Uzaylı Yazılar 32: Tutulan Akıl ve Soykırım.

Bir yanda fazla unutuş varsa, “doğru bir hatırlama siyaseti icat etmenin de vakti gelmiştir”. 1915’teki “gerçek” tüm ağırlığıyla ortadadır.

LEVENT YILMAZ

26.06.2022

Bir zamanlar birtakım yazılar yazmış olduğumu ben bile unutuyorum. Arşive bakarken karşıma çıktı. 2007 yılında yazmışım. Yayınlanmış da, Radikal’de. Ama ne ben hatırlıyorum, ne de kimsenin hatırladığını sanıyorum. O yüzden, tekrar sunmak istedim. Bence önemli.
 
301 ve 305'e ilişkin bir anı.
2004 yılıydı ve Türkiye'nin AB adaylığı için kesin karar 17 Aralık zirvesinde alınacaktı. Kitabım (Le temps moderne, Gallimard) yeni yayımlanmıştı. Yayınevinin basınla ilişkiler sorumlusu kitabın tanıtılmasına çalışıyordu; Le Point dergisinin bir muhabirinin kitabı kapsamlı bir biçimde tanıtmayı istediğini söyledi. Fakat küçük bir sorun varmış: Derginin yazıişleri (ki müdürü Ermeni asıllı bir Fransız imiş), konuşmanın kitaptan yola çıkılsa da, ağırlıklı olarak benim Türk oluşum (aslında yarı Çerkezim! Ve bu iki genelleme ne ifade ediyorsa?) ve dolayısıyla Türkiye’nin AB adaylığı etrafında dönen sorunlar üstüne olmasını şart koşmuş…
 
Söyleşiyi yaptık. Konuşma yazıya döküldü ve ben metni tekrar okudum, onayladım. Tam bu sırada, muhabir, yazıişleri müdürünün, Ermeni soykırımı ile ilgili bir soruyu da eklemek istediğini söyledi. Soru şuydu: “Türkiye’nin yeni ceza kanununa göre Ermeni soykırımını inkar etmek ölüm cezasıyla cezalandırılıyor, bu konuda ne düşünüyorsunuz?” Soruya cevap verebileceğimi, ancak sorunun bu şekilde sorulmasının hem kendisinin hem de Le Point dergisinin cehaletini sergileyeceğini, dolayısıyla soruyu böyle sormasalar daha iyi edeceklerini, çünkü Türkiye'nin savaş koşulları da dahil olmak üzere idam cezasını kaldırmış olduğunu söyledim. Ama yeni ceza kanununun hangi maddesine gönderme yaptıklarını da merak etmiştim.
 
301 (ve 305) imiş. Bu maddeleri bulup okuduktan sonra verdiğim yanıtta bu metinde “Türklüğü aşağılamak” vb. gibi muğlak ifadeler kullanıldığını ve yoruma açık olduğunu, mahkemelerin bu maddeleri istedikleri gibi yorumlayıp “Ermeni soykırımı olmuştur” diyenleri cezalandırabileceğini, ancak maddelerde doğrudan bu meseleye atıf olmadığını söyledim.
 
Söyleşi bu haliyle yayımlandı. Ama yanıldığımı daha sonra, bu maddelerin “gerekçe”sini görünce anladım. Ne hazindir ki, özellikle 305. maddenin “gerekçe”sinde açıkça şunlar yazılıydı: “Keza, bu fıkraya göre basın ve yayın yoluyla propaganda yapmak üzere para veya yarar veya vaat kabul edilmiş ise ceza arttırılacaktır: Para, yarar veya vaat kabulü suretiyle bugün Türk askerinin Kıbrıs’tan çekilmesi veya bu konuda Türkiye aleyhine bir çözüm yolunun kabulü için veya sırf Türkiye’ye zarar vermek maksadıyla, tarihsel gerçeklere aykırı olarak (altını ben çiziyorum, LY), Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ermenilerin soykırımına uğradıklarının basın ve yayın yoluyla propagandasının yapılması gibi.”
 
