Mezar hafızası

Silopi’de evine dönerken katledilen 11 çocuk annesi 57 yaşındaki Taybet İnan’ın tam yedi gün sokakta bekletilen cenazesini gördük.

KARİN KARAKAŞLI

08.03.2022

Günlük hayat, mezarlıklardan ve ölüm fikrinden mümkün mertebe uzakta, bir son yokmuşçasına yaşama pratiği üzerine kurulu. Ama işte sonra “Ölüm var” dedirten bir an mutlaka geliyor. Otomatik pilottan sürdüre geldiğin bütün faaliyetleri boşa düşüren bir uyanma hâli. Hani bazen rüyanın sonunda düşer gibi olur ve silkinerek fırlarız ya yataktan, bahsettiğim öyle bir uyanış. Ölüm kadar hayatın karşı kutbuna yerleşip ona asıl anlamını iade eden başka bir deneyim yok herhalde. “Hayat diye neyi yaşıyorsun? Ölüm neyi bitirecek senin için sahi?” diye kulağına fısıldanmış bir soru. Göğüs kafesinde ve beyin kıvrımlarında yankılanan, kanınla birlikte damarlarında akıp duran bir ödeşme talebi. Ölüm böyle bir sil baştanlık dayatıyor. Doğa, besin, hava her şeyde ölenlerden dolayısıyla ölümün kendisinden zerreler var. Ölene inat başlayan ve devam eden hayatın parçası olmak da adeta bu bilginin akıntısına karşı zorunlu bir mücadele.

Bir bakmışsın yolun mezarlığa düşmüş. Nereye kaybolduğunu bilmediğin, sadece artık göremediğinin ayırdında olduğun bir sevdiğinle daha vedalaşma vakti. Az ilerideki caddede trafik alabildiğine akıyor. Mağazalar açık, taşıtlar dolu. Koca demir kapının bu tarafındaysa alışıldık zaman ve mekânın tanımına yetmediği farklı bir yoğunluk var havada. Kim bilir araf dedikleri tam da budur. Gidenlerden değilsin, kalanlardan olduğunu daha kabullenememişsin. Öyle kalmışsın boşlukta. 

İnsanlığın Antigone’den bu yana ısrarla gömme hakkından bahsedişi boşa değil. Ölüyü gömmeden ölümü idrak edemiyorsun sanki. Ve buna bağlı olarak hayat da yeniden başlayamıyor. Elbette yasın sınırlı kaldığı yer mezarlık değil. Aksine mezarlık, vedanın teyit noktası sadece. Dünya gözüyle görmeyeceksin artık sevdiklerini. Onların hepsi burada şimdi.

Ölüye eziyet edilen yerde hayat hakkıyla ve onuruyla yaşanmaz. Ölüyü gömmek ve ona böylelikle veda etmek, yaşıyorum demenin yazılmamış asgari şartlarından biridir sanki. Öte türlüsü sadece nefes almaktan ibaret kalır. Leğende suyu giderek azalan balığın ağzının açıp kapayışı misali… 

Yunan mitolojisinde Thebai Kralı Oidipus'un kızı Antigone, babasının ölümünün ardından Thebai'ye döndüğünde erkek kardeşleri Eteokles ve Polyneikes'in ölümüyle sonuçlanan kavgalarıyla da sınanır. Kardeşlerinin ölümünün ardından kral olan dayıları Kreon, Thebai’ye ihanet ettiği gerekçesiyle Polyneikes’in cesedinin gömülmesine izin vermez. Antigone ise dayısının yasağına karşın, kardeşinin cesedini gizlice gömder ve bunun üzerine Kreon tarafından diri diri mezara kapatılır.

