Uzaylı Yazılar 33: Ölmeden önce…
Ben de bir liste yapacağım; özellikle de “görülmesi” gereken şeyler üzerine.
03.07.2022
Böyle listeler var, ölmeden önce yapılması gereken 100 şey, gezilmesi gereken 78 yer, okunması gereken 13 kitap falan. Hatta eğlenceli bir film de vardı, Jack Nicholson’lı, Morgan Freeman’lı The Bucket List. Aslında fena bir fikir değil, insanlar bu listeler aracılığıyla duymadıkları, bilmedikleri bir şeylerden haberdar oluyorlar ve belki de bu listelerdeki üç-beş şey onların hayatına keyif ve neşe de katabiliyor.
Anlayacağınız, ben de bir liste yapacağım; özellikle de “görülmesi” gereken (tabii ki, gereklilik bu konuda oldukça göreceli) şeyler üzerine. Ama bazılarının şimdilerde nerede olduğunu bile bilmediğimden, eh bu liste bir parça da imkansız bir liste olabilir, ama isteyen deneyebilir.
Başta, Moritanya’daki Guilemsi bölgesindeki kaya resimleri. Ama ondan da önce halka kapatılmış olan Chauvet mağarasındaki duvar resimleri (görmek isteyenler, Werner Herzog’un belgeseli, Unutulmuş Hayaller Mağarası’nı seyredebilir). Göbeklitepe, Karahantepe ve Urfa Müzesi olmazsa olmaz tabii. Gaziantep’teki müze de Antakya’daki müze de çok önemli, Antakya’da şimdi bir de otel müze var, altında çok ama çok büyük bir taban mozaiği olan. İmkanı olan Tunus’taki mozaik müzesine de gidebilir elbette. Ama kiliselerdeki mozaikler söz konusu olunca, Sicilya’daki Monreale mi daha etkileyici, Ravenna mı, Kariye mi, Ayasofya mı, tartışılır.
Ve insan Beyşehir’deki Eşrefoğlu Camii ile Sivas Divriği’ni görmeden ölmemeli. Saray deyince görülesi en etkileyici saraylardan biri Doğubeyazıt’taki İshak Paşa sarayı. Çok yıllar önce bir restorasyon sırasında müteahhit pimaş çerçeveler takmış da olsa (umarım yerlerinde değillerdir)…
Fresko deyince ise, tamam Sistine’i çok sevebiliriz de bence daha etkileyici olanlar var, mesela, Ivrea’da, artık kilise işlevi görmeyen ve Olivetti ailesinin özel mülkü olan San Bernardino kilisesinin apsisindeki üzümler (ben üzümleri Bonnefoy’nın Ardülke [L’arrière pays] adlı kitabında görmüştüm ilk). Üzüm seviyorsanız tabii! Mesela Caravaggio’nun üzümleri kimi zaman çürüktür… Bu taptaze üzümleri (ki sanırım Nebbiolo’lar) görmek isterseniz aileden (şimdi vakıftan) biri koskoca bir anahtarla gelip kapıyı açabiliyor, eğer şanlıysanız.
Yine de en etkileyici olan fresko dizisi “Marco il Greco, pittore”nin yaptığı Kariye’nin Parekklesionu’ndaki freskolar ve yine aynı ressamın Cenova duomosu için yaptığı freskolar gibi gelir bana (mucize gibidir, nasıl olmuşsa olmuştur bu, Robert Nelson araştırıp duruyor). “Greco” deyince, akla elbette El Greco gelmez mi? Gördüğüm en güzel El Greco tabloları Toledo’daki müzedeydi. Girit’teki müzeyi göremedim maalesef. Oradan Extramaduro’ya geçerseniz, Zurbaran’ın memleketine gelmişsiniz demektir. En etkileyici Çarmıhta İsa tablosu da galiba onundur, şimdi Chicago Art Institute’da sergileniyor. Ama illa freskolarda İsa göreceğim diyorsanız, tabii Giotto’nun Cappella degli Scrovegni’sini görmemek ve hele de Yahuda İskaryot’un İsa’ya verdiği ihanet öpücüğüne dikkat etmemek kesinlikle olabilemez.
