ilişkili. Bu anlamda dinî anlayıştan farklı bir kutsallık taşıyor hepsi de. Hikâyenin inanılmaz ayrıntılarla dolu olmasının onu şüpheli kılan, sahicilik duygusunu sorgulatan bir yanı yok. Zira mit zaten geçerliliğini kendisine duyulan inanç ve ihtiyaçtan alıyor. Tanrılar, tanrıçalar, yarı tanrılar, melez canavarlar, doğaüstü varlıklar ve ölümlü kahramanlar baş edilememiş meseleleri ya da ilham veren serüvenleri anlatırken nihayet ait hissedersin. Bitimsiz bir bütünün zerresi olursun. 

Bu noktada tarihi göç ederken birbirine karışan halklar üzerinden okuyan ve aynı coğrafyanın bin bir hikâyesini derleyen Halikarnas Balıkçısı’na bakmak istiyorum bir an. Onun Herodotos ile kurduğu bağa: “Bu Anadolu Efsaneleri’ni yazarken Anadolu’yu gezmiş olan insanların, yani seyyahların arasında hangisinin izini kovalayayım diye düşününce, aklıma ilk gelen yurttaşım Anadolulu Halikarnassoslu (Bodrumlu) Herodotos oldu. Değil yalnız Anadolu’nun, ama bütün dünyanın ilk ve en büyük turist oydu… Herodotos dünyayı da, hayatı da hayran kalınacak kadar güzel bulmuştu. Onun kadar hayret etmiş, hayran kalmış insan azdır.” Mitoloji sayesinde atalarını ve kök tanımlayacağın insanlık aileni seçiyorsun. Sınırlardan özgürleşiyorsun.

Mitoloji alanda her biri kaynak kitap değerinde birbirinden önemli eserler kaleme almış olan Joseph Campbell Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nda mitlerin gizemini “hep şekil değiştiren fakat buna rağmen olağanüstü biçimde aynı kalan o hikâye ve daima bilinen ya da anlatılandan daha fazlasının olduğuna dair kışkırtıcı derecede ısrarlı bir his” olarak tanımlar.  Mit “kozmosun sonu gelmez enerjilerini insanın kültürel yaratımına akıtan gizli bir yarık”tır ona göre. Psikanalizden yararlanarak simgelerin anlamını çözmeye koyulan Campbell, din, felsefe, edebiyat ve sanata başvurarak anlatıların evrensel benzerliklerini ortaya çıkarır. Günün sonunda çağdaş toplum içerisindeki kahraman da arketiplere yaslanacaktır. 

“Mitolojinin simgeleri üretilmiş değildir, talep edilemezler, uydurulamazlar ya da kalıcı bir şekilde bastırılamazlar. Onlar ruhun kendiliğinden oluşan ürünleridir ve her biri kaynağının asıl gücünü bozulmamış olarak içinde barındırır” der Campbell. İlk insanın yaratılışı, dünyayı ve kendisini anlamlandırma ihtiyacı ve çabası bugün de aynı yoğunlukla devam ediyor. Çünkü mit, masal gerçeği çerçevesinde bize aslında hakikati bahşediyor.

Tam da bu sebeple edebiyat ve sinemanın sadece fantastik ve bilmkurgu alanı değil anlatılan her bir hikâyesinde mutlaka mitolojik bir öz, efsanelere ve arketiplere bir gönderme saklı. Mitoloji kadar insanın hikâye anlatma ihtiyacını ortaya koyan başka bir hazine olmasa gerek. 

 

Arketipler diyarında

İnsanı dünya gerçekleriyle yüzleştiren mitler, hayal gücünü de teşvik eder. Çıkmazlara düşen insanın kendi gücünü anımsamasına, umudu yeniden kucaklamasına vesile olur. O kadar ki mitolojik hikâyeler içerisindeki tanrı ve tanrıça arketiplerine zor zamanlarımızda birer yoldaş gibi başvururuz. Hem de farkına bile varmadan, adeta içgüdüyle.

