Uzaylı Yazılar 23: Yaşasın TOKİ!
Doğu’ya doğru gidip kaybolan Yahudiler, her şeyi unutup Türk olmuşlardır. Türk olunca da bu sefer yeniden Batı’ya dönmeye kalkmışlardır…
08.04.2022
İstanbul’un fethinden beri Türkler hem korku hem de hayranlık uyandırırlar. Erasmus’un haklı savaşla ilgili risalesinden I. François’nın ittifak politikasına, hatta Leibniz’in XIV. Louis’ye gönderdiği İstanbul’u tekrar işgal planına kadar, ve hatta sonrasında, ve hatta hâlâ, Sarkozy Markozy, Avrupalılar bu barbarlık timsali halktan korkar. Münevverlerin imgeleminde Türk, Yunan imgelemindeki İskitlerin yerini işgal eder. Tek fark artık coğrafi mesafenin ortadan kalkmış olmasıdır: Türk artık Avrupa’dadır. Fransızların Doğu seyahati I. François ve Kanunî Sultan Süleyman zamanında gönderilen büyükelçi Sieur d’Aramont’la başlar. Büyükelçinin yanında kitap avcıları ve bilginler, Nicolas de Nicolay, André Thévet ve olağanüstü bir filolog olan Guillaume Postel de vardır.
Doğu dillerine ve dünyayı yöneten gizemli güçlere tutkun olan Postel bilim ile ezoterizm arasında gidip gelen bir âlimdir. Kraliyet Koleji’nin (gelecekteki Collège de France) ilk hocalarından biri, Kur’an’ı Latince’ye çeviren Postel, Türkler ve kökenleri hakkında çok sayıda kitap yazar. 1560 yılında basılmış De la République des Turcs, Histoire originale’in (Türklerin Devletine Dair, Kökenlerin Tarihi) ikinci bölümü bilgilerinin düzeyini gösterir: Türkler, “Türk” sözcüğünü Arapça’dan almıştır ve bu sözcük Postel’e göre bozulmuş İbranice olan Kalde dilinden türetilmiştir. Sözcük “Terk”ten türetilmiş, “terk edilmiş” “bırakılmış” anlamına gelir güya! Ve bu sözcük o kadar aşağılayıcıdır ki “Türk diye çağrılmaktan gocunmayan bir tek kişi bile yoktur Türkiye’de.” Etrak-ı bîidrâk tabii! Oysa sözcüğün kökenini bugünkü Türkler bilmezler (Postel de bilmez tabii! Nerden bilsin Çince!)
Nazım Paşayev’den aktarayım: “Eski bir Çin kaynağında Türklerin (Tu-kü-e) bir dağın eteğinde yaşadıklarından ve bu dağın da miğfere benzemesi sebebiyle kendilerini Moğolca tukyu (tu-ku-e) = miğfer olarak adlandırdıklarından bahsedilmektedir (Ben bir yerde, bunun ‘öteki’, ‘yabancı’ anlamına gelebileceğini de okumuştum ama şimdi nerdeydi hatırlamıyorum! LY). Bazı biliminsanları bu versiyona dayanarak Türk sözünün miğfer anlamına geldiğini ifade etmektedirler. Benzeri kelime Kore dilinde de vardır: thu-ku = miğfer. Bu fikri ilk defa 1758 yılında Türklerin tarihi hakkında yayımlanmış kitabında ünlü Fransız oryantalisti Joseph de Guignes ortaya atmıştır (Ah bu bilgiç Fransızlar! LY). Daha sonra, aynı fikir aynı Çin kaynağına dayanarak J. Klaproth, J. Schmidt (1824), J. J. Hess (1918), B. Munkácsi (1921) vb. gibi ünlü biliminsanları tarafından geliştirilmiştir. Çuvaş kökenli Rus oryantalisti N. Y. Bichurin de bu fikri desteklemiştir.” Etimolojinin girdaplarına girdik, bakalım nasıl çıkacağız, Postel’e dönelim!
