Uzaylı Yazılar 19: Filioque

Constantinus, pagan Roma mirasından kurtulmak istiyor. Bir nevi Atatürk’ün İstanbul’a küsüp, Osmanlı mirasından kurtulmak istemesi gibi.

LEVENT YILMAZ

11.03.2022

25 Mart 1043’te Fener Patriği seçilen Mikhail Kiroularios (ya da Mihael Kerularios), 1014 yılında Roma Patriği Benedictus’un Filioque’yi resmen kabul etmiş olmasına zaten kendini bildi bileli gıcık oluyordu. Kendini ne zannediyordu bu densiz Roma Patriği?

Şimdi diyeceksiniz ki neler oluyor, nedir bu Filioque, kim bu adamlar! Ne gerek! Haklısınız tabii sayın resim terbiyecisi. Ama bırakın anlatayım. Anlatayım da biz erkeklerin ne saçma, ne abuk sabuk şeylerle uğraştığını anlayalım – en azından bu konuda mansplaining yapmalıyım bence!

Şimdi, ilk olarak, Batı Roma İmparatorluğu ve Doğu Roma İmparatorluğu diye iki imparatorluk yoktu, hiçbir zaman olmadı. Olan, sadece Roma İmparatorluğu idi, o da, Octavianus Augustus’tan beri imparatorluktu, öncesinde ise, cumhuriyetti. Evet, İ.S. 286’da dörtlü yönetim tesis edildi, tamam. İki Augustus, yanlarında da iki çömez Ağustos (ki adları Sezar, belki Kayser ya da Kayzer idi), imparatorluğu iki coğrafi kısımda, Doğu ve Batı idari bütünlükleri içinde yönettiler; ama bu mesele, Constantinus’un önce Milva Köprüsü Savaşı’nda Maxentius’u, sonra da 324 yılında Üsküdar’a Gideriken Savaşı’nda bacanağı Licinius’u yenmesinden sonra… fiilen ilga edildi. Hele Zeno ve Justinianus’tan sonra, neredeyse tamamen… Yani Tek Devlet, Tek İmparator, Tek Sancak, Tek Din.

Başkent de evet, Roma idi tabii. O da belli olmayan bir tarihe kadar diyeceğim fakat, kimileri kesin tarih veriyor, 11 Mayıs 330. Madem bu kadar kesin konuşuyorlar, hadi, inanalım. Sanırım olan şu: Chrysopolis yani Üsküdar Savaşı’nı 324’te kazanan ve uzun zamandır da hıristiyan olan Constantinus, pagan Roma mirasından kurtulmak istiyor. Bir nevi Atatürk’ün İstanbul’a küsüp Ankara’yı başkent yapması, Osmanlı mirasından kurtulmak istemesi gibi. Neyse. Byzantion’da inşaat 324’de (bazıları 326 diyor) başlıyor ve telaffuzu Vüzantion olan bu yer 330’da resmî başkent oluyor (niye 11 Mayıs acaba?). Ey Roma! Nova Roma! Güzel Nova Roma! Seni görmek ister her bahtı kara! Evet adı, resmî adı, Nova Roma ya da Nea Rome. Konstantinopolis sanırım daha sonra gelecek, gayr-ı resmî yollardan (“ amaann, adamın şehri işte” dediklerinden şüpheleniyorum, eh “Minervapolis” ya da “Faustapolis” diyecek halleri yoktu). Konstantiniyye daha da sonra, İstanbul en sonra ve en “Türkçe”, hattâ sanırsın “Öztürkçe”!

Uzun lafın kısası, ya da “çok uzun anlatmak gerek idi, ima ile geçtik biz”, Constantinus, Hıristiyanlık’ı kabul ediyor. O zamana kadar da, Hıristiyanlık içinde resmî bir yapı yok, yani Kilise daha tam anlamıyla, dogmaları ve binalarıyla oluşmamış, sürçüyor. Tek Din olmamış. Aslında zaten hiç olmayacak. Ayrıca da, Roma’daki patrik daha “Papa” değil. Yani “Papa” sadece onun için kullanılmıyor. Bir ünvan değil. 

Şöyle anlatayım: Roma İmparatorluğu dahilinde (ve haricinde de) bir sürü hıristiyan cemaat var. Antakya var, İskenderiye var, Kudüs var, Toledo var, var oğlu var. Bu cemaatlerin başlarında da birer patrik var. Patrik sözcüğünün kökeninde ve gelişiminde ise “pater”, hattâ “pater familias” var: yani “baba” var (“baba” da “papa”). Bu şu demek, nasıl aile babası ailedeki tek otoriteyse, patrik de cemaatte otorite. Tabii kalplerde ve ruhlarda, yoksa, sopayı esas elinde tutan, “praetor”, vali. 