Sophokles’in trajedisindeki anlatımla Antigone, kızkardeşi İsmene’ye mücadele etmediği için sitem ederken aslında insanlık açısından en belirleyici tercihlerden birini de tarif eder: “Kreon, yalnız birini gömüyor ağabeylerimizin, öbürünü gömütsüz bırakıyor aşağılamak için!.. Kardeşimizi böyle gömütsüz, gözyaşsız leş kargalarına, akbabalara peşkeş çekmiş, tatlı bir şölen niyetine. Ben gömmeye gidiyorum ağabeyimi. Bu uğurda ölsem ne gam? Yan yana yatarız kardeşimle iki sevgili gibi, suçsa kutsal bir suç benim ki. Şu kısacık yaşamda, dirilere yaranmaya değer mi? Öte yandan, sonrasızlık bekler beni. Ölmüşlerime adıyorum sevgimi, sen ama yüz çevirip kutsal yasalardan, gönlünce sürdür günlerini.”

 

Gömmeye gitmek

Cenazeyi kaldırmak, ölü beden ve ruhla vedalaşmak hayata karşı bir sorumluluk aslında. Silopi'de Nuh Mahallesi’nde, komşusundan evine dönerken katledilen 11 çocuk annesi 57 yaşındaki Taybet İnan'ın tam yedi gün sokakta bekletilen cenazesi, bu açıdan yakın tarihin en acı tanıklıklarından biri. İnan'ın oğlunun yazdığı mektupsa hissedebilenler için o gün bu gün bellekte, kalpte ve zihinde mıh gibi kazılı: “Annem ilk vurulduğunda, haber verdiler koştuk. Biz daha varmadan amcam gitmek istemiş, onu da vurmuşlar. Gittiğimde amcamı taşıyordu komşular… Annem sokağın ortasında kaldı öylece, önce belli belirsiz kıpırdıyordu, sonra saatler geçtikçe hareketleri azaldı…Yedi gün, tam yedi gün, annenizin cenazesi sokak ortasında kalsın… İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor… Annemin elleri kaskatı olmuş ve öyle sıkmış ki eşarbını, belli ki canı hayli acımış. Öptüm ellerinden, helal et hakkını diye ama… Kanı kurumuş annemin, elleri, yüzü, ki yüzü düşerken toprak olmuş, elbiseleri kandan ıslanmış, sonra kurumuş, sonra taş olmuş annemin… Kokusu gitmiş, toprak ve kan kokuyor annem, saçları sertleşmiş, kirlenmiş. Annemin canından can almışlar Allah’a inananlar! Gözleri açık kalmış annemin, yüzü eve dönük. Ayakları toplanmış, bir takat gelsin diye belli ki çabalamış…En acısı, kaç saat yaralı kaldı bilememek, keşke diyorum hemen ölmüş olsa. Siz, benim annemi öldürdünüz.”

Ne çok mezarsız ölüsü var bu ülkenin. Ders kitaplarının anlatmadığı nice kırım, katliam. Çoğu aradan geçen yıllarla ellerinde taşıdıkları fotoğraflarındaki sevdiklerinden daha yaşlı hale gelen Cumartesi Anneleri’nin bir parça kemik için verdiği mücadeleyi hatırlayın bir an. İstimlak edilerek geniş caddelere dönüştürülen gayrimüslim mezarlıklarını. Ne de olsa başka bir varoluşun izini bırakmamak da katliamın ve inkârın parçası. Oysa hiçbiri unutulmadı. 

 

Kimin mezarlığı kimin toprağı

Ancak konu mezara ve hafızaya geldiğinde, yakın tarihten bir başka an var ki gözümün önünden hiç gitmez. 2017 Eylül’ünde o dönem Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkan Yardımcısı sıfatıyla cezaevinde olan Aysel Tuğluk'un, annesi Hatun Tuğluk'un Ankara'daki İncek Mezarlığı’nda düzenlenen cenaze töreninde yaşatılan zulmün resmi bu. Son nefesinde annesinin yanında olamayan ve o gün özel izinle cenazeye katılan Aysel Tuğluk’a reva görülen ve hastalığının ilerlemesinde pay sahibi o aşağılık muamele neden bu ülkenin düze çıkamadığının da en büyük kanıtlarından sayılır. 

