Uzaylı Yazılar 26: Gemi Batıyor.

“Oh, batsınlar!” diyenlere söylenecek tek bir söz var: “Siz de gemidesiniz”.

LEVENT YILMAZ

01.05.2022

Son günlerde, tuhaf bir biçimde, tekrar ve tekrar Lucretius’la karşılaşıyorum. Geçen haftanın Uzaylı’sı da aslında onun hakkındaydı, yani, Turgut Uyar ile Tomris Uyar’ın Evrenin Yapısı diye çevirdiği uzun şiirde aktarmış olduğu Epikurosçu fikirler üstüne idi. Tabii artık buna da çok emin değiliz: Üç-beş sene önce yayımladığı kitabında, Pierre Vesperini, Lucretius’u tamamen yanlış okuduğumuzu, Epikurosçuluk üzerine bir şiir olmadığını falan söyledi. Antikçağ kısmı bayağı sağlam idi, ama modern dönem hakkında çok da afaki idi. Aslında Lucretius hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Bildiğimiz şeyler şunlar: İÖ 99 gibi doğuyor, İÖ 55 gibi ölüyor. Tarihler kesin değil tabii. Şair ve filozof. Epikurosçu diye biliniyor, dediğim gibi. De Rerum Natura adında bir uzun şiir yazıyor (Turgut ve Tomris Uyar çevirisi en son Norgunk Yayınları’ndan çıktı). Bu şiir, Augustus dönemi şairlerini bayağı etkileyecek: özellikle Vergilius ile Horatius’u. Aziz Hieronymus’un yazdığına ve pek güvenilir olmayan bir hikâyeye göre, bir aşk iksiri yüzünden delirmiş, şiirini deliliğin sınırındayken kaleme almış, zaten de intihar etmiş sonrasında. De Rerum Natura’yı da hamisi ya da dostu hatip ve halk tribunus’u Gaius Memmius’un ölüm korkusunu altetmek için kaleme almış.
 
De Rerum Natura, uzun yıllar kayıp bir kitap olarak biliniyor, idi. Yine geçen hafta yazdığım gibi, Ada Palmer’ın kitabı bu intibaı değiştirdi. Klasik anlatı ama şu: Elyazması 1417 yılında İtalyan kitap avcısı Poggio Bracciolini tarafından güney Almanya’da bir manastır kitaplığında bulunacak, Floransa’ya getirilecek, Poggio kitabı arkadaşı Niccolo Niccolo’ya verecek, o kitabı iç edecek, geri vermeyecek. Hikâyenin bu kısmını, o müthiş Shakespeare kitabından (Shakespeare Olmak, Can Yayınları) ve esas akademik çalışmalarından bildiğimiz Stephen Greenblatt The Swerve adıyla kaleme aldı ve kitap, neredeyse bir polisiye roman akıcılığıyla yazılmış olduğundan olsa gerek, Pulitzer ödülünü kazandı. Kitap, hakkındaki “akademik” çekinceleri bir yana koyarsak, hakikaten bir solukta okunuyor. Anafikir de şu: Epikurosçu düşünceleri içeren De Rerum Natura, aslında “batıl” inançlara karşı bir kitap. Evrenin yaratılış ve işleyişinde tanrıların hiçbir müdahalesi bulunmadığını, evrenin, boşluktaki sayısız atomların birleşip ayrılmalarıyla, başka bir mantık dahilinde çalıştığını söylüyor Lucretius. Bu tavrıyla da, elbette, çok daha sonraları serpilecek olan “atomculuk” kuramlarının da temeline yerleşiyor (özellikle de Pierre Gassendi’nin görüşlerinin). Greenblatt’ın kitabı tüm bunları ayrıntılarıyla anlatıyor bize. Türkiye resim tarihini ilgilendiren bir ayrıntıyı da zikredeyim: bizim Akademi’de uzun yıllar hocalık yapan Léopold-Lévy, De Rerum Natura için 41 gravür yapacak ve bu kitap, 1934 yılında Galerie Le Nouvel Essor yayınları arasından çıkacaktır. Akademi’ye gelmeden yani –Akademi’ye 1937’de gelecek ve 13 yıl Resim Bölümü başkanlığını yapacak… Uzaylı Yazılar’ın biri onun hakkındadır!
 