Akıl Tutulması
301 ve 305 sayılı Ceza Yasası maddeleri, “Ermeni soykırımı olmuştur” diyenlerin ceza kapsamına gireceğini söyleyen bir “gerekçe”si olan Türkiye, 2006 yılının ekim ayında Fransa'ya çok kızdı. Çünkü, Fransız parlamentosu, “Ermeni soykırımı olmamıştır” diyenleri cezalandıracak bir yasayı kabul etti. Türk basını bunun üzerine, tek yürek tek ses, bunun ne kadar antidemokratik olduğunu, parlamentoların tarih yazmaması gerektiğini, bunun ifade özgürlüğünün önüne konulmuş büyük bir engel olduğunu haykırdı. Elbette haklılardı: Tek sorun Türkiye'de 301 ve 305 gibi yasa maddelerinin ve daha da dehşetlisi, yukarıda yazılı türden bir gerekçe ile bizim parlamentomuzun zaten “tarih yazmış” oluşuydu. Oysa yeni ceza yasası tasarı aşamasındayken kimi STK'lar bu tür maddelerin başa bela olacağını açık açık ve çok sert söylemiş, ancak AKP hükümetine dinletememişti.
 
Esas sorunlu ve belki de acıklı olan ise, 301'i ve 305'i hem de gerekçeleriyle birlikte çıkarmış olan hükümetin başbakanının çıkıp da Fransa'yı Horkheimer'in kitabının başlığıyla, yani “akıl tutulması” ile suçlamasıydı. “Akıl”, biliyorsunuz, kısmen çok “tutulan” bir şey. Ama tam “akıl tutulması” nedense 2006 yılına denk geldi. Bu süreçte “aklı tutulmamış” nadir münevverlerden biri, Hrant Dink, yazı ve konuşmalarında, böyle bir yasa maddesi çıkarmanın ne denli saçma olduğunu açık açık söylerken, her türden milliyetçiliklerin ve genellemelerin karşısında dururken, Türk yargısı, lehteki bilirkişi raporlarına rağmen Dink'i 301'den mahkûm etti. Yargıtay da cezayı onadı.
 
Adalet Bakanı Cemil Çiçek'e göre, bu maddeden hapse giren mi vardı? TBMM oturumunda Bilgi Üniversitesi'ndeki konferansı “sırtımızdan bıçaklandık” diye yorumlayan bu mümtaz Adalet Bakanı, Kemal Kerinçsiz etrafında örgütlenen tuhaf oluşumun temel direği olan “linç” kültürüne doğrudan katkı yaptığının farkında olmaz olabilir miydi? Tutulan akıl, ya da “tutturulan akıl” sonucu çıkmış bu Ceza Yasası ve “gerekçeli” bu maddeleri, bilirkişi raporlarına rağmen Dink'in cezasının onanması vb., Orhan Pamuk'un zarifçe ifade ettiği gibi, Hrant Dink cinayetinin başlıca sorumluları arasında sayılmalıdır.
 
Tarihçinin duruşu
Ama bir tarihçi açısından, ortada bu karşılıklı demokrasi ayıplarının ve utançlarının ötesine geçen ve uluslararası hukuk tarihini ilgilendiren bir durum var. Özetlemeye çalışayım: Fransız parlamentosu 2001 yılında kabul ettiği bir yasa ile 1915'te Osmanlı İmparatorluğu içinde gerçekleşmiş olan Ermeni tehcirini ve bu tehcir sırasında meydana gelen olayları “soykırım” olarak tanıdığını ilan etti. Bu son yasayla ise Fransız parlamentosu Ermeni soykırımı konusunda 1990 tarihli Gayssot yasası benzeri bir yasayı kabul etmiş oldu. Gayssot yasasını biliyoruz: Yahudi soykırımı ile ilgili ve yaptırımı olan bir yasa. Amacı da “negationnisme” yani inkârcılığı önlemek (günümüzde hâlâ gaz odalarının olmadığına inananlar var: örneğin Faurisson, Garaudy ve tuhaf bir biçimde, İran cumhurbaşkanı Ahmedinecad. Onlar için Auschwitz sanki Polonya'da bir sayfiye kasabası, “çalışmanın insanı özgür kıldığı” bir mokamp).
 
