Okumalar, Değinmeler-1: Süzgeç ve Eskizler

Herkes hayat dediğimiz sonraları tarih olan bir süzgeçten geçiyor. Kuşaklar arasında süzgeç farkı var.

İLHAMİ ALGÖR

06.08.2022

İki hikâye okudum: Kamil Erdem, “Yok Yolcu” ve Ahmet Büke, “İzmir Postasının Adamları.”
 
Kitap tanıtımı yapmayacağım. Hikâyelere dair edebi değerlendirmelerim olmayacak. Edebi değerlendirme dediğin, sadece anlatının/metnin içinde dolaşmak, ne söylediğine, nasıl söylediğine dair yorumlarda bulunmaktan ibaret değil bence. Yazarın önceki kitaplarını da okumuş olmak gerekir. Kitapların aralarındaki ilişkiye/ilintiye vâkıf olmak gerekir. Metinlerde yaratılan dünyaları, kişilikleri, aralarındaki ilişkileri kavrayabilmek gerekir.
 
Herkes hayat dediğimiz sonraları tarih olan bir süzgeçten geçiyor. Kuşaklar arasında süzgeç farkı var. Acaba yazarın metinleri, tarihsel akışın neresine denk düşüyor, nasıl etkileniyor düşünüş ve ifade biçimi nerelerden süzülüyor…? Mesela Orhan Koçak bir yazısında, Behice Boran’ın Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sını “toplumsal meseleler ile ilgilenmekten uzak küçük burjuva edebiyatı” olarak tanımladığına değindi.(*) Boran’ın eleştiri cümlesi tam olarak böyle değildi ama benim aklımda kalan bu.
 
“Toplumsal meseleler” kavramı hassas konudur. Kavramın kaba kullanımı halinde özgürlük sınırlarsınız.
 
Söylemek istediğim şu: Derinlikli edebi değerlendirme beni aşar. Bu nedenle “okumalar, değinmeler” başlığını tercih ettim. Eskiz çizer gibi değineceğim. Eskiz, bütünü ince ayrıntıları ile aktarmaz, fakat bütüne dair bir fikir verebilir. Benim eskizlerim biraz öznel. “İlhamice” de diyebiliriz.
 
***
 
Kamil Erdem’in, 3. öykü kitabı olan, Yok Yolcu’su, bu sene, Sait Faik Hikâye Armağanı’nı aldı.
 
Kamil Erdem 1945, ben 1955 doğumluyum. İkimiz de gezegendeki vaktimizin büyük bölümünü geçen yüzyılda geçirdik. Kamil Erdem’in metinlerinde duyabileceğiniz şarkı, türküler geçen yüzyılın sesleridir. “Duyabileceğiniz” dedim. Bilerek dedim. Erdem, “sabah oldu, sabah oldu, cigaram yanmaz oldu” diye bir türküden söz ettiğinde, türküyü biliyorsanız sesini duyarsınız. O sesi çağıran duyguyu da duyarsınız. Bilmiyorsanız orada sadece 7 kelime vardır.
 
Acaba Kamil Erdem’in metinlerindeki şarkı ve türkülerin, müzikalliğin, metnin toplam örüntüsünün sesi ile ilintisi var mıdır? Metnin toplam örüntüsü dediğim, kelime tercihleri, cümle kuruluşları ve anlatının içeriği, içeriğin akışı, bükülüşü, susuşu… Sormak kolay, cevaplamak zor.
 
***
 
Şu paragrafı seviyorum: “Öykümü, patates soyma biçimimi, kafamdaki kargaşayı okumak istemezler. Kimi basit bulur bunları, gereksiz. İsterler ki bir eylem anlatayım. Meraklansınlar, öfkelensinler, kahramanlara acısınlar, nefret etsinler, kendilerini onların yerine koysunlar. Ama işte ne yazık ki şu anda, patates soyma işiyle meşgulüm. Hayatımda başka bir şey yok.” (“Sıradan Bir Akşam”, Kamil Erdem)
 
Yukarıdaki satırların altını çizdim. Yanımda kurşun kalemim yoktu, hayalen çizdim. Bazı okuyucuların satır altı çizmeyi sevdiğini biliyorum. Çizebildikleri ölçüde, anlatı onlara bu fırsatı verdiği ölçüde metni seviyorlar. Metin ile daha yakın bir ilişki kuruyorlar. Bu da okuyucunun öznelliği.
 
Yukarıda alıntıladığım, hayalen altını çizdiğim satırlar, derdime tercüman oluyor. Benim de anlatılarımda eylemler, meseleler ile boğuşan kahramanlar yoktur. Bir erkek sesi bir şeyler anlatır. Ya terk edilmiştir veya kronik yalnızdır. (Daha beter olsun.)
 
