Uzaylı Yazılar 24: Coleridge abi, cool kavgacı!
Batı’nın yaşadığı büyük dönüşümden, Batı’nın batılılaşmasından hâlâ hiçbirimiz çıkabilmiş değiliz.
17.04.2022
2 Mayıs 1825’te Samuel Taylor Coleridge, 1744 yılında basılmış tuhaf bir kitabı okumaya girişir. Anlaşılan İtalyanca biliyordur! Almanca bildiğini de biliyoruz. Ve tabii morfinden başını kaldırabilirse! Günlerce yataktan çıkmadığını da biliyoruz, uyuşturucu ve şiir yüzünden!
O kitapta, (ki birileri onu ziyarete gelmişlerdir, Wordsworth nerdedir!) şiir ile tarih hakkındaki düşüncelerinin doğrulandığını görür. Yazarı, Napoli’de retorik hocası olan Giambatista Vico diye biri, kitabının en başında göksel (görklü!) bir gözden fışkıran bir ışığın olduğu bir gravür koymuş, onu açıklamaktadır. Bu görklü gözün Hikmet kılığındaki Tanrı olduğunu söyler, deli midir nedir? Tanrı ışıltısı kanatlı bir kadın olan Metafizik’e vurur. Metafizik, yerkürenin üstünde bale yapmakta ve kendinden geçmiş biçimde ışığa bakmaktadır. Işık metafiziğin göğsündeki dışbükey mücevherden –sahte pırlanta!– yansır ve “bize ulaşmış olan ilk soylu yazar” olan Homeros’un heykelini aydınlatır. Vico’ya göre Homeros’un şair olduğuna hiç kuşku yoktur, “ama özellikle bizim keşfimiz gereğince Homeros’un bu şanlı sıfatlarına muhteşem bir başkası, yani bize ulaşmış olan pagan dünyasının ilk tarihçisi olma sıfatı eklenir.”
Vico önerdiği Bilim’e Yeni diyecektir.
Coleridge, tıpkı çağdaşları gibi artık bütün bu kavramlar, hikâyeler ve sıfatlar zırhına şaşırır: Şimdiki zamandan hareketle yazılmış geçmişin tarihi, gelecek zamanlara bir biçim kazandıracak şimdiki zamanın bilimi, nihayet anlamlı ışığıyla tarih yazan bir şairi anlatı üreticisi ve doğrulaması okurlarına kalmış bir şair olarak belirleyen Hikmet… Eskiler ve Modernler Kavgası, yarım yüzyıl sonra Vico’dan bir yarım yüzyıl sonra da Coleridge’den geçer; Aydınlanma’nın, sonra da devrimlerin çağında unutuluşa mahkûm olur; oysa, mirasını Batı toplumlarına bırakmıştır. Romantizm daha beceremeyecektir ama, daha düne kadar ahlaki örneklerin sarnıcı olan, bugünse zamanın geçişi ve insan eserlerinin silinip gitmesi konusundaki düşlerin mekânı olan Antikçağ, artık sağlam bir geleceğe sahip bir bilim dalının konusudur: Tarihyazımı’nın. Arkeoloji Antikçağ’a bir biçim vermek için çok geç kalmıştır. Geçmiş ile şimdi arasındaki mesafenin en açık olduğu alan eski tarihi yazma tarzındadır: Burada yönlendirici unsur, yeniliktir. Bir Yunan ya da Roma tarihçisinin yani Eskilerin –Herodotos ya da Thukydides, Titus-Livius ya da Sallustus– yazdığı tarih yerine yeni bir tarih gerekmektedir ki bunu da Modernler yazmaya koyulurlar.
Eskiler ile Modernler Kavgası her şeyin ötesinde şimdiki zaman içinde bir iman nesnesi olarak yaşamayı sürdüren bir geçmişle şimdi arasına mesafe koymayı kesin ve geriye döndürülemeyecek biçimde gerçekleştirmiştir. Modernler akılla ilgili şeylerde “iyi ahlakı” ve siyasette de gözleri önündeki mutlakiyetçi modeli önerseler de, Eskilerin taklidi –en yakındakilerin bile– artık mümkün değildir: Tarih, yani “ağırlığı olan, eyleyen bir geçmiş, neredeyse sınırsız bir geçmiş”, artık kendi yeni modelleriyle gururlanan bir şimdiki zamana hükmetmeyi bırakacaktır.