Postel şöyle açıklar bu “terk edilmişlik” meselesini: “Kutsal yazı & kozmografi bu Türk sözünün neden bu kadar aşağılayıcı olduğunu açıkça gösteriyor. Kutsal tarihten biliyoruz ki İsrailoğulları, yani Yahuda Krallığı’yla çatışmış olan Davud yönetimindeki Kilisenin gerçek ve yasal önderi, kendilerine ayrı bir Kral seçmek için Samari’de güçlerini birleştirince […] Ezra’dan beri tıpkı Samarili sayısız halk gibi götürüldüğü ülkeden ayrıldı ve bir yıl ve yarım günden daha fazla süre doğuya doğru gitti; rahipleri ellerinden alındı, İsrail tanrılarına tapmazlarsa aslanlara atılacaklarından onlara yeni Samarililer vermek için bu yüzden diğer halklardan ve ırklardan ayrıldılar: Orada Tanrı’nın bıraktığı ve terk ettiği halk böylece Türkler namını aldılar […] eski kurumlarından sadece çobanlığı ve göçebeliği korudular.” Demek ki Türkler, durdukları yerin dilini yani “İskitçeyi” benimseyen “Tanrının terk edip bıraktığı” İsrailoğullarındandır. Yani anlayacağınız, Doğu’ya doğru gidip kaybolan Yahudiler, her şeyi unutup Türk olmuşlardır. Türk olunca da bu sefer yeniden Batı’ya dönmeye kalkmışlardır…
Ancak Postel’e göre “Türk” olarak adlandırılmak istemeyen ve İstanbul’da yaşayan Türkler başka bir doğaya sahiptir; eski “ırktan” olan Türklere gelince eski âdetlere göre hayvanlarıyla obalarda yaşarlar, göçebedir bunlar. Burada göçebe İskitler / medenî Yunanlar şeması epeyce belirgindir. Kitabının başında Postel, Türklerin sadece kusurlarını anlatanlara karşı çıkar ve Türklerin hatalarını ve erdemlerini adilane biçimde ele alacağı sözünü verir: “Ne kadar barbar olursa olsun tamamıyla barbar halk yoktur.”
Bir başka yazar da bu görüşü paylaşır: Binbir Gece Masalları’nın yorulmak bilmez çevirmeni Antoine Galland. D’Herbelot’nun devasa Bibliothèque Orientale’ine yazdığı önsözde Galland Türklerin sanatlarının ve bilimlerinin üstünlüğünü savunacaktır; kültürün inceliğinden, imparatorluktaki şair bolluğundan söz edecektir. Oysa Orientaliana’sının giriş bölümünde yaygın görüşü yinelemeden edemez: “[…] İskitlerle aynı olan Türkler bugün bile Quintus Curtius & diğer yazarların sözünü ettikleri aynı zihniyeti ve aynı âdetleri koruyorlar.”
Postel’den Galland’a Türkler hakkında risalelerin çoğaldığı aşikâr. Bu halk ya da bu imparatorluk, mevcudiyetiyle bile Avrupalılar için bir “nedenleme işlemi” (Allahım, “heuristique”e bulduğumuz karşılığa bakın!) haline gelir. Onları, bilinen bir kökene bağlamaksızın anlamanın olanağı yoktur, ama nasıl olmuş da farklı olmuşlardır? Konstantinopolis’i işgal ettiklerinden beri başka bir imparatorluğun, yani Roma İmparatorluğu’nun müesseselerini benimseyip sürdürmüşlerdir diyecektir Avrupalı tarihçiler “nedenleme işlemi” için ve Fuad Köprülü buna şiddetle karşı çıkacaktır!
XVI. yüzyıldan itibaren Avrupa’da o zamanlar Augustus zamanının Roma ordusunun örgütlenişi ve işleyişi konusundaki en iyi kaynak olarak görülen Polybios’u çevirme modası görülür. Bunun nedeni, Türk ordularının örgütlenişi karşısında aciz kalan Hıristiyan ordusunu yenilemektir. Ancak o zamanlar bile Avrupa’da Fuad Köprülüler vardır: Justus Lipsius, Polybios’u okumayı hararetle tavsiye eder, ama örneğin Yeniçerilerin Makedonyalıların ya da Romalıların mirasçıları olduğu tezini reddeder.
“Geçmiş, şimdi ve gelecekle ilgili rehber edinmek üzere eski tarihçileri dinlemek tarihsel düşüncemizin en eski geleneğinden biri olmuştur”, diye hatırlatır Momigliano. “Modern düşüncenin eski düşünceyle serbestçe temas etmesi, İngiliz parlamentosundaki konuşmaları etkilediği gibi Türkleri yenmek için neyin gerekli olduğuna dair tartışmayı da beslemiştir.”