Ah, bir de İncealiler Köyü var! Bu köy, eski Oinoanda şehrinin kalıntıları üzerine kurulu, Muğla’da, Fethiye-Korkuteli yoluna 60 kilometre. 1884’te, Atina Fransız Okulu’nun iki üyesi, Maurice Holleaux ve Pierre Paris, bu köye yaptıkları bir arkeolojik keşif gezisinde, Yunanca bir yazıtın parçalarını keşfeder. Seksen metre uzunluğunda ve dört metre yüksekliğinde kuzey stoa duvarına ait parçalar ortalığa saçılmıştır. Yazıtı, Diogenes adında yaşlı bir hayırsever yaptırmıştır ve Diogenes Laertius’tan gayrı, Epikurosçuluk üzerine bildiğimiz en eski metindir. Kimdi bu Diogenes, allah bilir, ama kozmopolit olduğunu söylüyorlar. Ve yazıtta şunları söylüyor Diogenes: “Bütün Dünya herkes için tek bir vatandır ve dünya – tek bir evdir”. Ve şöyle devam ediyor: “Çoğu insanın bir şeyler hakkında sahip oldukları yanlış fikirlerden gayet mutsuz olduğunu görünce… Sürdürdükleri hayata bir ağıt yaktım ve harcadıkları zamana ağladım, ama iyi bir adamın elinden ne geliyorsa yapması gerektiğini de düşündüm, aralarında mutluluğu hak edecek olanlar da vardır, onlara yardım et!” Ve tabii, bildiğimiz “ölüm” meselesi hemen karşımıza çıkıyor! “Yaşlılık nedeniyle artık hayatımın alacakaranlığına eriştim, ama henüz hayattayım… Ölüme yakalanmadan, daha fazla gecikmeden insanlara, mutluluğa hazır olanlara yardım etmek istedim bu yazıtla!”
 
Ölüm korkusu meselesine gelince, Lucretius’un aktardığı tavır net: Ölüm varken biz yokuzdur, biz varken de ölüm yoktur. Hem ayrıca, ruh bedenden ayrı bir şey olmadığı için, ölüm ikisinin de ölümüdür. Ölümden sonra hayat yoktur. Ölü, ölmüş olduğu için, yaşamayı umamaz. Yaşamayı uman, yaşayandır. Öyle ise ölümden korkarak yaşamanın bir anlamı da yoktur: Ancak yaşamayı umarak yaşayabiliriz.
 
Ölüm korkusu, Lucretius’a göre, bu hayatta başımıza gelen korkunç şeylerin bir yansımasıdır. Tekrar kötü anları tecrübe etmek istemeyiz. Ancak bu geçmiş korkunç tecrübelerin ölümle bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla, ölümden korkmanın bir anlamı da yoktur. Korku, yaşamaya ilişkindir.
 
De Rerum Natura’nın ikinci kitabının başında, aslında korkunç bir sahne vardır. Kıyıda, karada duran birisi, uzaklarda, denizin ortasında batmakta olan bir gemiye bakmaktadır. Hayır, der Lucretius, başkalarının acı çektiğini görmekten değil, onların acı çekmesine sevindiğimizden değil, kendimiz bu acıya maruz kalmadığımız için mutlu ve neşeliyizdir. Başkalarının acısını görmek, o acıya sevinmek anlamına gelmez. Biz o acıyı yaşamadığımızı gördüğümüz için neşeli ve mutluyuzdur. O acıyı yaşasak, mutsuz olurduk. Lucretius, eğretilemeyi sürdürür: Ordu ve savaş örneğini vererek. İki büyük ordunun savaşı her ne kadar korkunç da olsa, kişi tehlikede değilse eğer, bu savaşı seyretmekten keyif alır. Susan Sontag’ın kitabını hatırlıyoruz tabii: Başkalarının Acılarına Bakmak!
 
Lucretius’un bu “batan gemiyi seyretmek” eğretilemesi üzerine Hans Blumenberg kısa, ama kısa olduğu kadar da etkileyici bir kitap kaleme almıştır (Dost Kitabevi Yayınları’ndan çıktı bu da). Dünya tarihindeki “batan gemi” ve “seyirci” istiaresini, yani “güvenlik” ve “tehlike” meselelerini incelediği bu kitabına ilginç bir alıntıyla başlar Blumenberg. Alıntı Pascal’dendir ve şöyle demektedir: “Hepimiz gemideyiz”.
 
Bu alıntıda Pascal, artık “seyirci” konumunun mümkün olmadığını, tüm dünyanın bir gemi olduğunu ve artık batılırsa, herkesin birden batacağını anlatmaktadır. Çabalamak gereken şey, güvenlik içinde geminin batışını seyredeceğimiz bir yer bulmak değil, gemiyi batmaktan kurtarmaktır. Ya da, batmayacak bir gemi yapmak.
 
Kavala’ya ağırlaştırılmış müebbet’i, Yiğit’e reva görülen 18 yılı, Ahmet Altan’ı, Şahin Alpay’ı hapiste süründürmeyi, hâlâ süründürülen Demirtaş’ı, linç edilen Garo Paylan’ı, bir fiskeyle iptal edilen İstanbul Sözleşmesi’ni, ölüm oruçlarını, biber gazlarını, adaletsiz yargıyı, keyfi tutuklamaları, Sur’un mahvedilmesini ve daha nice nice alçaklığı, güvenli olduğunu zannettikleri bir yerlerden seyredenlere ve bunların kendilerine değmediğini düşünenlere, “Oh, batsınlar!” diyenlere söylenecek tek bir söz var: “Siz de gemidesiniz”.
 
—–
Kapak Görseli: Thomas Skirde (Pixabay)