Yine freskolardan gidelim – Sıkıntı Kovma Sarayı, yani Palazzo Schifanoia, Ferrara’da. Aby Warburg’un en çok etkileyen fresko dizisi de burada, tavanda bir labirent ve içinde “Forse che si, forse che no”, yani “Belki de evet, belki de hayır”! Ama gördüğüm en zeki, en cin fresko Borgo San Sepolcro’daydı, Piero della Francesca’nın yaptığı Diriliş resmi… Bilin bakalım niye?
Ferrara’da iseniz, dünyanın en tuhaf müzelerinden birini kaçırmayın derim, yönetmen Michelangelo Antonioni’nin müzesi. Buradaki resimler, Antonioni’nin 1966’da çektiği Blow Up’taki anafikri takip ediyor. Yani pul kadarlar, görebilmek için büyütmek lazım. Ki zaten yanlarında büyüteçler var… Ferrara’nın yanı başındaki Mantova’da da şapşahane bir fresko odası vardır, Camera degli Sposi (Gelin Odası) diye bilinen bu minnak odada, Mantegna’nın şahane freskoları bulunur.
Bence dünyanın en iyi filmlerinden biri Godard’ın Pierrot le fou’sudur (Çılgın Pierrot). Bu film Belmondo’nun Dünyaların En Mükemmeli kitapçısından aldığı bir sanat kitabıyla açılır (Elie Faure’un Sanat Tarihi) ve kitabın okunmaya devam ettiği bir banyo sahnesiyle ilerler ki resim üzerine yazılmış en dokunaklı cümleler müthiş bir senaryoya yerleşmiştir… Galiba. Velázquez’dir söz konusu olan. “Velázquez, elli yaşından sonra, bir daha asla kesin bir şey çizmedi. Yaşadığı dünya hüzünlüydü. Dejenere bir kral, hasta bebekler, aptallar, cüceler, sakatlar, prens kılığına girmiş, görevleri kendilerine gülmek ve yaşayan kanun kaçaklarını güldürmek olan bazı canavar palyaçolar. Kapılarda, sessizlik… Velázquez, akşamların, genişliğin ve sessizliğin ressamıdır. Güpegündüz resim yaptığında, kapalı bir odada resim yaptığında bile, etrafında savaş veya av uluması olduğunda bile. İspanyol ressamlar, havanın sıcak olduğu, güneşin her şeyi söndürdüğü günün saatlerinde neredeyse hiç dışarı çıkmadıkları için, iletişimi akşamlarla kurarlardı.”
Velázquez’in en ünlü tablosu, herhalde Las Meninas’tır (Nedimeler) ve onu da Madrid’te, Prado Müzesi’nde görebilirsiniz. Ama görmeden önce tavsiyem, Michel Foucault’nun metnini okumanızdır, Les mots et les choses (Sözcükler ve Şeyler) bu tablonun olağanüstü bir analiziyle açılır. Foucault herhalde müzeleri ve resimleri çok sevmiş: Klasik Çağ’da Deliliğin Tarihi de, şimdi Louvre’da olan bir başka resimle başlar, hatta bölüm o tablonun ismini taşır: Stultifera Navis, yani Deliler Gemisi, Hieronymus Bosch’un deli tablolarından biridir. Gemilere bindirilen deliler denize salınırlar, böylelikle normal dünyamız onlardan kurtulur (aslında onlar kalsa da onları gemilere bindirenleri göndersek daha iyi olurdu sanırım dünyamız için). Aslında Bosch’un tablosu Sebastian Brant’ın aynı adı taşıyan (Das Narrenschiff, 1494) kitabından üç-beş yıl evvel yapılmıştır ve kitap tahta baskı gravürlerle doludur ve galiba da (emin değilim ama) ressam, Albrecht Dürer’dir. Bosch’un resmiyle kitabın kapak gravürü oldukça benzer. Louvre’a gidemeseniz de, Brant’ın kitabını satın alamasanız da, gayet iyi çözünürlükte fotoğraflar var internette.
