Pedal Çeviren Kadınlar

Özel Harp Dairesi pogrom tezgâhlama birimi, insanları ölülerine sahip çıkamaz durumda bırakmanın etkili bir yöntem olduğunu mu düşünüyordu?

İLHAMİ ALGÖR

23.03.2022

— “Yunanistan’daki okuyuculara İstanbul ve İmroz’daki hayatımızı tanıtmak, oradan ayrılma kararı almamıza sebep olan olayları anlatmak istedim.” Rea Stathopulu

Pedal Çeviren Kadınlar adlı roman, Türkiyeli Rum bir ailenin İstanbul'dan İmroz'a, 50'li yıllardan 70'li yıllara uzanan hikâyesini içeriyor. Göçe zorlanan insanların, göç öncesi gündelik hallerini, yer yer on yaşlarında bir kız çocuğunun, Niki’nin günlüklerinden, yer yer yetişkinlerin dünyası içinden anlatıyor. Alıntılar ile kurgulayarak aktaracağım.

“Sevgili günlüğüm,

Bugün anneannem büfeden küçük bir peçete aldı, kafasına koydu, Samatya'ya babasını ziyaret etmeye gideceğini söyledi. Margarita'yla öldük gülmekten. Annem engel olmaya çalıştı, beni yardıma çağırdı. Anneannem kısa boylu, zayıf, bir deri bir kemik, ama bir kuvvetli, bir kuvvetli… Sinirdenmiş, öyle diyor annem. İnsan sinirlenince çok kuvvetli olurmuş.”

Metis Yaynları web sitesinde, romana dair şu tanıtım cümlesi yer alıyor: “Uluslararası politikadaki en ufak bir çalkantının özel hayatlarda birebir karşılık bulduğu, siyasi süreçlerin insanın mahremiyetine karıştığı bir tarih ve coğrafya. Bir yandan da, o hayli tanıdık aile, komşu, mahalle dengelerinin kâh ıstıraplı kâh esprili incelikleri.”

"Bir kız çocuğunun günlüğünün bebekliğe geri dönmüş bir anneanneyle başlaması tuhaf değil mi?" diye düşündü Margarita. Kendisini bildi bileli anneannesi Klioniki'nin aklı gitmişti. Onun İstanbul'un uzak semti Samatya'daki yaşamına ait ayrıntılı hikâyeleri dinlemişti annesinden. Marmara denizinin kıyısında, bir başka denize bakan evinde dört çocuğunu sıkı bir disiplinle büyütmüş. Kızları kiliseye giderlerken uzaktan herkesin gözü onların üzerinde olurmuş. "Bakın hele 'Kambur'un kızları' geliyor," dermiş kahvede oturup nargilelerini fokurdatan Türkler, üç kızın güneşte pırıl pırıl parlayan tertemiz sarı saçlarına doğru işaret ederek.”

Roman, sonlarına doğru 1955 Eylül’üne geliyor :

“Sevgili günlüğüm, 

Dün yaz mevsimi sona erdi. Sonbahara’a girdik ama benim için kış başladı. Artık İstanbul’a döndük, ne deniz banyosu, ne gezmeler, ne de panayırlar. Okula hazırlanıyoruz. Bu sene Margarita da gelecek, ama misafir olarak, henüz küçük çünkü.  Babam Apoyevmatini gazetesinden büyük harfleri okumayı öğretmişti yazın ona, bu yüzden bir küçük iskemle koyacaklar, birinci sınıftaki çocuklarla oturacak. Gelecek yıl resmen kaydolacak.Annem eski okul önlüğümü buldu, Margarita’ya göre kısaltacak. İmroz’dan iki tane de yaka örneği getirdi; kenarlarına dantel işleyecek, okulun ilk günü takacağız.”

“Sevgili günlüğüm, 

Bugün hamama gittik. Bir sürü kadınla birlikte gittik, koca bir grup. Bizi Lukianos’un annesi götürdü çünkü bizim annemiz asla hamama gitmez. Önüne gelen hamamcı kadın tarafından ellenmek hoşuna gitmiyormuş.”

Roman 6/7 Eylül saldırılarına,  ailenin iki gün boyunca yaşadıklarına yer veriyor. Fakat ben o iki günü atlıyorum. Sonrasına bakmak istiyorum.

“Sevgili günlüğüm,

Bugün babam olanları öğrenmek için İstanbul’a indi. Annem de kapıya çıktı, mahalleden başkaları da geldi, böylece olayları öğrendik. (…) Öğlen babam dönünce haberleri getirdi. Teyzelerimiz iyi ama Anasto teyzemin evini harap etmişler. (…) Babam bir de, Şişli Mezarlığı’ndan ölüleri çıkartıp yollara attıklarını söyledi. Olayların olduğu geceden beri odamızın kapısı açık uyuyoruz. Bu akşam annemden holün ışığını açık bırakmasını istedim çünkü ölülerle ilgili duyduklarım yüzünden korkuyorum.”

Mezarlara saldırmak, tahrip etmek

Herkül Millas’ın Aile Mezarı (Doğan Kitap, 2021) adlı kitabında, ailenin genç yaşta vefat etmiş oğullarının mezarı Eylül 1955 pogromunda tahrip edilir.  İşyerleri, evler ve kiliselere saldırmanın bir mantığı var. “Gidin buradan” anlamına geliyor. Mezara saldırmanın mantığını kavrayamadım. “Ölülerinizi de alıp gidin” anlamına mı geliyor?  1955 senesinde Özel Harp Dairesi pogrom planlama tezgâhlama birimi, insanları ölülerine sahip çıkamaz durumda bırakmanın etkili bir yöntem olduğunu mu düşünüyordu? Yakın geçmişte Bitlis/Tatvan Garzan Mezarlığı’ndan gizlice çıkarılan cenazelerin İstanbul/Kilyos Mezarlığı kaldırımlarına gömülmesi 1955 yönteminin devamı mı? 