Nasıl “cemaat” ile “cami”, Arapça #cmm, #cmˁ, #cmhr köklerinden türetilmiş ve bu da “toplama, bir araya getirme” anlamını taşıyorsa, “kilise” de, aynı biçimde, Eski Yunanca ekklēsía εκκλησία “kurultay, meclis, toplanma, bir araya gelme” sözcüğünden evrilmiş (diyor Nişanyan, [varolsun, o Sözlük’ü yaptı ya] ve tüm etimolojiler). Dolayısıyla tüm bu ruhanî liderler, birer “papa” – çünkü, yine, sözcük Yunanca “baba” anlamına gelen “papas”tan geliyor ve bu insanlar birbirlerine hitap ederken bunu kullanıyorlar, aynı ODTÜ’lülerin (özellikle de erkek versiyonlarının) birbirlerine “hocam” demeleri gibi. Aslında şaşılacak bir şey yok, biz de bugün, Kilise’deki din görevlilerine “papaz” ya da “peder” diyoruz (babamıza da diyoruz, “bugün de açız, dedi peder”deki gibi). İtalyanlar ise bu adamlara “padre” diyorlar, pater’den bozma. Yani şu: Bir zamana kadar herkes “Papa”. Roma’daki “yetkili abi"nin TEK Papa olması nasıl olacak peki? Tabii ki Filioque kavgası sayesinde!

Ay ne ola ki bu saçma şey diyorsunuz, biliyorum, ben mansplaining’ime devam edeyim!

Şimdi, hıristiyan olan ve 324’te Chrysopolis (Üsküdar) Savaşı’nda bacanağı Licinius’u tepeleyen Constantinus, pek beğeniyor Boğaz'ı, Sarayburnu’nu falan. “Kurun şehri!” emrini verirken, aynı zamanda, “Aaa” diyor, “nedir bu hıristiyanlar arası dağınıklık, herkes farklı farklı konuşuyor, her kafadan bir ses çıkıyor, İsa, Babası ve Kutsal Ruh ayrı ayrı kişilikler mi, yoksa TEK ve bir kişiliğin farklı görünüşleri mi, birinin birine üstünlüğü var mı, pazar günü diz çökmek gerekir mi, hadımları ne yapacağız, hangi tatil hangi zamana denk gelecek, yeter artık, yeter. Toplayayım şu rahipleri de, tartışıp nihai bir metin çıkarsınlar ortaya”. Bu niyetle, İznik’te (eski adıyla Nikaia, ya da Nikeia) bir konsil, bir meclis, bir kurultay topluyor. Bunlara sarayının büyükçe bir kısmını veriyor, yatırıyor, içiriyor, ceplerine harcırah koyuyor, toplantıya başkanlık ediyor, “patrikleri ben atayacağım, içişlerinizde bağımsızsınız ama çok da değil, hatta, belki de hiç değil, galiba toptan bağlısınız” diyor. Yani bildiğimiz anlamda Kilise’yi bir kurum olarak orada kuruyor. Ve tabii bir sürü de bina olan kilise inşa ettiriyor (hattâ Roma-Yunan tapınaklarını talan edip, tüm taşlarını tahtalarını alabilirsiniz diye bir kararname bile çıkarıyor).

Şimdi, imparatorluğun dört bir köşesinden gelen 318 rahip, günler geceler boyu çalışıp bir metin ortaya çıkarıyorlar, başlarında Kordobalı Hosius, ve tabii hepsinin başında da Damokles’in kılıcı gibi sallanan Constantinus. İlginç olan şu, bu 318 rahip içinde sadece 5 rahip Batı’dan geliyor. İkisi, Roma’daki patrik I. Sylvestrus’un elçileri. Sylvestrus (ki Constantinus’un din değiştirmesini sağlayan kişi olduğu rivayet edilir) da çağrılı, gelmiyor, ya da gelemiyor ama yerine o iki elçiyi gönderiyor ve daha da önemlisi, el üstünde tutuluyor onlar ve neredeyse “eşitler arasında birinci” kabul ediliyor Roma. İlk önce üç (Niye? Çünkü bu ilk üç patrikhanenin İsa’nın havarileri tarafından kurulduğu söylenecek), sonra dört, sonra da beş adet “ana” patrikhane kurulacak. Ve bu beş patrikhane, imparatorun onlara tahsis ettiği coğrafyalarda, kalplerin tek sevgilisi, cemaatlerinin tek babaları olacak. İlk üç, Roma, Kudüs, Antakya. Dört, Konstantinopolis. Beş, İskenderiye. Yıllar içinde mesele şuna evrilecek, ilk “ekklesia”, kilise, nerede kuruldu? Eh, akıl var mantık var, Kudüs olmalı değil mi? Ya da, cemaatin kendine ilk kez “Hristosçu” adını taktığı ve ilk tapınak, bir toplanma yeri, cami, cem evi kurdukları Antakya? Nein!