 

O gün Hatun Tuğluk’un cenazesinin defnedilmesinden kısa bir süre sonra bir anda çevreyi saran bir grup saldırıya geçti. Grubun sloganlarına yakından bakmakta fayda var. Zira hepsi de tohumları özenle dikilen, filizleri itinayla sulanan bir ayrımcılık ve ırkçılığın tezahürü: “Burası Sünni mezarlığı, Aleviler buraya defnedilemez. Burası Türk toprağıdır, Ermeni toprağı değil, burada Ermenileri istemiyoruz. Bu mezarda şehitler yatıyor. Terörist gömdürmeyiz.”

 

Ülkenin yakın tarihini az çok bilenler aslında bu saldırının sonunun katliama varabileceğini tahmin etti. O gün HDP’nin İçişleri Bakanlığı, Valilik gibi yetkililere ulaşma çabası sonuçsuz kaldı. Emniyet kuvvetleriyse ortada gözükmedi.

 

Sonra ne mi oldu? O mezar açıldı, Hatun Tuğluk mezardan çıkarıldı ve ertesi gün Dersim’de toprağa verildi. Oysa penceresinden gördüğü Ankara’daki mezarlığa gömülmek, kızına yakın olmak tek vasiyetiydi. Dersim’de cemevinde düzenlenen törende konuşan HDP Adana Milletvekili Meral Danış Beştaş, bu zulmü adlı adınca kaydediyordu toplumsal belleğe: “Acımız büyük, Hatun anamızı kaybettik. Ama acımızı kat ve kat arttıran başka bir olay da oldu. Dün Ankara İncek'te bu topraklarda yeni bir vahşet yaşadık. 1938 Dersim Katliamını, Sivas katliamındaki Madımak'ı, 1915'i dün Ankara'da bize tekrar yaşattılar. 6-7 Eylül’de, 1938’de ne yaşadıysak Ankara’da da onu yaşadık. 6-7 kişilik açıklamalara binlerce polis yığanlar cenaze günü orada değildi.”

 

Ölüye bakmak

 

Ölüye nasıl baktığın, hayatı nasıl yaşayacağını da belirliyor. Antigone’ninkine benzer bir gömme mücadelesi İlyada destanını tarih boyu sesine kulak verilmemiş Briseis’in dilinden anlatan Pat Barker’ın Kızların Suskunluğu romanında da görülür. 

Troya Savaşı’nda Kral Priamos’un bir gece vakti gizlice, silahsız ve tek başına Yunan kampının merkezine gelerek oğlu Hektor’un ölüsünü eve götürmek için yalvardığı sahnede Priamos, zalimliğiyle nam salmış Akhilleus’a baba-oğul ilişkisi üzerinden seslenir: “Oğlumu bana ver Akhilleus. Benim gibi ihtiyar bir adam olan babanı düşün. Tanrıları şereflendir…Daha önce hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi yapıyorum, oğlumu öldürmüş olan adamın elini öpüyorum.”

Gözlerinin önünde ailesinin erkekleri katledilmiş ve katleden kişiye, doğrudan Akhilleus’a köle olarak verilmiş olan Briseis ise bir köşeden bu karşılaşmayı ibretle izler: “Sohbetten pek bir şey duyamıyordum, zaten çok az konuştular, âşıklar gibi ya da yeni doğmuş bebeğine bakan bir anne gibi birbirlerine bakmakla yetinir gibiydiler. Göz kırpmayan bakışlar, özellikle bir erkekten diğerine yöneltildiğinde genellikle tehditkâr kabul edilir ama ikisinin de durumdan rahatsız olmuş gibi bir hali yoktu…bir zaman tünelinin iki ucunda duruyor gibiydiler: Priamos bir zamanlar olduğu genç savaşçıyı, Akhilleus asla olamayacağı yaşlı ve saygıdeğer kralı görüyordu.” 