O zamandan sonra Modernlik sadece Kavgalardan ibaret olmuştur: Dün, ilerleme inancına karşı Antimodernlerin –Cumhuriyete ve Sorbonne’a karşı kükreyen Péguy’i düşünelim–, ve bugün anlam, hakikat, hatta özne mefhumlarının istikrarını kurmanın olanaksızlığı üzerine tartışan modernlerin, postmodernlerin hatta post-postmodernlerin kavgaları… Bu son Kavga aslında sonuç olmayan sonuçlara bağlanmadan önce akılları uzun süre işgal etmiştir. Ancak bütün bu Kavgaların, bu Kavgalarda taraf tutanların neredeyse yarı-bilinçli bir gerçek olarak gördükleri, kabul ettikleri, temel bir kaidesi vardır: Geçmiş ile şimdi arasındaki mesafenin büyümesi, toplumların büyük dönüşümüne yol açmıştır. Bizim Kavga, aslında nihai bir Kavga’dır. Sonsuz zaman, yani ilahiyâtçıların ve fizikçilerin zamanı ile sonlu zamanı, insanların ve şehirlerin zamanını karşı karşıya getirmekteydi bu Kavga.
Platon’dan Augustinus’a, Montaigne’den Perrault’ya kadar bir dizi yazar, ahlakî emirlerle –iyilik ve mutluluk– dolu bir zamanı, yani Yaradan’ın zamanını insan toplumlarına hedef koymuş, onu hatmedip duruyordu. Bu yüzden insanların zamanı da, en azından belli bir yere kadar, bu sonsuz zamana bakarak biçimlendirilmeli, ona doğru yönelmeliydi. Öyle ki olası bir gelecek, yüzü olmayan bir gelecek yoktu, çünkü bu zaman kavrayışında insanların oluşları çoktan, eskiden, önceden belirlenmişti.
Oysa Petrarca’dan itibaren bu dünyanın zamanı öbür dünyanın zamanından ayrışmaya başlar. Artık var olmayan bir geçmiş sayesinde siyasi bir yücelik oluşturmaya yönelik küçük bir hareket söz konusudur. Tarihte eşi benzeri görülmemiş bu çatlak, gelecekteki büyük yarılmanın kökenine yerleşir. Geçmiş gitmiş, bitmiş bir zaman parçasını yani Roma’yı kalan kısımdan ayırmakta ve onu model olarak sunmaktadır. Petrarca’da olduğu kadar Dante’de de meşrulaştırılması zordu bunun. Ancak eski zamansal ikilik içinde insanların zamanını tanrıların zamanına tabi kılan hiyerarşiye girmeyen bir ilk sınırlandırmaydı bu ve bu açıdan da önemliydi. Roma geçmişi, kurulması istenen yeni dünyanın modeli haline geliyordu.
Sonra ne oldu? Göklere dayalı nedensellik yerle bir oldu ve Tanrı vicdanlara çekildi. Böylece insanların zamanı artık sonsuzluğa öykünme hevesini bir yana bıraktı. Elbette öbür dünya tamamen kaybolmadı, ama artık toplumların varoluşları için siyasal bir model oluşturması olgusu sona erdi. Buna karşılık, birey, ruhunun derinliklerinden öbür dünyaya bağlandı (Tanrı’nın kalplere yaydığı “içsel lütuf” sayesinde diyordu Malebranche) ve özgürlüğe kavuşursa mükemmelliğe doğru yönelebileceği de söylendi. Bu eğilim zamansal yapılardaki değişimin itici gücü oldu.
