Tanıdık Yabancı
Aynı göğün altındayız diyecekler. Aynı güneş, aynı ay, aynı yıldızlar. Ama bakan sen değiştin.
27.05.2022
İnsan, koordinat seven bir varlık. Bir şeylerin alışageldiğimiz anlamı değişince bocalarız. Oysa hayat da aksine tahterevalli misali kefelere yüklediğimiz tanımları yukarı aşağı oynatmayı, böylece sabit ve verili kabul ettiğimiz bir temeli her seferinde kökünden sarsmayı sever. Bir bakmışız, en iyi bildiğini sandıklarımız tanımadığımız yabancılara dönüşmüş. Görünümleri aynı kendileri farklı insanlar artık onlar. En tanıdık yabancılar.
Elbet bir anda olmaz bu dönüşüm. Bir anda olan fark ediştir, kendine itiraf ediş. Ne zamandır birikenin adını koymak. Seni görüyorum demek yokmuş gibi davranılana. Görmezden geldiğin sürece bir şey yapman da gerekmiyordu. Oysa artık biliyorum demenin sorumluluğu var omuzlarında. Kimselere karşı değil, kendine borcun olarak. Şimdi en tanıdık yabancılara veda vakti.
Belki burası Paul Bowles’un itiraf ettiği noktadır: “Herkes herkesten yalıtılmış durumda. Toplum kavramıysa, bu yalıtılmışlık bilgisinden bizi korumak için kullanılan bir yastık gibi. Uyuşturucu ilaç işlevi gören bir kurmaca.”
Kalabalıklar içinde yalnız hissetme halimizi, arada yapay aidiyetler kuran üst kümelerle geçiştirmeye çalışırız. Bir ailenin parçası, apartman, site ya da mahallenin sakini, şu partinin üyesi, bu takımın taraftarı, şu dinin mensubu ya da inanmayanı, bir ya da birden çok ülkenin vatandaşı ya da sürgünü olabiliriz. Biz onları kabul ya da reddederken peşimiz sıra gelen kimliklerimiz var. Gel gelelim bunların hiçbiri tek başına ya da topluca tanımlamıyor bizi. Çünkü bir an geliyor, biz kendimizin yabancısı kesiliyoruz. Kendimize dair bilgi, önkabul ve tanımlar hükümsüz kalıyor. Sil baştan başlıyoruz.
Tekinsizlik
Hayatındaki varlığını hiç sorgulamadığın insanlar bir anda hiç bilmediğin kişilere dönüşürse ne yaparsın? Üstelik hafızan yerli yerinde, zihnin her zamanki işlevselliğinde. Ama onlar artık senin bildiğin ve hatırladığın hâlden çok uzak. Cahide Birgül’ün muhteşem eseri Gölgeler Çekildiğinde tam da bu tekinsizliği anlatır işte. Baskıcı, mükemmeliyetçi öğretmen annesinin tahakkümünü ölümünün ardından dahi hâlâ üzerinde hisseden, korkudan başlayamadığı özgür hayatın eşiğinde felçli babasıyla kendisini kutu gibi bir hayata hapsetmiş Esin’in, dokunmaktan, akıntıyla yol almaktan hoşlanan esrarengiz kuzini Deniz’in gelişiyle sarsılan düzenidir anlatılan.
Deniz, herkesin rutinini yerle bir etmeye yemin etmiş gibidir. Tutkuları, pişmanlıkları, yalanları itiraf ettiren bir yanı vardır kurduğu oyunlarla göze aldığı yıkımların. O kadar ki sonunda domino taşı gibi devriliveren aile ve yakın çevreye baktığında Esin, “Hepimiz, onunla bildiğimizden, olduğumuzu sandığımızdan bambaşka kimliklere bürünmüş ve belki de kendimizi bile şaşırtan, yabancı, hatta irkiltici bir ‘ben’le yüz yüze gelmiştik… Gerçekte bu insanlar kimdi? Ya da ben onları ne kadar tanıyordum?” diye dehşetle soracak ama bir an sonra kendisini de işin içine dahil ederek aslında dürüstlüğe teslim olacaktır. “Onca şeyden sonra, hâlâ madalyonların arka yüzlerinin başka olduğuna inanmıyorum. Eğer görebiliyorsak, her şey ön yüzde anlatılmıştır zaten.”
Esin de gençliğinden beri pek çoğumuz gibi en yakınındakileri anlamaz, hayatı konumlandıramaz hale geldiğinde çareyi kitaplara sığınmakta bulmuştur. Bu kurgu dünyaya dair söyledikleri tam da tanıdık yabancılığa dairdir: “Galiba kitapların içine girip bir daha hiç çıkmamayı en çok istediğim günler o döneme rastlar. Ne dayanılmaz bir arzudur satırların arasında kaybolmak ve seni hiç tanımayan, ama anlayabilecek insanların dünyasına adım atabilmek… Büyüdüm, ama hâlâ o günlerden farklı düşünmüyorum: Onca yakınımda olanlar bu denli yabancı olabiliyorsa, neden bilmediğim yerlerde yaşayan birileri bana daha yakın olmasın?..”
