Geyikli Duvar Halısı
Evimizde mutfak önlüklü bir kadının, bir adamın kucağında oturduğuna hiç tanık olmadım.
18.03.2022
Bir önceki yazıyı (“Sessizlik ya da halının altı”), “Türkiye ve Ermenistan’da Kişisel Bellek Anlatıları” adlı kitabın birinci bölümünden (*) alıntılar ile kurmuştum.
“Kimi affetmek? Neyi affetmek” adlı ikinci bölümü (Hranush Kharatyan-Araqelyan) okudum ve elim varmadı alıntı yapmaya. Tanıkların anlattıkları şeyler ağır… “Anıların anıları” olarak bile çok ağır. Acı, insanın içinde ne kadar derine inebilen bir duygu… Ki onun derin hâlinden söz ederken başka kelimeler bulmak lazım, “duygu” kelimesini aşan bir yer orası.
İkinci bölümün bir sayfasında şu cümleleri gördüm : “Konuşmacıların “Türk algıları” genellikle ailelerinin başından geçen ”Türk Deneyimi” ile doğrudan ilgili…Türklerin hayatının Ermenilerle ilgili olmayan farklı kulvarları hakkında hemen hiç bilgileri yok.”
Son cümle gezegeni kapsıyor bence. Böylece konudan sapıyorum.
Kimsenin kimseye dair pek fikri yok. Bu eksiklik ansiklopedik bilgi, gazete haberi ile kapatılabilecek bir şey değil. Ticaret, seyahat, aşk vs eldeki imkânlar her ne ise o oranda karşılıklı temas lazım. Temasın 40 yılda bir değil, devamlılığı, az çok sürekliliği, ritmi olması lazım.
“Maddî imkânlar ve dil meselesi ne olacak?” derseniz, haklısınız. Fakat mesela bağımsız belgesel film yapımcıları temas noktaları oluşturuyorlar. Ve o temas noktaları arasında bir çeşit ağ oluşuyor. “Sen izliyor musun o belgeselleri?” derseniz, hayır izlemiyorum. Fakat başlıklarına, konularının ne olduğuna göz ucuyla bakıyorum. Yorgunum biraz, veri yüklenmeyi azalttım. Başkalarının da yorgun olabileceğini kabul ederim.
Ama şöyle bir belgesel olsa oturur izlerim: Valentin Gubarev (doğum 1948, Gorky) ile Valdemar Von Kazak (1973, Tver) iki farklı kuşaktan, hayatın iki farklı hâlinden süzülerek gelmiş iki illüstratör.
Gubarev’in illüstrasyonlar ile oluşturduğu dünya için, “Bir zamanlar naif bir hayatımız vardı. Taşradaydık. Olsun. Yer, içer, sevişir, kedi ile birlikte pencereden bakardık” dünyası diyebilirim. Gubarev dünyasında, kuzey ışığının soğukluğu altında bile Fellini kafası bir hayat sevgisi var bence.
Valdemar Von Kazak ise maddî koşulların daha sertleştiği, hayatın zorlaştığı dönemde doğup büyümüş. Tekniği çok farklı. Yaklaşımı sert. Kimseye eyvallahı yok da diyebiliriz.
Acaba bu iki illüstratörün işleri üzerinden şu soruyu sorabilir miyiz? “Farklar nasıl oluştu ve dünya nasıl değişti?”
Belgeselin bu sorunun peşinde dolaşmasını ve Svetlana Aleksiyeviç’in hazırlayıp sunmasını arzu ederim. Svetlana Aleksiyeviç, İkinci El Zaman adlı kitabının bir yerinde şöyle diyor: “Sovyet insanlarını dört kuşağa ayırabilirim : Stalin, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’cular. Ben sonunculardandım. Bizim için komünist fikirlerin çöküşünü kabul etmek kolaydı, çünkü fikrin genç ve güçlü olduğu, öldürücü romantizmin ve ütopik umutların dizginsiz büyüsüyle dolu olduğu zamanı yaşamamıştık. Biz Kremlinli ihtiyarların zamanında büyüdük.”
Svetlana, elimizden tutar ve bizi her iki illüstratörün dünyasında gezdirir. Gündelik hayatın daha yavaş aktığı bir dünya ile şimdinin gündeliği hızlanmış dünyası arasında. Bu neye yarar bilmiyorum ama olsa fena olmaz sanki.
*
3-4 sene önce birgün Valentin Gubarev’e bir mektup yazdım. Arkadaşım Tanya çevirdi. Mektubun bir iki paragrafını aktarıyorum:
“Sayın Valentin Gubarev,
Beyefendi,
Bir resminizde, duvarda geyikli duvar halısı asılı. Çocukluğumda evimizde geyikli bir duvar halısı asılıydı. Ben sizden 7 yaş küçüğüm. Evimizde mutfak önlüklü bir kadının, bir adamın kucağında oturduğuna hiç tanık olmadım. Bu detayı, benzerlikler peşinde olmadığımı söylemek için verdim.
Beyefendi,
Resimlerinize çok kez baktım. Halı desenlerine, tül perde detaylarına, kitaplıktaki kitapların adlarına, duvara asılı çerçevelerdeki resimlere, güneşli havada bahçede çalışan kadının iç çamaşırına ve geri planda bir evin üst katında, pencereden görülebildiği kadarıyla sevişen çiftlere, kedilerin sakin yumuşak duruşlarına ve insanların yüz ifadelerine…
Resimleriniz belirli bir mesafede durup bakılan resimler değil bence. İçine girip dolaşılabilecek hikâyeler onlar. Hüzün, yaşama sevinci, bir küfür ve bir kahkahayı aynı anda içerebilen hikâyeler. İzleyicisini belirli bir mesafede, uzakta tutan çalışmalar değiller. İzleyiciye, eğer isterse hikâyeye katılma imkânı veren bir cömertlikleri var.”
Bay Gubarev mektubumu, -aklımda kaldığı kadarıyla- “Dünyanın farklı yerlerinde, birbirimizi hiç tanımamış insanlar olarak, sıradan hayatlara benzer bir yakınlık ile baktığımız…” gibisinden kısa fakat sevimli bir kaç cümle ile cevapladı.
*
Yazı bu satıra geyik desenli bir duvar halısı ile geldi. Halı nedir? Nesne. Bu halılar, 1960’lı yıllarda İstanbul ve Atina’da iki farklı filmde görüldüler: Pazar Günü Asla ve Karanlıkta Uyananlar. Gubarev resimlerindeki ve çocukluğumdaki halı ile birlikte “geyikli duvar halısı gezegen dağılım haritası” diyebileceğimiz bir harita oluşuyor bence. Endüstri makinaları bir dönem o halıları şakır şakır bastılar ve hane iç duvarlanna astılar.
Belki “Eee, ne var bunda?” denilebilecek şeyler yazdım. Veya “Nesneler Anlatabilirler” takıntısı, bende meslekî çarpıklık etkisi yapıyor. Başka belgesel film önerilerim de olabilir esasen.
Selam sevgi ile.
—-
* “Türkiye’de Ermenileri Hatırlamanın Ağırlığı” / Leyla Neyzi