Rüzgâr ve tortu
Hayatın mucizesi ne mi? Her şeyin geçmesi. Mahşerden önce fırtına diner.
10.05.2022
Doğa insanı hizalandırır, her insana biricikliği içinde kâinatın zerresi olduğu terbiyesini verir. Bir yandan da farklı unsurlarıyla özdeşleşme imkânı sunar. Kimimiz suya çekiliriz, kimimiz toprağa. Kendini dağa taşa vuranı da var, denize, sahillere koşanı da.
Ben rüzgârdan bilirim kendimi. Onunla rahat eder, hafiflerim. Rüzgâr benim için havanın suyu, hayatın nefesidir. Dahası hafızanın yapıtaşıdır. Anı parçaları rüzgârla savruldukça hatırlanan her şey yeniden yazılır.
Rüzgârı anlatırken ondan bahsetmeden duramayacağım bir şarkı var. Tekinsiz bir ilk durak bu. Noir Désir grubunun 2001 çıkışlı des Visages des Figures albümünde yer alan “Le Vent Nous Portera”. Fransız oyuncu Marie Trintignant’ın grubun solisti sevgilisi Bertrand Cantat tarafından dövülerek öldürülüşünün bilgisiyle karnım çekilerek bahsedebileceğim ancak. Sadece ama sadece şarkının naifliğinin ve siyah-beyaz kısa film tadındaki klibinin hatırınadır bu satırlar. Anne ve çocuğun sahildeki kaçamağı. Simgelerle örülü küçük bir hikâye. Çocuğun güneşten gözü kamaşarak baktığı uzak ufuk. Annesinin eline tutuşturduğu oyuncak kova ve küreğiyle hevesle yapmaya giriştiği ve giderek kendisini mezar gibi içine alan o koca kumdan kale. Kazdığı çukurdan baktığında annesinin uçuşan saçlarını korkutucu bir yaratık gibi gördüğü o an. Güneş yerini rüzgâra bıraktığında, kumdan kale başa yıkıldığında gözden kaybedilen bir anne. Ve fırtına sonrası başka bir gözle bakılan o aynı sahil, o aynı deniz, o aynı gökyüzü. En tanıdık yabancı olarak duran o aynı o bilinmez ufuk.
Sophie Hunger’ın çok daha ağır, dip dalga yorumunun gücüyle devam eder yolculuğum. Faniliğin kabulü ve zamanın akışına teslimiyet gibi yaşarım şarkıyı her seferinde. Hayatın akışıyla ilerlerken, çocukluk uzak bir kıyı gibi kalır. Ama o sahili, kumun nemini, dalganın köpüğünü unutmazsın. Her sonda, her başlangıçta yaranda ve şifanda o sahil yine gözünün önüne gelir.
Esmenin öğrettiği
Hayat sonsuz kader olasılıklarından ibaret. Ne kadarını kucaklayabilirsen o kadar birsin onunla. Kum saati gibi akar bazen insanlar hayatından. Rüzgâr eser, tortu diner. O tortudaki desende bulursun çizdiğin kaderi. Her şey bittikten sonra hayatta kalacak olanı.
Bile isteye ama bir o kadar da mecburen yaşanmış vazgeçişleri getirir akla rüzgâr. Bir esmeye başladı mı, çağrışım tozları üstüne üşüşür. Ellerini gözüne bastırır, kendini hatırlayışa bırakırsın. Son masum an gibi bir his. İlk kötülükten önceki son an. Hep bir kayıp duygusuyla hatırlayacağın ve değerini de ilahi karşıtlık gereği tam da kaybettiğinde anlayacağın.
Rivayete göre Fürûğ Ferruhzad'ın “Rüzgâr Bizi Götürecek” şiirinden ilhamla ve onun adıyla yazılmış şarkı. Derin bir nefes alıyorum. İşte bu durak gönlümce ve kalbim acımadan konabileceğim bir yer. Fürûğ’un bağrına ilk yaslanışım değil ne de olsa. 2005’ten beri yanımdan ayırmadığım bir kitap var. Hatice Gülcan Topkaya’nın çevirisiyle Om Yayınları’ndan çıkan Bir Başka Doğuş. Sonradan farklı çevirilerle türlü kitabı çıksa da bu elimdekinin bende sanki şairi kendi eliyle bana vermişçesine yeri başka. Onun ve benim ruhuma denk olan çeviri bu. O güzel ismin hakkını vererek bir dilde daha bir başka doğuş. Oradan iliştiriyorum “Rüzgâr Bizi Götürecek” şiirini:
Benim küçük gecemde, ne yazık ki
Rüzgâr ağaçların yaprağına son kez süre tanıyor
Benim küçük gecemde viran olmanın korkusu var
Kulak ver
Karanlığın esintisini duyuyor musun?
Ben garipçe şu talihime bakıyorum, ümitsizliğe alıştım
Kulak ver
Karanlığın esintisini duyuyor musun?