Gayssot yasasının saçmalığını ilk ilan edenler tarihçiler oldu. Başta da 2007’nin Temmuz ayında ölen Pierre Vidal-Naquet. Vichy hükümetinin, annesi ile babasını derdest edip Auschwitz'e yollayarak “nihai çözüm”e katkıda bulunduğu, bu yüzyılın en önemli Antikçağ tarihçilerinden ve münevver olmanın ne demek olduğunu, Cezayir başta olmak üzere takındığı her tavrıyla belli eden, dostlarının kısaca Vidal dediği Pierre Vidal-Naquet. Parlamentoların tarihe karışmaması gerektiğini söyleyip, önce Gayssot sonra da son Ermeni yasasına karşı çıkan tarihçiler grubunun başını çeken de oydu. Gayssot yasasına karşı çıkmanın Yahudi soykırımının gerçekliğiyle uzaktan yakından ilgisi olmadığını en iyi bilecek olan annesiyle babasını Auschwitz'te kaybeden Vidal olduğu gibi, 1978'den bu yana 1915 olaylarının açıkça soykırım tanımına uyduğunu savunan da aynı Vidal-Naquet idi.
 
Soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlar
Gayssot yasasının iki hukuksal dayanağı vardı: 1) Nürnberg mahkemeleri, 2) BM Genel Kurulu'nun 1948'de onayladığı “Soykırım suçunun önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin sözleşme”. Nürnberg mahkemeleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve müttefiklerden oluşan askeri bir mahkeme. Nazilerin Yahudileri kitlesel bir biçimde katledişleri, o zamanlar hukuk dünyasına yeni giren bir “suç” kategorisi içinde değerlendirildi: “İnsanlığa karşı işlenen suçlar”.
 
Ancak bu suç, tanımı daha sonra yapılacak olan “soykırım” suçu değildi. Yani Nürnberg savaş mahkemeleri 'soykırım' kararı değil, “insanlığa karşı işlenmiş suç” kararı verdi. Soykırım suçunu ilk kez tarif eden ise Rafael Lemkin. 1945'te yayımladığı Axis Rule in Occupied Europe başlıklı kitabında tarif ettiği “soykırım” suçunun uluslararası hukuk içinde yeralması için ölesiye çalışan bu Polonyalı hukukçunun çabaları sonucunda, “soykırım”, Nürnberg mahkemelerinden sonra, 1948 yılında uluslararası bir suç olarak Birleşmiş Milletler tarafından ayrıntılı olarak tarif edilip kabul edildi. Türkiye de bu sözleşmeyi 23 Mart 1950’de imzaladı.
 
Bu iki suç kategorisi gökten düşmedi, bunların uluslararası hukuk içinde bir geçmişi var. Batılı devletler, 1856 tarihli Paris deklarasyonu ile savaş kuralları ve savaş suçlarını düzenleme sürecini başlattı. 1864 tarihli Cenevre sözleşmesine istinaden Kızılhaç kurucularından Gustav Monnier'nin uluslararası bir ceza mahkemesi kurulması önerisi ise, hukuk tarihçilerine göre, “çok radikal” idi. “Savaş suçu” tanımı ilk kez Johann Caspar Bluntschli adlı hukukçunun 1872 tarihli Das Moderne Voelkerrecht der civilisirten staten isimli kitabında yapıldı. Bu süreç, önce 1899 ve sonra 1907 yılında, Osmanlı İmparatorluğu'nun da katıldığı La Haye Barış konferanlarında savaş kuralları ihlalleri ve savaş sırasında işlenecek suçlara ilişkin on üç sözleşmenin kabul edilmesine vardı.
 