“Sevgili günlüğüm,

Bugün nihayet çıkıp sokakta oynamamıza izin verdiler. Ama virane’den uzaklaşmayın dediler. (…) Virane uzaktan cam gibi parlıyordu. Vazolardan, yemek takımlarından arta kalan binlerce kırık cam parçası camdan bir halı gibi yayılmıştı yere. (…) Bayan Vivi seyahatteydi, dönüp olanları öğrenince porselenleri için çok ağladı. Viraneye gidip kırık camlar arasında kendi tabak takımlarını aradı. Sekeris’in konağında hiçbir şey bırakmamışlar. (…) Masalarının üzerinde de bir kağıt parçası bulmuşlar, üzerinde şöyle yazıyormuş: “Bunlara  sebep Makarios.”

7 Eylül’de, Aziz Nesin, Kemal Tahir, Dr Müeyyet Boratav, Dr Nihat Sargın, Aslan Kaynardağ, Asım Bezirci gibi isimlerin içinde olduğu 48 kişi, saldırılardan sorumlu olarak tutuklanır.

“Hükümet bu saldırıların suçunu komünistlere atmaya çalışmış ancak başarılı olamamıştır. Adnan Menderes bu tezi desteklemek amacıyla Amerikalı bir ‘uzman’ bile getirtmiş, uzman ise komünistlerin o kadar güçlü olmaları halinde, dükkânları tahrip etmek yerine devrim yapmayı tercih edeceklerini belirtmiştir.” (Samim Akgönül, Türkiye Rumları, Ulus-Devlet çağından Küreselleşme çağına bir azınlığın yok oluş süreci, İletişim Yayınları, 2007)

 

Palto yakasında siyah kurdele

“Günler sonra hükümet zararın tazmin edileceğini bildirdi. Çalınan malların geri verilmesi için yağmacıları sözde bulmaya çalıştı. Öküz altında buzağı aradı yani. Pateranga deve tüyü paltosunun yakasında yas işareti siyah kurdele taşıyan bir Türk yakaladıklarını söyledi. Adam paltoyu satın aldığını söylemiş. Türkler yas kıyafeti giymez; yakadaki siyah kurdelenin ne anlama geldiğini sorduklarında “süs” deyip geçmiş.” (Pedal Çeviren Kadınlar, Margarita’nın 1970’lerden bakışından)

Romanın yayımlandığı yıl, Rea Stathopulu bir söyleşide şunları söylemiş:

“Romanı yazarken daha çok Yunanistan’daki okuyuculara bizim İstanbul ve İmroz’daki hayatımızı tanıtmak, oradan ayrılma kararı almamıza sebep olan olayları anlatmak istedim. Kendimi bir misyonla yüklenmiş olarak görmüyorum, ama romanlar ortak geçmişi aydınlatmak, iki milletin birbirini daha iyi tanıması, anlaması yönünde bir adım şeklinde algılanırsa memnun olurum. (…) Türk dilini çok seviyorum ve televizyonda oynayan bir Türk filmini sırf Türkçeyi dinlemek için seyrediyorum. Ama, hatırladığım bir Türkçe şarkı “buruk acı“dan bahsediyor. İçimde böyle bir hissin doğmasına mani olamıyorum nedense. Bu his insanlara, yani Türklere yönelik değil tabii; siyasetin, politikanın kaderimizle oynadığı oyunlar yüzünden… Ve yalnız Türk politikasından bahsetmiyorum, Yunan hükümetleri de azınlığın korunması için fazla bir şey yapmadı.” (Sema Aslan, Milliyet Kitap Eki, Temmuz 2006)

Aşağıdaki alıntı, Rea Stathopoulu’nun “Yunan hükümetleri de azınlığın korunması için fazla bir şey yapmadı” cümlesini destekliyor sanırım:

“22 Ekim 1955’te Türk Dışişleri Bakanlığı, telafi göstergesi olarak, 24 Ekim günü İzmir’de yeni Yunan Konsolosluğu binasının devri sırasında bir bayrak töreninin de yapılacağını açıkladı. Ayrıca, Yunan üniformasına reva görülen ayıbın bağışlanması için özel bir kutlamanın da yapılacağı duyuruldu. Törene, İzmir milletvekili olan ulaştırma bakanı, Türk hükümetini temsilen katıldı. (…) Yunanlıları, Ankara’daki Yunan Büyükelçisi, İzmir’deki Yunan başkonsolosu ve NATO Kumandanlığında görevli iki Yunan general temsil ediyordu. (…) İzmir’deki tören Yunan hükümeti tarafından ‘uygun bir telafi’ olarak değerlendirildi.”  (Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005) 

Romanı iki nedenle, gündelik hayat detaylarını ve 6/7 Eylül sonrasında neler olup bittiğini görebilmek için konu edinmeye, aktarmaya  çalıştım. Başka türlü bakmak, yaklaşmakta mümkün. Mesela:

“Farklı kuşaklardaki altı kadının öyküsü bu, anı roman. Hem kadın hem Rum olarak ötekileştirilen, yurtlarından, arzularından edilen “üç kızkardeş”in gerçeklerle yüzleşme, kendilerinden alınanı geri kazanma ve daima yokuş yukarı çıkma çabaları… Romanın kahramanlarından Virginia, ailedeki tüm kadınların pedal çeviren kadınlar olduğunu söyler: “Hayat boyu hep ileriye doğru yol almak zorundayız, ama dengemizi kaybetmeden.” (Hande Öğüt, Radikal 2, 2006)