Fransa Milli Kütüphane’sinde Kırmızı Başlıklı Kız adlı erotik masalın yazarı Charles Perrault adı altında sınıflandırılmış elyazmaları arasına, 1670 yılında görünüşe göre Fransa kraliyetinin finansmanıyla ve yine büyük bir olasılıkla İmar İşleri Müdürü de olan Charles Perrault tarafından Doğu’ya gönderilmiş M. Laisné adlı birinin yazdığı bir seyahatname, Voyage en Turquie (Türkiye’de Seyahat) adlı eser karışmıştır.
Perrault, tam da Momigliano’nun dediğini yapmaktadır, hem Laisné’yi Türkiye’ye göndererek, hem de Parallèle adlı dört ciltlik Modernlerle Eskiler hakkındaki polemik abidesinin son cildinin sonuna doğru kitabın kahramanları Rahip ile Başkan müzikten söz ederler. Oysa müzik Monteverdi’den beri Eskiler ile Modernlerin karşılaştırıldıkları bir konudur. Avrupa’nın bir bölümü hariç, dünyada müzik denince anlaşılan müzik Eskilerin müziğidir. Oysa Eskilerin müziği, bu konuda kardeşi Claude’un risalesi De la musique des Anciens’i zikreden (Essais de physique’in sonuna eklenmiştir, 1680) Perrault’ya göre bir tek şarkıdan ibarettir; bası, tizi ya da kontrpuanı bilmez; buna kanıt olarak da, şarkiyatçı Petis de la Croix’nın aktardığı şekliyle Konstantinopolis’te çalınan müziği verir.
Büyükelçi Guilleragues’ın keman çalan hizmetçileri olduğunu ama Türklere güzel opera uvertürlerinden oluşan bir konser verdiklerinde, Eskilerin kulağına sahip Türklerin kulaklarını tıkayıp böyle bir tantanaya şaştıkları anlatılır. Bunun nedeni bu tonlardan acı duymalarıdır, zira “müziğin tam tonları aralarında eşit değildir & do ile re arasında re ile mi, fa ile sol, sol ile la arasında olduğundan daha az bir mesafe vardır. Bu farklılık Monokordda açıkça görülür. Aktarıldığında & bu notalar yer değiştirdiklerinde kulak birçok kaba ses işitir ve bazıları bundan acı çeker” (IV, 265-269). İstanbul, İstanbul olalı böyle zulüm görmemiştir! Nedir bu saçmalık!
Perrault göçebe Türkler ile şehirli Türkler arasındaki ayrımını Guillaume Postel’den alır ve memleketine uyarlar! Fransa’da yaşayan ve bu İsrailoğlu asıllı İskitimsi Eski Türklere benzeyen köylülerin karşısında kabalıktan arınıp zerafete bürünmüş ve medenileşmiş şehirli Modernler vardır. Gerçekten de köylüler, artık şehirlerde görülmeyen ve “sadece eski oldukları için, sadece bu yüzden yaş sebebinden mazur görülen” eski ve zamanı geçmiş bazı alışkanlıkları korurlar. Mesela, Fransızların geleneksel dansı “courante”, “babalarımızın zamanında” şimdikinden farklı oynanıyordu, ama köylüler “hâlâ aynı şekilde oynarlar”. Altmış yıldan beri “sadece Paris sarayında değil, Kraliyetin diğer bütün kentlerinde” modern “courante” oynanır.
Bir de tıp örneğine bakalım: Eskilerde, der Rahip, “bir tek kişi hekim, cerrah ve eczacıydı”; ama kentte “bunlar üç ayrı meslek kolu” haline geldi, oysa köyde “tıpla ilgili her şeyi tek başına yapan bir tek kişi vardır hâlâ”. Bunun nedeni köylerin yoksulluğu değil, bilimlerin Eskiler ya da köylülerin öğrenmeyecekleri kadar ilerlemiş olmasıdır: “bir tek kişinin aklı, & tıpkı Eskilerin olduğu gibi, küçük hacimli olduğundan…”. Tabii Türklerin de akıl hacimleri… idrâktan yoksun oluşlarını hatırlayın!
Burada karşımıza bir “nedenleme işlemi” daha çıkar! Cehalet! Bu köylüler cahildirler ve tabii yüzde 60’ı aptaldır ve bidon kafalıdırlar, o yüzden Modern tarza göre yaşamak istemezler. Ama, aydınlanırlarsa, ve tabii bu mümkündür elbette, Çinliler ve Türkler de önünde sonunda Modern olacaklardır. Tabii evrimin sonu yok.
Yaşasın Beyaz Çinliler hatta AK Türkler! Yaşasın TOKİ!