Ancak bu dönemde, dikkat edelim, savaş kurallarının ihlali (yani savaş suçları) devletlerin egemenlik ilkesi dahilinde değerlendiriliyordu. Yani uluslararası bir mahkeme değil, ulusal mahkemeler bakıyordu bu suçlara. Devletler de bu konvansiyonları iç hukuklarının bir parçası haline getirmekle yükümlüydüler. Oysa “uluslararası insani hukuk (international humanitarian law)” bu tartışmaların küçük bir parçası idi. Ve bunun hangi organlarla yürütüleceği belli değildi (kimileri Kızılhaç'ı buna dahil etmek istiyordu). La Haye konvansiyonuna son anda giren ve Martens maddesi olarak bilinen madde, “insanlık hukuku”na, medeniyet'e ve kamu vicdanına atıfta bulunuyor idi.
 
1907 ve sonrasında, temel sorun, savaş sırasında, egemen bir devletin kendi vatandaşlarına karşı işlediği “insanlık” suçlarının, uluslararası hukuk içinde yer bulamamış olmasıydı. Ancak kimi araştırma komisyonları, örneğin 1913 Balkan Savaşı sırasındaki “canavarlıklar”ı (atrocities) araştırmak üzere Carnegie Vakfı'nın yolladığı komisyon, açıkça La Haye sözleşmesine ve Martens maddesine atıfta bulunuyordu. Savaş suçları, devletlerin, savaştıkları ülkelerin (yani “düşman” devletlerin) vatandaşlarına yönelik davranışlarını kapsıyordu. “Uluslararası insani hukuk” kavramının, yani egemen bir devletin kendi vatandaşlarına karşı işlediği “insanlık” suçlarının yavaş yavaş dolaşıma girmesi, I. Dünya savaşı sırasındadır. Bu kavramın çeşitli yazarlarca kullanılması (John Hartman Morgan, Vikont James Bryce, Arnold Toynbee vb.), maalesef hukukçular arasında büyük bir ilgi görmemiş ve bu yeni “uluslararası insanlık suçu” kategorisi meslekten hukukçular tarafından derinlemesine işlenmemiştir.
 
Aynı biçimde 1919 Paris Barış konferansına katılan Amerikan heyeti, egemen bir devletin sınırları içinde kendi vatandaşı olan sivillere karşı işlediği suçların, uluslararası alanda bir hukuk konusu olmadığını, bunun tamamen “ahlakî” bir mesele olduğunu beyan etmiştir. Barış konferansı 1920'de Birleşmiş Milletler'in atası “Milletler Cemiyeti”nin kuruluşuna da yol açacaktır. Versailles Anlaşması ise, savaş suçuyla suçlanan Alman askerlerin yargılanması için İtilaf devletlerinin uluslararası askeri bir mahkeme kurmasını öngörmekteydi. Almanya buna şiddetle karşı çıktı ve sonuçta, İtilaf devletleri bu askerlerin listesini Almanya'ya vermeyi ve bu zanlıların Alman mahkemelerinde yargılanmasını kabul etti. 900 zanlıdan oluşan bu liste kısa zamanda 40'a indi ve sonuçta yargılanan kişi sayısı 12, evet, yalnızca 12 idi. Bunların bir kısmı da beraat etti. Leipzig Mahkemeleri adı ile tarihe geçen bu süreç, uluslararası adaletin o dönemde ne denli “kırılgan” olduğunu göstermesi açısından ilginçtir (Ermeni tehciri yüzünden Malta'ya götürülen 150 kişi kısmen bu yüzden, yani “uluslararası” bir mahkeme olmayışı ve Leipzig mahkemelerinin “başarısızlığı” yüzünden serbest bırakılacaklardır).
 
