Uzak Sesler

Kanayan bir mendilin sesiyle baş başa bırakır Edip Cansever. Şaşırmak mümkün olur.

KARİN KARAKAŞLI

22.05.2022

Sesin titreşimi kendinden önce gelir. Çevren bağırış çağırışla kaplandığında ellerini masanın yüzeyine koyman bundan. Ahşapta hissedersin öfke ve nefreti.
 
Bir zamanlar o sesler bir kendi duyacakları fısıltılarla sevişirlerdi. Sanki gizli bir dilleri vardı. Bir olmuş ikilerin dili. Sonra o dilden sürdüler birbirlerini. Toplamları yarım bile etmiyor şimdi.
 
Ses, hayatın ve hafızanın orta yerinde durur. Unutulmaz cümlelerin akla mıhlanmış vurgusuyla kalır insanda. Ya da bir susuşu bölen iç çekişle. Nefesle. Elbette şarkılarla. Ne de olsa müzik hep cana okumak için var. Şartlı refleks misali her karşına çıktığında o hiç icat edilmemiş zaman makinesiyle seni, ânının tam orta yerine fırlatışıyla.
 
Şarkılardan oluşma bir yıldız haritamız olduğunu bile söyleyebiliriz. Enlem ve boylamları türlü ezgiden oluşan alternatif bir coğrafi konumumuz. Bu şarkı coğrafyası tarihi de ayağına çağırır hem. Ânı emmiş bir şarkı çaldığında görüntüler tıpkı rüyalardaki gibi üst üste biner, zaman yekpareleşir, çember kendi üzerine kapanır hışımla.
 
Biz müziğin trambolininde serbest çağırışımla zıplayaduralım, bazen de arkaplan uğultusu olur şarkılar. Fon müziğine dönüşmüş hâliyle de hiçbir şey çağrıştırmaz. Asansörün içerisindeki o belirsiz vızıltı, telefondaki bekleme aralarının sabır taşı çatlatan bayık nağmesidir. Müziğe ve sahici olan her şeye hakarettir. Sussun istersin o ses, tam da hiçbir şey anlatmadığından.
 
Bazen beyninin içi tam o arka fon sesleriyle dolar sanki. Kendini kalabalıkta yitmiş hissettiğinde sesini kaybettiğini fark edersin öncelikle. İnsan sesleri sana bir türlü ulaşamıyor. Her masası tıklım tıkış dolu bir kafenin köşesinde o oynayıp duran ağızlara bakıyorsun. Tekil hiçbir cümleyi hatta kelimeyi ayrıştıramıyorsun. Çok başlı bir uğultu canavarı bu. Herhangi bir dilde konuşuyor olabilir, anadilin de uzak bir kıtaya dönüşüyor o boşlukta.
 
Belki burası tam da Rainer Maria Rilke’nin kastettiği yerdir: “Yalnızlığın, genişleyerek alacakaranlıkta yaşayabileceğin bir yere dönüşecek. Başka insanların gürültüsünün uzaklardan geçip gittiği bir yere.” Sesin ulaşmaması hayata teğet geçmenin diğer adı. Sana seslenen, içine işleyen sözlerin ve seslerin yokluğunda uyuşmuşsun. Hiç kimsesin, hiçbir şeysin. Nefesini bile işitemezsin.
 
Gece hakikati
Gecenin sesleri var sonra. Evin hayaletleri ayaklanmış sanki. Bir meskenden geçen bütün eski hayatlar cana ve dile gelir. Zemin döşemeleri çatırdar, mobilyalar gıcırdar, buzdolabı desen buz eritme bahanesiyle solo performansa girişir. Yattığın yerde evin gece senfonisini dinlersin. Her bir eşyanın birlikte ve ayrı ayrı söylemeye çalıştığına kulak kesilirsin.
 
Gece ağaçlar da farklı bir tondan hışırdar. Daha pesten, daha derinden. Kadim bir sırrı paylaşır, seni de hakikatine çağırır gibi. Kendinden kaçamazsın pek geceleri. Sesler gölge gibi seni kovalar.
 
Suyun sesi başlı başına kainattır sonra. Şelalenin deliliği, gölün durgunluğu, çayın haşarı oyunbazlığı, okyanusun had bildirişi, denizin hesapsızlığı. Sahilde gözlerini kapattığında minicik zerreleri tenine çarpan o dalgaların sesini hatırladın mı? Her şeyinle kendin olduğun o ânı. Hani kendine asıl istediklerini itiraf etmiştin. Dışarıdan bakıldığında tembel tembel ve keyifle uzanmış güneşlenen yığındaki herhangi biri gibiydin. Hayatın sıradan kılıklı miladında hissettiğin değişimi bir sen bildin.
 
Şimdi o ânı da diğer pek çoğu gibi çok uzaklarda. Eski anılarına yabancılaşmak, kendi sesini kayıttan dinlemeye benziyor. O sözleri çok derinde bir yerden biliyorsun. Biliyorsun ki daha söylenmeden içinde duyuyorsun hepsini. Kelimeler sana ait, orası belli. Ama o ses… Onu sahiplenemiyorsun işte. O eski sen’i, o en tanıdık yabancıyı ne edeceğini kestiremiyorsun. O yüzden yalnız yaşayan insanlar kendi kendine konuşmaya başlar ya bir aşamada. Kendi sesini unutma korkusuyla.
 
Ayrılıkta ve ölümde ses terk eder insanı. Hem kendininki hem sevdiğininki. Gülten Akın’ın “Sabır İçin İlahi”’de dediğidir:
 
Ses vermiyor özlediğim, susturmuşlar
Yok, sevgiden yandım
Savatlı gümüşüm, eskimezim
Sabrı deniyorum
 
Sabır herkesin harcı değil. Geniş zaman şairi Gülten Akın, sessiz hatta suskun bir dünyada kaybedilmiş bir sevdiğin boşluğuyla uğuldayanlara fısıldar beklemenin sırrını. Zamanı ve mekânı aşan muhatapsız kalmış hasreti. Çok sevmenin çilesini.
 
Sonra Edip Cansever alır sözü “Ölü Sirenler”’le:
 
Gerçekte duymadığım sesler bitti
Öğleye doğru bir gökgürültüsü yalnız
Karıştırdı ortalığı bir süre
Gök akıttı bir parça yağmurunu
Ve deniz kuşları umutsuz
Arıyorken kokularını gölgelerinde
Sıyırdı bir iki bulutu güneş de
Yığılıp kaldı yorgun
Denizin gözbebekleri üstünde.
Bir uyum muydu durgunluk, fırtınayı
Gökgürültüsünü de barındıran içinde
Duyuyorum o tanıdık sesi yeniden
Tiz bir çıngırağı andıran
Benzeyen zil sesine de
Daha önce unutmuşum gibi denizde
Yankılanıp durdu ara vermeden.
 
Hangi dili öğreniyordum? Mutluluk
İki tek ağustosu çarpıştıran
Sızdıran kanını bu yaz gününe
Yaşayan bir mutluluk? Ve işte
kaç yerinden kesilmiş ki ellerim
Bekletip durdu da acısını bunca yıl
Şimdi bir gülümseme gibi sindi yüzüme.
 
En bağımsız hikâyelerimiz dahi, insanlık tarihinin bir yerlerine kayıtlı. Gezegenin en ücra köşesinde de yaşasak, fizikî boyut farklılığına direnen bir esas var. Sirenleri bugüne çağıran bir işaret. Mutluluk bir an görünüp ertesinde kaybolurken, ölüm bilgisine rağmen sürdürülen yaşama gayretinde tekmil insanlığın iç bilgisi saklı. Bütün kadim seslerin sustuğu anda, şimdi artık sana bahşedilmiş, zamansız ve sadece sana ait cümle duyulacak. Her neyi bilmeye ihtiyacın varsa o dile gelecek senin için. Bir çünkün olacak kimsenin neden diye sormadığı şeye dair.
 
O şey, yalan dolanla çamura bulanmayan, korkulu tembellikte pas tutmayan bir cevher. Hani bazen kan bağın olanın, en yakınında duranın değil de, ruhu bir yerlerden tanış olanın anlayabileceği. Edip Cansever’in hüznünde umutlu, umudunda hüzünlü şiiri “Mendilimde Kan Sesleri”’nin Ahmet Abisinde bulduğu gibi:
 
Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
 
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı ıssızlıktır
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
– Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben –
Cigara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenleri
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da şimdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
 
Kan sesi
Sesine küsenlerin tarifidir bu sanki. Dahası hayatın sesi olmuşların küskünlüğüdür bu, başka hiçbir şeye benzemez. Toprak da küser hem. Bir ülke de küser kader diye dayatılmış o tekerrürlü tarihe. Kötülüğün dahi canı sıkılır sanki. Duyulardan kaybederiz. Daha az koku, daha az lezzet ve daha az ses. Susar herkes bir köşede. Konuştuğunda suya sabuna değmez sözlerle yanıtı merak edilmeyen retorik sorulara sığınır. Samimiyet eninden boyundan çeker sanki. Bereket büzüşür, doğa kararır. Bir bakmışsın aynada akis diye kötü bir kopyasıyla karşı karşıyasın kendinin:
 
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
istasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cigaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
 
O zaman işte bir önce ve bir sonran olur. Ortasından yarılır hayatın ve eski denen her şeyi film gibi izlemeye başlarsın. Hafıza da tam bu noktada devreye girer. Ne sahneler birikmemiş ki. Bir dönemin sıradanı, alışılmış olanı kaybedildiği şimdide özleme dönüşmüş. Mum gibi yanan, ışığında kendini eriten bir özlem bu. Geriye kurşun döktürme sonrası bir kalıp tuhaf balmumu şekli bırakan. Hayattan arta kalan:
 
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar…
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
işte o kadar.
 
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
 
Son sahnede şair umuda bırakır sahneyi. Öyle kuru kuru değil, canla başla çalışarak yoktan var edilen umuda. Var edilmesi için çağrıda bulunduğu umuda. Çünkü yılgınlık gelip baş köşeye oturduğunda, kimsenin sesi diğerine ulaşmaz olduğunda daha fazla kaybedecek bir şey kalmamış demektir. Hele ki köksüz düşmüşsen, otomatik pilottan yerine getirdiğin işlevlerden ibaretsen.
 
Ahmet Abi, varlığı umut olanlardan. Dahası Cansever’in İstanbul’da tanıştığı, TKP üyesi eski bir işçi olan Kayserili Ahmet Gayretli’nin ta kendisi. Hayatı mücadeleyle örülmüş. Genç yaşta fabrika işçiliği yaparken komünizm propagandası yapmak suçlamasıyla bir yıl hapis yatan, sonraki dönemlerde TKP tevkifatında tutuklanan, işkence ve sürgünden geçmiş bir savaşçı. O yüzden de şairin kararmasına razı gelemeyeceği bir insan. Ona diye konuşurken kendiyle dertleşir aslında anlatıcı. Belki de en sahici ânındadır hayatının. Bir itirafın tam ortasına.
 
Kavuşmanın hükmünün kalmadığı yerde ileri geri gidip gelmelerden ibaret kalır insan hayatı. Anlatıcının çizdiği tabloda dağılmış pazar yeri misali çer çöple kaplı darmadağın bir memleket vardır artık. Her yerinden bırakılmışlık, vazgeçilmişlik akan bir toprak parçasıdır burası. İnsanları anı sahibi olmaktan da umudu kesmiştir sanki. Anı dediğin yaşamayı gerektirir.
 
Anlatıcı, çaresiz hissetme yorgunudur. Ahmet Abi’ye seslenişi sanki kendi gücünü, umudunu hatırlamak içindir. Ekmek parasının derdine uzaklara giden, kaldığı ya da vardığı hiçbir yerde hiçbir şeyle bağ kurmayan yığınların ortasında gün gelir üzülemez olur.
 
Üzülememek ne demeye gelir, bilir misiniz? İçinizin kuruması. Hiçbir şeyin şaşırtmaması, en dip hâli beklemek. Hayallerinden vazgeçmek. Issızlık dondurur insanı. En parlak şehir ışıklarının, çocuk seslerinin, satıcı bağırışlarının ortasında hırkasının önünü iliklemeye mecali olmadan üşürsün. Kanayan bir mendilin sesiyle baş başa bırakır Edip Cansever bizi. Ciğeri söken haksızlıkların orta yerinde zehir olan nefesin hırıltısıdır o. Tutulamamış yasların çığlığı, inadına devam edilecek hayatın fısıltılı yeminidir. Kim bilir bir gün bir şarkıyı birlikte mırıldanmak da nasip olur insana. Hiç tanımadığın birileriyle aynı cümleyi tekrarlamak bir şeylere atfen. Şaşırmak mümkün olur yani. Beklenmedik bir iyilikle karşılaşmak. Güzel bir insana rastlamak.
 
Uzak sesler diner. Geriye karşılıklı gülmenin sıcaklığı kalır. Paylaşılan sıcağın sesi muzip bir çocuğun dolu dolu kahkahasıdır. Patladığı yerden ısıtır.
 
—–
Kapak Görseli: Arek Socha (Pixabay)