Bilinmeyen heyecanı
Bildiğinde şaşırmak, karşındakinde ya da kendinde hiç beklemediğin, tahmin bile edemeyeceğin bir şeyle karşılaşmak kolay bir deneyim değil. Ama insanı büyüten, hiçbir şeye alışmamayı öğütleyen büyük bir ders aynı zamanda. Hem hayat dediğin de tersi ve yüzünü bir arada kapsayan, bitimsiz bir kaynak. O yüzden gafil avlanmayla gelen koca hayal kırıklığının karşı kutbunda kalbi heyecanla çarptıran bir başka gerçek var: Uzakların o cazip tanıdıklığı.
Dünyanı yeniden koordinatlarına oturtmak için bazen uzaklaşma ihtiyacı hissedersin. Öyle rutini küçük bir yerinden kırmak da işe yaramaz. Uzaklar çeker seni. Planlanmış tatiller dışında yol fikriyle zihninde bir kere bile oynamamışken mesafe tek çare gibi görünür. İhtimal artık bir saniye bile duramadığın o taşma noktasına varmışsındır. Hem de neleri sineye çektiğinin, için için biriktirdiğinin farkına bile varmadan. Meğer ne zamandır oturduğun yer kanepen değil, uçurun kenarıymış. Yüzüne esen rüzgâr mutfak camından değil, karşı dağdanmış. Her günkü ara sokaklardan dalgın dalgın ilerlerken aslında koyu bir ormandan geçiyormuşsun. İçinde bir başka ben taşıyormuşsun.
Mesafe, içine bakabilmek için dış göz olabilme fırsatındır. Tuzaklara düşmemek, oyalanışın girdabında sürüklenmemek için şimdi görünür olan dünyaya bakacaksın doya doya. Ve görmek için uzaklaşman lazımsa, arkana bile bakmadan çıkacaksın yola. Carson McCullers’ın tarif ettiği haldesin ne de olsa: “Tanıdık olana dönük nostaljiyle yabancı ve tuhaf olana yönelik arzu arasında iki arada kalıyoruz. Çoğu zaman asla bilmediğimiz yerler için özlem çekiyoruz.”
Hiç bilmediğim bir yere gittiğimde taze bir ilk hissi dolar içime. Mevsimin ilk sebze, meyvesini yiyormuş, bilmediğim bir içeceği tadıyormuş, anlamadığım bir dilde söylenen kelimeyi tekrarlamaya çalışıyormuş gibi hissederim. Bir an şaşkın şaşkın bakakalmak, ne edeceğini bilememek özgürleştirir insanı. Alışkanlıkların, maskelerin, retorik kalıpların, monologların hükmü kalmaz. Gülmeye başlarsın. Hatta bir an sonra ağlarsın belki de. Bir arafta bulursun kendini. Öncenin geçerliliği yok, sonran bir muamma. Bir şimdin var elinde. Bütün sesleri uzaklaştıran bir uykuya dalarsın belki gün ortasında. Kaçtığın her şeyi rüyanda görür, denize konuşur, rüzgâra salarsın. Şarkılardan, kokulardan, renklerden, dokulardan kaçmazsın. Ne zamandır kendini mahrum ettiğin tutku sarıp sarmalar her zerreni. Sen kendini inandırdığın o sığlık değildin ki…
Nilgün Marmara’nın “Yabancı” şiirindeki sendin belki. Ya da bildiğini sandığın bir başkasıydı. Şimdi uyanma vakti:
En yakın yabancı sendin,
Daha sürülmemişken ışığın biberi
yaramıza,
Yaslanırken boşlukta duran bir merdivene
henüz.
Güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız,
ilkyaz derken – kışı gözden kaçıran
yüzlerce eller yukarı, saygı duruşlarımız
en güçsüz kollarla –
Çözüldü aşkın zarif ilmeği
bulandı aynalar duruluğu.
Çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda
bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık
olduğunu…
Yabancıların en yakınıydın sen!
Özgürlük belki de kendini iliğinden bilmek demek. En çok da zaaflarını. Yanılma payını. Ve dayandığın sınırı. Bir noktan var, oraya vardığında “Benim ne yapacağım belli olmaz” diyebilmek de bu bilmeye dair. Bir tel kopar içinde, kısa devre yaparsın. Ya da karahindibanın tüyünü üfler, kendini havaya salarsın. Güvendiğin dağlar yok. Sen varsın bir tek. Ve göze alışların. En tanıdık yabancın olan kendin. Ve bir de eğrisiyle doğrusuyla hayatın. Şaşakalmışlığın. Sen kendini böyle bilmezdin. Bu da böyle olabilirmiş demezdin. Bak bir şey daha öğrendin. Güzelmiş yeni yataklarda uyanmak, başka balkonlardan bakmak. Aynı göğün altındayız diyecekler. Ve aynı yerin üstünde. Aynı güneş, aynı ay, aynı yıldızlar. Ama bakan sen değiştin.
—–
Kapak Görseli: Dmytro R. (Pixabay)