Roma diyor ki, diyecek ki, hep diyecek ki: “En eski benim, çünkü beni havarilerin en havarisi Aziz Petrus kurdu. İsa efendimiz bu işle onu görevlendirmedi mi? Ey cahiller bu görevi ona O verdi, O! Aklınızı başınıza toplayın, açın okuyun Matta 16:19’u: ‘Göklerin krallığının anahtarlarını sana vereceğim. Yeryüzünde bağlayacağın her şey göklerde bağlanmış olacaktır; yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde çözülmüş olacaktır.’ Eh, ayrıca İ.S. 64 ila 68 arasında bir ara, çarmıha gerilerek şehit edilmedi mi? Şehadet mertebesine bu şehirde, Roma’da ermedi mi?”

Ama, maalesef, Roma’daki müdür, istediği kadar tepinsin, kader ağlarını örmekteydi: Konstantinopolis patriği, hani makamı Fener’de olan kişi (şimdiki gayet sempatik!), kendilerini de bir havarinin, Aziz Andreas’ın kurduğunu yaymaktaydı. Ve tabii, Roma İmparatoru’na en yakın olan da oydu, Roma uzaktı. Gözden uzak olan, gönülden de uzak olurdu. Ve bir müddet sonra, bu yakınlık sayesinde geriye iki kuvvetli patrikhane kaldı. Roma ve Fener. Çünkü, Kudüs, Antakya ve İskenderiye patrikhaneleri Roma İmparatorluğu’nun başkentinin doğusunda idiler ve İstanbul’un ağır etkisi altındaydılar. 

Dönelim 325’e. İmparator’un hamiliğinde toplanan bu Konsil istikşafi görüşmelerden sonra bir sonuç bildirgesi yayınlar. Bir ton maddenin arasında bir de bir madde vardır: “Kutsal Ruh (Rûhulkudüs) Baba’dan gelir”. Bildirge, Yunanca kaleme alınmıştır: “Καὶ εἰς τὸ Πνεῦμα τὸ Ἅγιον, τὸ κύριον, τὸ ζωοποιόν, ἐκ τοῦ Πατρὸς ἐκπορευόμενον.” Tabii, Batı’ya yani Roma’ya gönderilen metin, Latinceye çevrilir: “Et in Spiritum Sanctum, Dominum et vivificantem, qui ex Patre procedit.” Bu bildirge, 381’deki Birinci Konstantinopolis Konsili’nde nihai metin ve dogma olarak kabul edilir. Ama 6. yüzyıldaki Toledo Konsili’nden itibaren, ama 8. yüzyılda litürjiye dahil edilmek üzere, Batı’da metnin Latincesine, bir de “Oğul” (Filio) eklenir, yani “qui ex Patre procedit”, olur “qui ex Patre Filioque procedit”. İnsan kendini bir Turgenyev romanında hissediyor!

Konstantinopolis’in cevabı gecikmez! 863 yılında Roma patriği I. Nicolaus’un aforoz ettiği Konstantinopolis patriği Photios, Doğu Patrikleri’ne Genelge’sini yayınlar ve bir de Konsil toplar. Bu metinde, Roma’daki patriğin otoritesi falan olmadığını ve sapkınlık içinde olduklarını, ayrılıkçı söylemler yaydığını söyler. Bu Filioque yaması saçmalıktır! Ve maddeye bu sefer kendisi bir yama yapar: “Kutsal Ruh (Rûhulkudüs) YALNIZCA Baba’dan gelir”. Ve ardından Konsil, I. Nicolaus’u aforoz eder. Ve bu tepişme sürer gider.

İşte Filioque bu! Şimdi başa dönelim.

1050’lerde, başkent Konstantinopolis’te ikâmet eden Roma İmparatoru IX. Konstantinos’un tek derdi, Güney İtalya’daki toprakları Norman saldırılarından korumak üzere bir ittifak kurmaktır. Bu yüzden de Roma patriği IX. Leo’yla arasını iyi tutmak istemektedir. Fakat Roma’ya gıcık olan patrik Kiroularios o aralar Konstantinopolis’teki Filioque’ci Latin kiliselerini kapatmakla meşguldür. 

IX. Leo’nun sırkatibi, Silva-Candida kardinali Moyenmoutier’li Humbert, patriğin kulağına bu meseleyi çözmenin yolunun iki patrikhanenin yakınlaşması ve ittifaka zemin hazırlanması kozunu kullanmaktan geçtiğini fısıldar ve bunun için Konstantinopolis’e bir delegasyon göndermeye ikna eder. Delegasyonda kendisi, Amalfi başpiskoposu Petrus ve Lorraine’li Frédéric vardır. 