Gecede, şu an bir şey geçiyor
Ay kızıl ve karmaşık
Ve her an düşme korkusu yaşanan bu damda
Bulutlar yaslı kalabalıklar gibi
Sanki yağmurun yağacağı ânı bekliyor
Rüzgâra karşı koyamazsın. Önceliklerini sil baştan yazdıran bütün doğa olaylarında olduğu gibi, durup içinden geçersin. Gücün artık sadece teslimiyetinden gelir. Bir olmandan kaçınılmazla. Rüzgâr dersini öğrendin mi diye bakar. Emin olmadan da sakinlemez, peşini bırakmaz. Düşmeden kalkamayacağın, boşluğa sıçramadan varamayacağın yeri gösterir. Bitiş çizgilerini gururla geçmeye benzemiyor rüzgârla tutturduğun koşu. Bitimsiz zamana bırakıyorsun kendini:
Bir tek an
Ondan sonra hiç
Bu pencerenin arkasında gece titriyor
Ve yeryüzü
Geri kalıyor dönüşünden
Bu pencerenin arkasında bir bilinmeyen
Beni ve seni bekliyor
Ey baştan ayağa yeşil olan sen
Ellerini, yakıcı hatıralar gibi benim âşık ellerime bırak
Ve dudaklarını, sıcak bir his gibi senden benim âşık
dudaklarımın okşayışlarına teslim et
Rüzgâr bizi kendisiyle götürecek
Rüzgâr bizi kendisiyle götürecek
Bilmeyiş içindeki iç bilgindir sürmeye karar verdiğin hayat. Yolunu rüzgârın göstermesine izin verişindir. Ve elbette kendini aşktan bilmendir. Biriyle başlayıp bitmeyen aşk. Yaşadım diyebilmen için gereken. Yaptığın ettiğin, durduğun yerde seninle olan. Sen olan aşk.
Şiirin altında bir de alıntı var H. A. Sâye’den. Unutmadan ekleyeyim demiş sanki Füruğ şiirinin dibine. Başlangıç değil, son niyetine:
Her gece gönlümün hikâyesini dinliyorsun
Ertesi gün beni de hikâye gibi unutuyorsun.
Hikâye dediğin gücünü anlatılması kadar anlaşılmasından da alıyor. Sahiplenilmesinden. Hafızanla teyit ediliyor hayatın. Anlarınla, o anıları hatırlamak için anlattığı hikâyelerinle belirleniyor yaşayacakların. Geçmişin ve geleceğin geniş zamanda eridiği, bir çember çizdiği boyuttan uçuşa geçiyorsun. Düşmeyi göze alabildiğin için.
İçine rüzgâr kaçmış başka bir şarkıya ve klibe uçarım sonra. Grup Gündoğarken’den İlhan Şeşen söyler, rüzgâr eser içimize:
Penceremin perdesini havalandıran rüzgâr
Denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgâr
Gir içeri usul usul beni bu dertten kurtar
Yabancısın buralara
Nerelerden geliyorsun
Otur dinlen başucuma
Belli ki çok yorulmuşsun
Bana esmeyi anlat
Bana sevmeyi anlat
Bana esmeyi anlat
Esip geçmeyi anlat
Anlat ki çözülsün dilim
Ben rüzgârım demeliyim
Rüzgârlığı anlat bana
Senin gibi esmeliyim
Rüzgâr şefkatlidir bazen, okşayandır. Kimseler yokken seni kollarında usulca sallayandır. Bilgedir sonra. Geçip gittiği her yerden topladığı hikâyeleri anlatır. Uzakları yakın, bilinmeyeni tanış eder. Hafızanın taşıyıcısıdır rüzgâr. Edilmemiş itirafların, dile gelmemiş sırların, sesini bulamamış en sahici masalların toplamıdır. Paylaşmayı öğrenesin diye açar kendini. Seni kendi esaretinden kurtarmaya davranır. Çünkü odalara sığmaz rüzgâr. Seni sokağa, yola çağırır. Hayatın tam ortasına.
Rüzgâr hoyrattır bazen, yıkıcıdır. Kayaları delen, ağaçları sökendir. Evin, çatın başına yıkılır. Kökünden kopan her şey sana çarpar sanki. Hiçbir şeyi siper edemezsin bedenine. Göz gözü görmüyor. Yalnızlık böyle bir şey. Bütün kumlar havalanmış. Hava toprak kokuyor. Hepsi gözüne doluyor. Bir daha gözünü açtığında hayatın ayırdığı insanlar dört bir yana savrulmuş olur. Ne olduğunu anlamadan ayrı düşmüşsünüz birbirinizden. Güzelim Selanik türküsü “Bir Fırtına Tuttu Bizi”’deki gibi:
Bir fırtına tuttu bizi, deryaya kardı
O bizim kavuşmalarımız a yarim, mahşere kaldı
Hayatın mucizesi ne mi? Her şeyin geçmesi. İyinin de kötünün de. Değişmesi, dönüşmesi. Mahşerden önce fırtına diner. Sular durulur, tozlar dağılır. Sırtı üstü uzanırsın. Gökyüzü hiç bu kadar güzel görünmemişti gözüne. Bulutlarda şekil görmece oynarsın. Yeniden çocuk olursun. Rüzgârdan öğrenmiş bir çocuk hem de.
—–
Kapak Görseli: (0fjd125gk87-Pixabay)