İtilâf devletleriyle Osmanlı İmparatorluğu arasında 10 Ağustos 1920'de imzalanan, ama hiçbir zaman yürürlüğe girmeyen Sevr Antlaşması ise savaş suçları ve insanlık suçlarının uluslararası hukuka dahil edilmesi açısından önemli bir aşamadır. Burada, savaşan devletlerin düşman topraklarında işlediği suçların ötesine geçilir ve bir devletin “kendi egemenlik alanı içerisinde”, “kendi vatandaşlarına” karşı işlenen suçların da yargılanacağı ilkesinden hareket edilir. Elbette gönderme yapılan husus, Ermeni tehciridir. Sevr'deki bu tanım, daha sonraları Nürnberg mahkemelerine temel oluşturacak “insanlığa karşı işlenen suçlar” kategorisinin de ilk nüvesidir. Ancak bilindiği üzere, Sevr battal kalacak ve yerine 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması geçecektir.
 
Bu hukuksal süreçler içinde dikkati çekmesi gereken, Osmanlı Devleti'nin 1919 tarihli Divan-ı Harb-i Örfi yargılamaları ve sonrasındaki süreçtir. Leipzig mahkemeleriyle benzerlik gösteren bu süreç çok karmaşık olduğundan bunu kısa bir özetle geçmek durumundayım:
 
—İlk Divan-ı Harpler 8 Ocak 1919 tarihinde, irade-i seniye ile kurulur.
—30 Ocak 1919 günü 30 kadar İttihatçı tutuklanır. Hüseyin Cahit, İsmail Canbulat, Kara Kemal, İzmir Valisi Rahmi, Emanuel Karasu, Mithat Şükrü, Hüseyin Kadri, Tevfik Rüştü ve Ziya Gökalp tutuklananlardan bazılarıdır.
—4 Mart 1919'da Damad Ferid Paşa sadrazamlığa getirildiğinde ise ilk işi subaylardan oluşan bir Divân-ı Harb-i Örfi kurmak olur. Aynı gün Meclis-i Vükelâ'nın aldığı karar ile memleketi savaşa sokanları, İslam, Ermeni ve Rum “tehcir” ve “katliamını” düzenleyenleri ve vatandaşı birbirini öldürmeye teşvik edenleri ve ulaşım vasıtalarını vurgun yolunda kullananları da muhakeme etme yetkisi verilir.
—10 Mart 1919'da Damat Ferit Paşa Kabinesi savaş sorumlusu ve “tehcir” olayına karışanlardan oluşmak üzere eski bakanları, subayları ve İttihat ve Terakki'nin ileri gelenlerinden 66 kişiyi tutuklar. Bunların arasında Sadrazam Said Halim Paşa, Musa Kazım Efendi, Fethi (Okyar) Bey, Abbas Halim Paşa, Ahmed Emin (Yalman) gibi isimler vardır.
—15 Mayıs 1919'da Yunanlar İzmir'e çıkar, bu durum Türk ileri gelenlerinin “Ermeni kırımı ve tehcirden” mahkûm edilmelerini neredeyse imkânsız hale getirir. Ancak İngilizler ve Damat Ferit Paşa İttihatçıları serbest bırakmayı göze alamadıklarından Malta sürgünü ve olası bir uluslararası mahkeme bir çözüm olarak belirir.
 
Öte yandan yurtta kalanlar için yargılamalara devam etmektedir.
—Divân-ı Harb-i Örfi 13 Temmuz 1919'da önemli bir karar verir. Bu kararda Talat Paşa'yı, Enver Paşa'yı, Cemal Paşa'yı, Doktor Nazım Efendi'yi idama mahkûm eder. Bunun yanında pek çok sanığa da 15'er yıl kürek cezası verilir.
—12 Ocak 1920'de daha önce kapatılan Meclis-i Mebusan'ın 80'i Kuvayı Milliyeci olmak üzere 140 milletvekili ile açılmasının ardından, 28 Ocak 1920'de yapılan gizli toplantıda Misak-ı Milli kabul edilir. Bu arada 16 Mart 1920'de İstanbul resmen işgal edilmiş ve Meclis, İngilizler tarafından basılarak bazı mebuslar Malta'ya sürülmüştür.
—Bu olaydan sonra Meclis ilk önce tatil edilir ve 11 Nisan 1920'de resmen kapatılır.
—23 Nisan 1920'de ise TBMM açılır.
 