Psikolojide ilk defa Carl Gustav Jung tarafından kullanılan “arketip” kavramı, kolektif bilinçaltını oluşturan öğelere deniyor. Kökeni Antik Yunan’a dayanan arketip kelimesinde arke “orijinal ve eski” anlamını taşırken, tip “kalıp ve desen” anlamlarını taşıyor. Kalıtsal eğilimlerle oluşan ve ortak bilinçdışının içinde yer alan arketipler, hâliyle çok yoğun enerjiye sahip. Sayısız kültürü inceleyen Jung, “kolektif bilinçaltı” derken, insan türünün geçmişiyle bağlantılı olduğunu vurguladı ısrarla. Farklılıklardan ziyade benzerliklerin peşine düştü. İnsan davranışlarını açıklamak için de on iki kişilik arketipini kullandı. Bunlar şöyle sıralanıyordu: gerçeğin peşine düşen Bilge; kendin olmayı vurgulayan Masum; dünyayı ve kendini tanımaya adanmış Kaşif; yönetme gücünü simgeleyen Hükümdar; hayal eden, yoktan var eden Yaratıcı/ Sanatçı; yardım ve korumaya odaklı Bakıcı; hayalleri gerçekleştiren Sihirbaz; güç ve cesaret aşılayan Kahraman; değişimin gücünü getiren Asi, sevmeyi ve sevilmeyi merkeze koyan Âşık; ânı dolu dolu yaşamayı, zevk almayı hatırlatan Soytarı ve bağ kurma, ait olma ihtiyacını pekiştiren Yetim.

Hepimizin içinde bu arketiplerin bir ya da birkaçı mevcut. Kişiliğimizin temel yapı taşı olarak duruşumuzu belirliyor hepsi de. Hayatın anlamından ne anladığımızı. Dolayısıyla mitlere öncelikle gerçeğe hizmet edişleri noktasında hak iadesi esas benim için. Tıpkı “Bana edebiyat yapma” deyişinde edebiyatın, tam da doğası dışında boş söz söyleme gibi bir anlama kayışında olduğu üzere, ruhsal nedenlerle gerçeği çarpıtma, yalanların kronik bir davranış haline gelmesi olarak tanımlanan yalan söyleme hastalığı mitomanide de mitin özüne aykırı haksız bir yalan vurgusu var. Yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren ve zamanla söylediği yalanlara kendisi de inanır hâle gelen mitomanın aksine mitlere tutunan bizler en zoruna, hakikate ve sahiciliğe talip sayılırız. Hikâyeleri yazılmamış kahramanlarız hepimiz. Mitler bize bütün o doğa üstü kahramanlardan daha az önemli, daha az değerli olmadığımızı hatırlatır. Bu açıdan vazgeçilmezdir varlıkları. Sonu gözükmeyen ve her adımda bizi daha içine çekerek yutacak gibi hissettiren kadim bir ormanın içinde başımızı göğe kaldırdığımızda gördüğümüz yıldızlardır. Pusulayı kalpte, istikameti ruhta arama uyarısı. Kendini asla kandırmama çağrısı. Hatanı kabullenme gücü. Değişiklik yapma arzusu. Zorluğa dayanma mukavemeti. Seni aşan şeylere karşı tevekkül. İhanet etmemen gereken aşk. Vazgeçemeyeceğin umut. Keşfetme heyecanı. Korkunu itiraf etme cesareti. Hakkını verdiğin bir hayat. Âşık olduğun bir kainat. Hayatın rutin akışında boğulur gibi olduğunda kendini sana anımsatan öz. Araman ve koruman gereken esas. 

Mit kendimize verdiğimiz sözdür günün sonunda. Biricik olduğumuzu bir an bile unutmama yemini. Kendi ilahi değerlerini emekle oluşturma azmi. Kendi mitimizin kahramanı olma bilinci. Gerisi bir yolculuk. Gerisi bir macera. Sadece yola çıkanın öğrenebileceği…

—-

Tepedeki imaj: Joseph Campbell