Yeniliğin ebediyet ve ezel için bir anlamı yoktur; yenilik, ancak tarihsel bir zaman içinde bir anlam ifade edebilir. Daimi zamanı taklit eden ve kural olarak aynı’nın döngüsünü benimseyen toplumlar olabilirlik sınırları içinde yeni’yi çok istemezler. Müslüman mahallesinde salyangoz satmak! Bu geleneksel toplumlarda şimdiki zaman eskinin aynasında görülür: Önce ve sonra, sonsuza kadar birbirini yansıtır. Eski köye yeni adet çıkarma!
Böylelikle Rönesans önemli bir değişikliğe tanık olur: Önceden inşa edilmiş bir gelecek fikri, inşa edilecek bir gelecek düşüncesi önünde yokoldu gitti. Model, şanlı olduğu söylenen, insana ait bir geçmişten alınacaktı –örneğin Dante’de Hikmet’in Roma’yı seçmesi gibi. Elbette model geçmişteydi ve hiçbir şey ya da hemen hemen hiçbir şey ilk bakışta geçmiş ile onun üstüne binmiş şimdi arasındaki hiyerarşik ilişkiyi değiştirir görünmüyordu. Ancak Dante ve Petrarca’da beklenti geleceğe aktarıldı. İşte o zaman XIV. yüzyıl Batı’sında iki zamanın birlikte var oluşu başladı: Geçmiş –yani aynı’nın ya da önceden yazılmış olanın yaşanması ve bu yaşantının öbür dünyanın ahlaki kurallarına göre örgütlenmesi–, ve kaynaklarını geçmişten alan, tamamıyla geleceğe yönelmiş bir beklenti (prisca theologica ya da philosophia perennis, ayrıca kendini gizleyen doğa ve onu açığa çıkaran insan, bu beklentiye işaret eder). Böylelikle yenilik yavaş yavaş Batı’da tarih sahnesine girmiş oldu. İyi mi oldu, allah bilir!
Eskiler ve Modernler Kavgası bana her zaman tarihsel sürecin sonunda bir varış noktası gibi göründü. Felsefe arkadan gelir diyen Hegel burada iş başındadır! Avrupa’daki bu Eskiler ve Modernler Kavgası’na karışmış filozoflar ya da edebiyatçılar ya da yazarlar aslında önceden olmuş olan ve bizzat bu Kavga’yla gözleri önünde kapanmakta olan dönem hakkında tartışıyorlarken, gelecek hakkında tartıştıklarına inanırlar. Onların Kavgaları, öncülleri XIV. yüzyıla kadar giden, nihayet bütün genişliğiyle dile getirilmiş zamansal bir gerilimin ifadesidir. Tabii on yedinci yüzyılda Kavga adında bir Kavga patlak verince, sonraki dönemin tarihçileri bunun öncüsü olduklarını düşündükleri birtakım kavgaları aradılar ve buldular da! Ama Kavga öncesinin kavgaları, her şeyden önce şimdiki zamanda üretilen yapıtlarının değerini onaylamayı sağlayan bir mukayese olarak kalır. Kavga öncesinde bu değer istisnasız bir biçimde taklit mantığından kaynaklanır: İyi, geçmişi iyi taklit edendir. Yenilik ancak geçmişten gelebilirdi ve hiçbir edebi ya da felsefi biçim kendini sonrakiler tarafından taklit edilecek bir model olarak asla sunmamıştı, sunamazdı. Eskilerin hep galip çıktığı bir dünyada sözcüğün modern anlamıyla Kavga mümkün değildi.
Avrupa’nın XVII. yüzyıldaki Kavga’sı tarihsel zaman ebedi zamandan özerkliğini ilan ettiğinde, toplum artık Tanrı Şehri modeline göre değil, işlevsel bir yeni modele göre kurulduğunda mümkün olabilmiştir. Görebildiğim kadarıyla modernlerler, postmodernler, post-postmodernler hâlâ bu meseleyi tartışıyorlar, çünkü Batı’nın yaşadığı bu büyük dönüşümden, Batı’nın batılılaşmasından hâlâ hiçbirimiz çıkabilmiş değiliz.