Görmemiz gereken bir başka “şey” de Merce Cunningham’ın, Pina Bausch’un, Martha Graham’ın ve kimi şahane koreografların sahneye koydukları dans gösterileri, ama sadece onlar değil, kıyafetler, dekor, müzik. Muhteşemdirler. Yıllar önce tabii seyretmek mümkün değil ama, Cocteau’nun Antigone’unun ilk sahnelendiğinde dekorları Picasso’nun, kıyafetleri Coco Chanel’in, müziği de Erik Satie’nin yaptığını okuyunca, bu oyunu “göremediğime” çok hayıflandığımı hatırlıyorum.
Çin bulutları, erotik Japon baskıları, Hint elyazmaları, tanrı heykelleri, tasvirleri Afrika müzik aletleri, minyatürler, tezhipler, ceylan derisi ciltlerdeki Hafız’lar, Sadi’ler, Nedim’ler… Fortuny kumaşlar, elbiseler… Fabergé yumurtalar, Polonya tiyatro afişleri, litolar, yerleştirmeler, happening’ler… gitmesek de görmesek de, onlar bizimdir, bir gün görebiliriz.
Mümkünse tekrar bir Mark Rothko retrospektifi olsun Allahım (ama Francis Bacon olmaya da bilir, bir tanesi yetti bana)! Bol bol Mondrian görelim. Nejad Devrim’in Horasan’daki turkuaz kubbeyi çizdiği yağlıboya tabloyu görmek tekrar nasip olsun. Güzin Dino’nun sattığı küçümen, kırmızı Avni Arbaş helikopter tablosu artık hangi koleksiyonerin elindeyse, çıksın bir gün ortaya. Tiraje’nin elimizde fotoğrafları kalmış kayıp resimleri bulunsun, evimin duvarında bir Nicolas de Staël asılı olsun, bir de Mübin. Komet de isterim ama hemen satıyor resimlerini. Alev Ebüzziya çanağı olursa korkmaktan korkuyorum, ya kırılırsa? Ve esas Brueghel kadar, belki da daha etkileyici olan Yüksel Arslan’ın 187. Arture’ünü tekrar görebileyim, hangi koleksiyonerin evindeyse.
Ev deyince – New York’ta Stanley Moss’u ziyaret etmiş, üç-beş gün onda kalacaktım, çalışacaktık. Akşamüstü laflar ve birer kadeh viski içerken, şövaledeki resim kimin dediğimde, Stanley, “Goya” demişti! Ben onu şair sanıyordum, meğer aynı zamanda Louvre’a, Metropolitan’a falan Rembrandt’lar, Piero della Francesca’lar satarmış. Ev doluydu. Yine şair olup da, galericiliğini bilmediğim Jacques Dupin idi, Adrien Maeght’le galeriyi kurmuş, sonra da Daniel Lelong’la, Lelong’u – evine ilk gittiğimde şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum. Bacon, Giacometti, Chilida, Tapiès, Bram van Velde, Pierre Tal-Coat, falan…
Bir de bir başka ev: Kudüs’teyken, arkadaşım Edly Dollar beni gezdiriyordu, “Resim sever misin?” dedi, “Anneannemin iyi bir koleksiyonu var.” Kudüs’ün Etiler’i gibi bir yerde 50 küsur katlı bir gökdelenin en üst katına çıktık. Kapıyı açtı, anneanne uyuyormuş, ama tam karşımda bir portre vardı ve Matisse imzalıydı. “Kim bu?” dedim: “Anneannem. Ayala Zacks Abramov”. Hımm. Ama her ev böyle pahalı işlerle dolu olmuyor. Mesela gördüğüm en hoş işler, baskılar, küçümen tablolar Fatih Özgüven’in evinde (tabii çok da koleksiyoner tanıdığım olduğu söylenemez). Ama görülmesi müze, galeri ve diğer yerlere göre daha zor olan bu eserleri ev içlerinde gördüğüm, görebildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Mesela galiba Nazım Dikbaş’ın işlerini ilk onda gördüm, Selim Cebeci ile o tanıştırdı beni. Sami Baydar’ı Lâle Müldür tanıştırdı.
Şimdilerde başka galaksilerden gelmiş çiçekler, kirpiler, mantarlar, sinek kuşları, yusufçuklar, pürçekler arasında yaşıyorum. Size de güzel şeyler görerek geçireceğiniz uzun ve mutlu bir hayat dilerim…
—–
Kapak Görseli: Şahin Sezer Dinçer, Kız Kulesi (Pixabay)