Tam bu sırada, “Ermeni kırımından sanık” olan sabık Urfa Mutasarrıfı ve Bayburt Kaymakamı Nusret Bey 20 Temmuz'da idam cezasına çarptırılır ve 5 Ağustos'ta Beyazıd Meydanı'nda asılır. 10 Ağustos 1920'de ise beşinci defa sadrazamlığa seçilen Damat Ferit Paşa kabinesi tarafından Sevr Antlaşması imzalanır. Padişah VI. Mehmed bu antlaşmayı tasdik etmeyecek ve antlaşma battal kalacaktır.
 
Lozan Antlaşması ve genel af
Bilindiği gibi, Mustafa Kemal önderliğindeki Kurtuluş Savaşı (ki eski İttihatçılar çeşitli nedenlerle, bu direnişin içindedirler) başarıya ulaşır ve 1923 yılında, Lozan Antlaşması imzalanır. Lozan Antlaşması, zaten hiçbir zaman yürürlüğe girmemiş olan Sevr Antlaşması'nın yerine geçmiş, onu iptal etmiştir. Dolayısıyla, Sevr’de sözü edilen Ermeni tehciri yargılamaları da yapılmaz. Çünkü Lozan Antlaşması'nda konuyla ilgili düzenleme, Genel Affa İlişkin Açıklama ve Protokol (Ek VIII) hükümleridir. Buradaki ilgimizi çekmesi gereken nokta bu VIII. ekin giriş cümlesidir: “Doğu'da barışı bozmuş olan olayların (doğrudan 'tehcir'in kastedildiği açıktır) unutulması isteğini bütün devletler paylaştığından” 1914 ila 1922 arasında siyasi veya askeri nedenlerle bu devletlerin makamlarınca tutuklananlar, kovuşturulanlar ve hükümlüler genel aftan yararlanacaklardır.
 
Batılı devletler, Ermeni tehcirini Lozan ile “affetmişlerdir”.
 
Nominalizm ve gerçeklik
Bu noktada söylenmesi gereken şey şudur: Tehcir yargılamaları Nürnberg'e giden yolda, uluslararası hukuk geçmişinin önemli adımlarındandır. Bir de bu söze eşlik etmesi gereken “fantastik” bir senaryo vardır, ki düşünmemize yardım etmesi açısından varsayımsal bir soruyu sormayı gerektirir: II. Dünya Savaşı sonrasındayız, müttefiklerin askeri Nürnberg yargılamaları bitmiştir. Ancak, Hitler'e siyasi fikirleri itibarıyla uzak olan bir general, tamamen vatansever ve milliyetçi nedenlerle işgale karşı “direniş harekâtı” başlatmış ve Nazi partisinin kimi orta sınıf örgütünü de yanına alarak (sırf siyasi çıkar gözeterek) yeni bir “Alman Kurtuluş Savaşı” başlatmıştır. Ve bunun sonucunda, müttefikleri Almanya'nın savaş öncesi sınırları dışına itmeyi askeri olarak başarır ve bu yeni durum sonucunda yeni bir barış antlaşması imzalanır ve Nürnberg mahkemelerinin kararları geçersiz sayılır. 1939-1945 arasındaki tüm savaş suçları ve “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” genel affa uğrar.
 
Böyle bir senaryo olmuş olsaydı, ne diyecektik? Yahudilere ilişkin soykırım “olmadı” mı diyecektik? Yoksa “katliam” olduğu söylenecek, Almanya bunu reddedecek, BM'de de “Soykırım” sözleşmesi kabul edilmeyeceği için, “soykırım” diye bir şey de bilinmeyecek miydi? Bu senaryo, doğrudan, nominalizm tartışmasıdır (Einstein ile Tagore, dünyanın ona dünya ismini vermeyenlerden önce “gerçek” olup olmadığını tartışır) ve II. Dünya Savaşı Almanya’sı ile I. Dünya Savaşı Türkiye’si arasındaki tek fark, Türkiye'nin milliyetçi direniş hareketinin başarıya ulaşması, yani “savaşın” kazanılmış olmasıdır. Almanya mağlup olmuştur ve Nürnberg'de suçlular hüküm giymiştir. Oysa, genç Türkiye Cumhuriyeti savaşı kazanmıştır ve 1914-1922 arasındaki tüm suçlar “affedilmiştir”.
 