Briseis, Akhilleus’un emriyle, günlerce eziyete uğramış, dağda taşta sürüklenmiş Hektor’un ölü bedenini en mahremdeki suç ortaklığı misali bizzat katil Akhilleus ile birlikte yıkar ve bütün mezarsızlar adına hazırlar cenazesini. “İki taş seçtim, üstleri ince beyaz çizgili, mavimsi, solgun bir gri renkte olduklarını hatırlıyorum. Elimde ne kadar hafif ve pürüzsüzdüler. Kardeşlerim böyle taşları nehirde sektirirdi, hiç kuşkusuz Hektor da çocukken aynı şeyi yapmıştı. Çakılları gözkapaklarına yerleştirdim, sonra başını dikkatle kaldırdım. Ne kadar sık kaldırırsanız kaldırın, insan kafasının ne kadar ağır olduğunu hep unutur ve her seferinde affallarsınız. Taşları yerinde tutmak için gözlerinin etrafına kumaş bir şerit bağladım. Sonra geri çekildim. Hektor şimdi göçmüştü. O zamana dek bir şekilde gerçekten ölmemiş olduğunu hissediyordum.” 

Ölen insanı ölümden ayırarak hatırlamak en zor işlerden biri. Zeynep Sayın Ölüm Terbiyesi kitabında hem ölü ve bellek ilişkisini hem de gömülmenin önemini şöyle anlatıyor: “İnsanlık tarihi, insanlığın ötekisinin, cesedin de tarihidir. İmge üretimi tarihi, insanın iki ayağı üzerine basmasından beri artık ayağa kalkamayan cesede bakmasının tarihidir. İmge üretimi, cesetle başlayan ikiz üretimidir; ilk evler konut değil, mezardır. İlk heykeller (yatan ölüyü doğrultan birer) mezar taşı, ilk portreler ölü maskesidir. Ceset, bellek taşıyıcısı değildir. Kökeni, orijinali, başı, başlangıcı yoktur; hiçbir şeyin tekrarı, kopyası, taklidi değildir. Cesedin belleği yoktur. Ceset ile imgenin ayrışması, cesedin imgeye dönüşmesi için cesedin gömülmesi, belleği taşıyanın imge olması gerekir. İmgenin varlığı cesedin mezarına bağlıdır. Mezar taşları, yatmakta olan ölünün hatırasını ayağa kaldırır. İmge cesedin bir zamanlar canlı olmuş olduğunun kanıtıdır; bir zamanlar insan olmuş olduğuna düşülen kayıttır. İmgede korunan bellek, cesedi insanbilime ve insanlık tarihine açacaktır. İmge ölüleri ataya dönüştürür. Kabirler ziyaret yerleridir. Küçük bir tapı yeridir her bir mezar, her bir yatır…” 

Hepimiz günün ve bir ömrün sonunda birilerinin belleğinde imge olarak var olmayı düşleriz. Aynı  anda ve birlikte ölünse dahi mutlak bir tek başınalıkta çıkılan bu yolculuktan geriye çekilmemiş an resimleri, sadece muhataplarının bildiği milatlar, arka plan hikâyeyi bilmeyenler için şifre gibi kalacak iç konuşmalar kalır. Hatırlamaksa ancak yaşanana hürmetle yaklaşabilenlerin harcıdır. “Bir ölüyü kurtarmak, ölümü kurtarmak anlamına gelecektir” der Zeynep Sayın ve ortak bir meramı en billur şekilde ifade eder: “Başka ülkelerden başka çağlardan örnekler verilebilir. Ama benim yaşamıma tanıklık eden, muhtemelen ölümümün de şahidi olacak ülke Türkiye’dir. Bu kitabı bu nedenle memleketimin noksanlığını çektiği (kanımca en önemli) şey üzerine, imge ve ölüm ahlakı diyebileceğim terbiye üzerine yazdım.”

O terbiyeden nasiplenmek zorlu ama zorunlu bir müfredat. Başka türlü insan olunamıyor zannımca. Mezarın kadar diyarın oluyor. Ölüye göstereceğin hürmet kadar bulacağın sevgi ve şefkat. İnsanı eşitleyen ölümün öğrettiği ders ölene ve koşullara göre değişmeyen bir anlayışın gerekliliği. Yoksa bu dünyada niye yaşadık ki?..