Bu zalim plan uyarınca, kardinal Humbert iki mektup yazar ve IX. Leo’ya imzalatır. Biri, Mikhail Kiroularios’a hitap etmektedir ve seçilmesinin meşruluğunu sorgulamakla kalmayıp, Filioque’ci kiliselerin kapatılmasını protesto etmekte ve onu Antakya ve Kudüs patrikhanelerinin içişlerine karışmakla suçlamaktadır. İkincisi İmparator (Basileos) IX. Konstantinos’a yazılmıştır ve siyasi meselelerden bahsetmenin yanı sıra, son cümlede, “Patrik Kiroularios’tan fena halde sıtkımız sıyrıldı, nedir bu adımın derdi?” minvalli ifadeler vardır. Humbert, bir de eğer görüşmeler anlaşmazlıkla sonuçlanırsa buna yol açanların aforoz edileceğine dair bir ferman imzalatır IX. Leo’ya.

Delegasyon yola çıkar. Ama Roma patriği IX. Leo onlar yoldayken ölür. Humbert haberi güvercinlerden alır! Normalde, patrik öldüğü için delegasyonun geri dönmesi ve yeni patriğin seçilmesini beklemesi gerekmektedir. Çünkü ne misyonun, ne de taşıdıkları mektuplar ve fermanın artık geçerliliği vardır. Ama Humbert dönmez. “Durmak yok, yola devam!” ve Konstantinopolis’e varırlar. Kiroularios onları buz gibi bir ortamda kabul eder. Delegasyon, artık geçerliliği kalmamış mektubu yine de verir patriğe. Okur patrik mektubu ve delegasyonu kapı dışarı eder. Delegasyon bu sefer İmparator’a gider, mektubu verir. İmparator mülayimdir, ittifak arıyor ya, onlara iyi davranır. Mektubu okur, sinirlenmez. Yedirir içirir onları. Bu, Kiroularios’u daha da sinir eder. Studios manastırından (şimdiki Samatya’da, yıkık dökük, ne ayıp!) bir keşişe cevabî bir mektup yazdırır – bunu okuyan Humbert küplere binme noktasında küfür kıyamet, sinirden yerinde duramaz. Ve artık geçerliliği olmayan aforoz fermanını kullanarak koca bir metin hazırlar ve Kiroularios ile avanesini aforoz eden koca bir fermanı, gider 16 Temmuz 1054 yılında, Ayasofya’daki altarın üzerine asar, hele de içerde ayin varken. Bu küstahlık Kiroularios’u delirtir, halk da galeyana gelir. Delegasyon, arkasına bakmadan topuklar, şehri terkeder. Onlar yoldayken, Kiroularios’un ve halkın sinirini yatıştırmaya çalışan İmparator’un da desteğiyle yeni bir sinod toplanır, Humbert’in aforoz fermanı şaşa ile yakılır ve bu kez de Kiroularios delegasyonu aforoz eder. Sorun şu ki, delegasyondaki üçüncü kişi, Frédéric, dönünce, bir süre sonra, Roma patriği seçilecektir. Yani, Kiroularios, gelecekte patrik olacak olan adamı, bilmeden, aforoz etmiştir.

Bu olay, Doğu ile Batı kiliseleri arasındaki boşanmanın başlangıcıdır! Ve bir süre sonra, 1070’lerde, Roma patriği, “Papa” kelimesinin sadece kendisi için kullanılabileceğini, TEK “Papa”nın kendisi olduğu ilan eden bir kararname yayınlar. İşte Papa, böyle Papa olur.

Boşanma deyince: Ben bu yazıyı yazmaya 8 Mart’ta başladım. Tabii ki büyük bir sarkazmla. Erkek dünyasının saçmalıklarının nelere malolabileceğini göstermek için ve ne kadar aptal, abuk sabuk şeylerle uğraştığımızı görüp gülerek. Başta yazıyı 8 Mart’ta yayına sokmak istedim. Bir saat sonra, “Bir sus be, bir sus, bir gün de sen konuşma, mansplaining’in batsın” diyerek vazgeçtim. Sonra, canım Eylem Canaslan’ın bir metnine denk geldim: “Mansplaining'in en güzide örneklerinden biri de, günün anlam ve önemine dair EMEKÇİ kadınların gününü kutlayan (pardon anan, yine onlardan öğrendiğimiz üzere doğru ifade bu olmalıymış çünkü) erkeklerin mesajları veya postlarıdır. Bu yıl da takılmış plak gibi aynı terane. Kadınlar işçi mücadelesi tarihini bilir, siz biraz feminist eleştiri teorisi öğrenin.” Şimdi, İsa’nın ve eğer aynı kişilerse, Baba’sının da anası olan Meryem Ana, “Cennet anaların ayağı altındadır” gibi meselere girmeyeyim ama aşağıdaki fotoğraf Filioque tartışmasına bile beş basar: