Gazetecilik aslında ne?
Joseph Pulitzer: “Sinik, parayla tutulmuş, demagojik bir basın, zamanla kendine benzer bir halk yaratacaktır.”
23.05.2022
Çalışmalarının önemli bölümünü gazetecilik bahsine hasretmiş sosyolog-tarihçi Michael Schudson, gazetecilik türleri arasında ayrımlar yaparken, “sahte gazetecilik”i kenara ayırıyor: “Yaşadığımız dünyayla ilgili haber verirmiş gibi görünüp, güncel kamusal olaylar hakkında kasıtlı olarak üretilmiş yalan yanlış, kötü niyetli sözler ya da görüntüler” yayan bu faaliyet, ona göre, “hem bireylere hem de bir bütün olarak topluma zarar veriyor”.
Buna karşılık, gazetecilik üzerine düşünürken belki çoğumuzun itiraz edeceği bir sınıflama yapıyor ve esas gazetecilik saydığı, “profesyonel hesap verebilirlik haberciliği”nin yanısıra, üç gazetecilik türünün daha “yararlı” olarak nitelenebileceğini öne sürüyor:
(1) Dar çember içinde (“küçük kasaba, kilise cemaati, üniversite, hastane, siyasî dernek…”) faaliyet gösteren yerel “topluluk gazeteciliği” biçimleri.
(2) “Dava gazeteciliği”. “Dünyada ne olup bittiğini” değil, “olmasını istediklerini ve dünya ya da belirli bir topluluk için iyi olacağına tutkulu bir şekilde inandıkları şeyleri” anlatan gazeteler.
(3) “Oyalayıcı olmaktan öte iddia taşımayan”, “bilgiye dayalı içeriğin eğlenceye tâbi olduğu” gazetecilik türü. “Demokrasinin onsuz yapamayacağı; insan özgürlüklerine, adalete ve hukukun üstünlüğüne zarar gelmesini önleme potansiyeli en yüksek olan gazetecilik”in “profesyonel ‘hesap verebilirlik’ gazeteciliği” olduğunu sürekli vurgulayan yazarın söz konusu üç türü pekâlâ gazetecilik mesleği ve işlevinin sınırları içinde sayması, şüphesiz üzerinde durulmaya değer konu.
Gerçeklikle ilişkisi netameli olan bu türleri kapsama alanına alırken “sahte gazetecilik”i ayıklıyor oluşu da öyle. Ancak biz burayı geçecek, ABD’li medya uzmanı akademisyenin esas saydığı gazetecilik türü üzerinde duracağız. Michael Schudson’ın, Gülseren Adaklı’nın çevirisiyle um:ag (Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı) Yayınları’ndan çıkan kitabı Gazetecilik Neden Önemli?’yi karıştırmayı sürdürüyoruz.
Bu kompakt ve zihin açıcı kitap, gazeteciliğin nasıl yapılması gerektiğine dair sağlam temellere oturan bir bakış açısı sunmasının yanısıra, gazetecilik mesleğinin -faaliyetinin- tarihine, gelişimine dair pek ilginç bilgiler de barındırıyor. 1880-90’larda ABD’de yaygın bir habercilik tarzı haline gelmiş bulunan “görüşme”yi Avrupalı gazetecilerin başlangıçta hayli yadırgamış, yadırgamakla kalmayıp “küstahça” bulmuş olmaları, meselâ.
“Röportaj” değil “görüşme”
Bendeniz de dâhil, kimilerimizin röportaj yerine görüşme demeyi tercih edişimiz, başlı başına bir tarz olan “röportaj”ın ihmal edile edile unutulma tehlikesiyle yüz yüze kalmış içeriğine sahip çıkabilmek için. Birine sorular sorup cevaplar aldığınız gazetecilik tarzının adı “görüşme” olmalı, çünkü “röportaj” dendiğinde akla gelmesi gereken bambaşka bir tarz var: Muhabirin yazarlaştığı, duygularını ve izlenimlerini araya kattığı veya o konunun gazetede yer almasının güncel vesilesiyle doğrudan ilgili olmayan, normal günlük habere giremeyecek ama metne tat katabilecek ayrıntılara yer verebildiği, belki de bütün gazetecilik tarzları arasında en renkli, en derin, en edebî, çoğunlukla fotoğrafla da desteklenen yazı cinsi. Röportaj türünün ne olduğunu ve niye görüşme ile karıştırılmaması gerektiğini anlatmak için belki de en iyisi, meselâ bizde Yaşar Kemal’in ilkin bu türdeki yazılarıyla göze çarptığını hatırlatmak.
“Görüşme”nin tarihine dönelim. ABD’ye gelen Avrupalı gazeteciler, Schudson’ın ifadesiyle, “dehşete düşmüşler”: “Röportaj küstahlığı açısından garipti. Sefil bir muhabir bir bakana nasıl soru sorabilirdi?” Bu yadırgayış, Avrupalıların gazeteciliğin asıl işlevini yaklaşımlar, yorumlar, fikirler üzerinden tanımlamış bulunmalarındandı. Dolayısıyla, bugün gazeteciliğin tanımının orta yerine oturttuğumuz, değerini ölçmede başlıca birim olarak kullandığımız işlev onlar için neredeyse yok hükmündeydi: “Edebî veya fikrî nüve yerine olgu toplama”yı da garipsiyorlardı. Schudson ekliyor: “Bu durumda, Papa, Avrupa ülkelerinin kralları ve Britanya’daki kabine bakanları ile söyleşi yapan ilk muhabirlerin Amerikalı olması da şaşırtıcı değildir.”
İşte, hayat karmaşık: Gazeteciliğin kötüye kullanılmasının ilk büyük örneklerinin de görüldüğü Amerikan basını, bir taraftan da bu faaliyetin aslî işlevinin bütünlenip oluşmasına en büyük katkıyı yapmış. Dikkati fikirden olguya çevirerek.
“Elit sınıf”?!
Bugün adına gazetecilik ödülleri konmuş bulunan Joseph Pulitzer, bu işin meslek haline gelişinde en büyük pay sahiplerinden. Dolayısıyla eğitiminin geliştirilmesiyle ilgileniyor. Hedefi büyük tutuyor: “Sinik, parayla tutulmuş, demagojik bir basın, zamanla kendine benzer bir halk yaratacaktır.” (Bugünün Türkiye’sinde bu cümleyi okuyup da irkilmeyecek insan çıkmaz sanırım.) Gazetecilerin özel olarak eğitilmiş, kendilerine özgü kapasitelere ve hünerlere sahip özel bir insan grubu olmaları ihtimalini tehlikeli gören bazıları, bu işten bir “elit sınıf” doğabileceğine dikkat çektiklerinde Pulitzer, “Gazeteciler arasında,” demiş, “paraya değil, [ama] ahlâk, eğitim ve karaktere dayalı bir sınıf duygusuna ihtiyacımız var.”
Derin ve dallı budaklı mevzu. Gazeteciler arasında hakikaten bir tür “sınıf duygusu” vardır. Eskiden mesleğimiz ve medya üzerine daha çok yazardık ve ben bu duyguyu genellikle “olay mahallinde emniyet şeridinin öbür tarafına geçebilme imtiyazı”yla tasvir etmeye çalışırdım. Kalabalık toplanmış, ne olduğunu merak ediyor, sen geliyor, kartını gösterip giriveriyorsun onların geçemediği yere. Şimdi işler çok değiştiyse de, gazeteciyle okur-izleyici kitlesi arasındaki ilişkinin burada işaret edilen özü ortadan kalkmadı.
Kendi propaganda elemanlarının bile sızamadığı aşırı korunaklı salonlarda iş gören kapalı rejim ve işlevsiz kalmış parlamento, gazetecilerin iktidarca seçilmiş olmayanlarını tepedeki imtiyaz alanı dışına attı, seçilmişlerin de gazeteciliğini iyi ihtimalle tartışmalı, ama her hâlükârda güvenilmez hale getirdi. Yine de, edinilme yolu değişmekle birlikte, sıradan insanın haberi (dedikoduyu, bilgiyi…) edineceği kaynak sayılan biri söz konusu imtiyaza sahiptir.
Ancak “para değil ahlâk, eğitim ve karakter”e bağlı donanımın bu ayrıcalığa meşruiyet kazandırması artık söz konusu değil. Gazeteciye güven kabul edilemez seviyelere düştü, düşüyor. Gazetecinin gerçeğe değil başka bir şeylere hizmet ettiği yargısı -toplumların gözü önünde bunun apaçık kanıtları sergilene sergilene- çoğunluğun inancı haline geliyor.
Çeşitli yerlerdeki gazetecinin kendini güvenilmezleştirmesi süreçleri arasında en çirkinlerinden, zararı en büyüklerinden biri memleketimizde yaşandı. Gazeteciyi “ahlâk, eğitim ve karakter” bağından âzâde kılmak neredeyse bir hedef gibi, aksini iddia eden herkes küçümsenerek, eski kafalılıkla, tutuculukla suçlanarak savunuldu. Gazetecinin itibarı bizzat gazeteciler eliyle yere serildi, üzerinde tepinildi. Aynı süreçte, ekonomi muhabiri iş insanının, X partisini izlemekle görevli muhabir o partinin, X takımı muhabiri bu takımın gazete-TV içindeki temsilcileri gibi davranır oldular, hepsi birden, çoktan reklamverenlerin uzantısı haline gelmiş reklam servislerinin buyruğuna girdiler. Bu süreç iyi kötü gazetecilik geleneğine sahip başka pek az ülkede bizdeki çirkinlikte cereyan etmiştir. Yoksa çirkinlikten yukarıda söz etmiş miydim..?
Devlet
Geçen paragrafta yer alması mutlaka gerekirken adı geçmeyen devletin gazetecilik üzerindeki denetimi, yönlendirmesi, baskısı, buyruğu… nesi diyeceksek ondan söz etmeliyiz. Bizimki gibi ülkelerde gazetecilik meselelerinden bahsedilirken zorunlu ilk başlık budur. Bu olmalıdır. Schudson bizler için hayal âlemi sayılacak bir yere davet ediyor hepimizi: “Gazetecinin, devletin onayladığı bir çalışma lisansı ya da otorite kurabileceği laboratuvar önlüğü ve stetoskopu yoktur.” Devamı da şöyle: “Son derece zor olan görevi, olgulara ve hikâyeye bağlı kalırken bunu altta yatan önemli sorunların vurgulandığı bir bağlama oturtmaktır.”
Buradaki can alıcı nokta, gazetecilik faaliyeti için devlet onayı aranamayacağını ileri sürerken Schudson’ın gözlerini diktiği yerin sansür, baskı, vs’den önce, bizzat gazetecilik mesleğinin özüne dair tanım oluşu: “Gazetecilikte profesyonellik, ‘haberin’ ne olduğunu ve nasıl bulunacağını, nasıl doğrulanacağını ve nasıl sunulacağını bilmekten ibarettir. Gazetecilerin bunun dışında, sosyal adalet, topluluk gururu ya da ulusal güvenlik gibi konulara ilişkin kaygıları hesaba katması, en iyi ihtimalle (…) rahatsız edici ve ciddî şekilde yozlaştırıcıdır.”
Yazarımız şu aslî soruyu soruyor: “Neyin haber olduğuna karar verme yeteneğine sahip olabilecek gazetecilere, neyin sosyal adalet sayılacağı veya ulusal güvenlik gerekçesiyle hangi bilgilerin saklanması gerektiği konusunda nihaî kararı verme hakkını hangi otorite tanımaktadır?” Schudson, böyle bir otoriteyi kabullenmenin “esas gazetecilik görevini lekelemek” olacağını ekliyor.
Yazarımız tartışmaya tersten de giriyor ve bu bağlamda, “bir gazete için elindeki haberi yayımlamamanın çok önemli bir karar, hatta siyasî bir eylem olduğu”nu belirtiyor. Bazen insanlar bunu anlamaz, diyor. Çok haklı. Ve yazıişleri sorumluluğu taşıyan/taşıması muhtemel herkesin tüylerini diken diken eden/edecek tartışma için yol gösterici ölçütler öneriyor. Gazetecilere koyduğu sınırlamaları daha sonra kendisi için gevşeterek kendi görüşlerini kendi sallantıya sokan New York Times Genel Yayın Yönetmeni Dean Baquet’in Los Angeles Times Yazıişleri Müdürü’yken ortasında kaldığı yayınlarsın-yayınlamazsın tartışmasını hatırlayarak. Baquet’in o zamanki görüşünü “gazeteci yayınlar, nokta” diye özetliyor. (Bizim basın âleminde son yirmi yılın en sert tartışmalarının konusu olan Taraf gazetesinin genel yayın yönetmeni Ahmet Altan da böyle bir görüşü savunuyordu.) Schudson, “ne zaman yayınlamazsın?” sorusunu da -Baquet’e dayanarak- şöyle cevaplıyor: “Haberin yeterince nitelikli olmaması, yayınlamamak için bir sebep olabilir. Yayımlamanın insan hayatını tehlikeye atma olasılığı, iyi haberciliğin tüm standartlarını karşılıyor olsa da bir haberi bekletmek için neden olabilir. (…) Yayınlamamak için bunlardan başka herhangi bir gerekçe olamaz…”
Tartışmanın devamını kitaptan okumanızı dilerim. Bu zorlu probleme dair ilginç ayrıntılarla dolu.
Esas unsur olarak doğrulama
Arada kaynamasın: Schudson, “gazetecilikte profesyonellik” kavramını açarken gazetecilik mesleğinin temel tanımının unsurlarını sıralıyor. Karakteristiklerini, olmazsa olmazlarını yani. Dört unsur: haberin (1) ne olduğu, (2) nasıl bulunacağı, (3) nasıl doğrulanacağı ve (4) nasıl sunulacağı.
İlki için, bazen sahiden tamamen temelsiz olabilse de, çoğu zaman bilgi ve tecrübe birikimiyle mümkün olan, kolaylaşan, sıklaşan, giderek daha isabetli hale gelen sezgi gerekiyor. Şart. İkincisi için, yine bazen tesadüf veya talihin yardımı işe yarasa da, artık tesadüfî sezgi veya olta atma becerilerinin sökmediği alana giriyoruz. Yol-yordam, ilişki, bağlantı, kime, neye nasıl ulaşılır… başarının muhabirin “cephanesi”ne bağlı olduğu kulvar.
Dörde atlıyorum: Haberin sunuluşunun iki ayrı safhası ve düzlemi var. Biri muhabirin sunumu. Bu, hikâyesi, “duygusu” eksik olmayan, olgusuysa hiç eksik olmayan metin demek. Öbürü yazıişlerinin haberi okura-izleyiciye vs. sunması. Burada muhabirin hiç de sahip olması ya da ilgilenmesi gerekmeyen başka özellikler de devreye giriyor. Şimdi burada ayrıntısına dalmayalım. Çünkü bu paragrafı az önce atladığım o üçüncü unsur için yazıyorum esas. Schudson, haberin ne olduğu, nasıl bulunacağı ve nasıl sunulacağı gibi olmazsa olmazların yanına, onlar kadar aslî-kurucu unsur olarak “nasıl doğrulanacağı”nı katıyor. Çünkü doğrulama tam da profesyonel gazeteciliği profesyonel gazetecilik yapacak işlem. Ya da safha. Oysa genellikle “yapılsa iyi olur”dan öte anlam ona zor bahşediliyor.
Belki bu kitaba bir defa daha döneriz.
—–
Kapak Görseli: Janeb13, New York Times gazete ofisi (Pixabay)