Bu noktada, “soykırım” olmadı demek mümkün müdür? Mantova'daki Gonzaga Sarayı'nın bir odasının tavanını bir labirent, labirentin içini de bir yazı süsler: “Forse che si forse che no”. Yani “Belki evet, belki de hayır”. Ermeni kıtaline “soykırım” demenin anakronizm olduğu söylenebilir. Ancak, tarihçinin sorumluluğu işte bu nominalist tartışmayı aşarak, hadiseleri anlama ve yorumlama noktasında başlar. Daha sonraları “soykırım” sözleşmesinde açıkça tarif edilecek eylemler 1915 yılındaki tehcir sırasında olmuş mudur? Yahudi soykırımı ile Ermeni kırımı arasındaki farklar nedir? Sorular çoğaltılabilir. Ancak, uluslararası hukuk açısından bir 'gerçek' de ortadadır. Bu “kıtal”, Lozan'a imza atan tüm devletler tarafından “affedilmiştir”. Tarihi hep galipler mi yazar? Bu nokta, jenositolog Vahakn Dadrian'ın da elemle vurguladığı bir noktadır: “Lozan Barış Antlaşması'na sokulan bir genel af koşuluyla 20. yüzyılın ilk büyük soykırımı unutulmaya bırakılmıştır” (Dadrian, Türk Kaynaklarında Ermeni Soykırımı, Belge Yay., s. 383).
 
Nominalizm tartışması sonsuza kadar sürebilir: Evet, “soykırım” kavramı daha sonra icat edildi, geriye yürütülemez, hem Lozan'da genel af ilan edildi, “soykırım” için yargılama gerekir vs. vs., denebilir, ancak, bunların tarihçi için bir anlamı olmadığı gibi, münevver açısından da Walter Benjamin'in sözü tüm ağırlığıyla önümüzde durmaya devam edecektir: “Ancak geçmişteki kıyımların kefaretini ödemiş bir insanlık bugününe sahip çıkabilir.” Hrant Dink'in öldürülmesiyle, bugünümüze sahip çıkma umutlarımız büyük bir darbe aldı. Ama “tarihçi” görevini görmeye, yani soruşturmaya, araştırmaya ve hadiseleri anlayıp yorumunu yapmaya, tam da bu yüzden, devam etmelidir ve inşallah, edecektir de… Tarihçi “kazananların” yazdığı tarihi deşmek, araştırmak ve doğruya ulaşmak amacı taşımıyorsa, “nominalizm”e teslim olmuşsa, zaten ölmüş demektir. 1915'te olanlar sözgelimi 1958'de olsaydı, olanlara ne diyecektik?
 
Paul Ricoeur'ün de dediği gibi, bir yanda fazla hatıra, bir yanda fazla unutuş varsa, “doğru bir hatırlama siyaseti icat etmenin de vakti gelmiştir”. 1915'teki “facia”nın ismi, hukuksal durumu ne olursa olsun, “gerçek” tüm ağırlığıyla ortadadır. Ama gerçek, TBMM'nin çıkardığı yeni ceza kanununun 305. maddesinin gerekçesinde yazılı olan “gerçek” değildir. O gerekçedeki gerçeği teyit etmeye çalışanlara, yani “akıllarını tutturanlara” biz ne “tarihçi” ne de “münevver” diyoruz. Alın size bir başka “nominalizm” tartışması…
 
—–
Kapak Görseli: Carlosftw, “Auschwitz” (Pixabay)