Dışa dair konuşur fakat içeriden konuşur. (İç nere, dış nere?) Buğulanmış pencere camını elinle silersin de dışarıyı görebileceğin küçük bir pencere açarsın ve gördüklerini birine anlatırsın veya kendi kendine düşünürsün. Eğer bunu okuyucunun sayfaları çevirme enerjisini tüketmeden yapabiliyorsan ne güzel. Belki o zaman dış ile iç arasındaki sınırların kalktığını da düşünebiliriz.
 
“Merhaba Poğaçacı”
Orhan Pamuk, 2018 yılında BBC One için, "Orhan Pamuk: A Strange Mind" adlı bir belgesel hazırladı. Belgeselin bir yerinde Pamuk, seyyar poğaçacıya “merhaba poğaçacı” diyerek poğaça alıyordu. Bu iki kelime sosyal medyada viral oldu, patladı.
 
Şimdi Yok Yolcu’dan, “Koyu Kırmızı” adlı hikâyeden uzun bir alıntı yapacağım:
(Poğaçacı, Eğinli Cafer) “Küçük camilerin, gizli hamamların, yorulup yatmış köpeklerin, karnı kararmış çınarların, yazısı silinmiş tabelaların, bir daha açılacağı kuşkulu dövme demir kepenkleri kapalı dar dükkânların arasından geçti. Bir küçük açıklığa çıkacakken karşıdan gelen alışılmadık adamları gördü. Birinin omuzunda film çekme aleti vardı, öbürü bir çanta ve kimi takım taklavatlar taşıyordu. Önden giden iyi giyimli, boynuna koyu kırmızı bir şey bağlamışla birlikte, filme alındıklarının farkında, yine de etrafa biraz aldırmaz bakan sabah insanlarını izliyorlardı. Güneşte parlayan kara ve ağır naylon poşetler taşıyan genç yanlarından geçti, onu çektiler, derken iyi giyimli adam Cafer’e yöneldi. ‘Merhaba poğaçacı’ dedi. Aniden selam durası, tekmil veresi geldi Cafer’in. Bunca sene sonra Mahmut Onbaşı’nın gözde ateş çaktıran tokadı geldi. Şavşatlı, kimbilir nasıl tanımlardı bu sesi. (…) zavallı mükelleflerini tanımak da isteyen, iyi niyetli defterdar muavini sesi diyebilirdi ya da tarihin huzmesinden süzülüp yeryüzüne inmiş ve Boğaz’da bir restoranda mola vermiş, halkına kalender görünmeye öykünen ve saklanmayı seven bir iktidar sesi. ‘Merhaba’ diyebildi Cafer sonunda, neredeyse içinden ve çekinerek bu yukarıdan kendi seviyesine inen merhabanın karşısında.”
 
Alıntıyı yorumlamayacağım. Üzerine konuşmayacağım. Ne diyeyim? Orhan Pamuk edebiyatına dair laf edeceksen dikkatli olmalısın. Muhtemelen şu iki ezber algı ile karşı karşıyasındır: Övüyor mu, yeriyor mu? Yanında mı, karşısında mı?
 
Sanki üçüncü bir yol yokmuş gibi, bir yazarın yanında ya da karşısında olmadan metnine veya diline dair düşüncelerin olamazmış gibi… Hoş değil.
 
Birkaç sene önce Trabzon kitap günlerine imza ve sohbete gittim. (Davetli kadrosu kalabalıktı. Latife Tekin de oradaydı.) Konuklardan biri Orhan Pamuk hakkında ne düşündüğümü sordu. Soranı az çok tanıyordum. Pamuk’u eleştirmemi arzu ediyordu. Sorunun niyeti buydu.
 
Kara Kitap ve Beyaz Kale, ufkumu açan, bana cesaret ve enerji veren kitaplardı” dedim. “Daha sonra diğer kitapları takip ettim, okudum. Fakat bir yerden sonra okumakta zorlandığımı fark ettim. Bıraktım. Benim bırakmış olmam, kitapları ve yazarı olumsuzlamaz.”
 
Bir iki konuk, kendilerinin de bir yerden sonra O. Pamuk okumaktan vazgeçtiklerini söylediler. En önde oturan ceket-kravatlı bir adam sessizce dinliyordu. En önde oturanlar genellikle konuya dahil olma fırsatı beklerler. Fakat bu beyefendi şaşırtıcı bir sessizlikle beni dinliyordu. Belki de beyefendi, Pamuk’a dair sevmek ve sevmemek ikilemi dışında üçüncü bir duruş şekli olduğuna inanıyordu.
 
“Fakat başka bir şey söylemek istiyorum” dedim, “galiba Türkiye Pamuk’u sevmek sevmemek ikileminde çok fazla enerji tüketti. Bu durum, memleketin halet-i ruhiyesi anlamında bana çok daha ilginç geliyor.”
 
Öndeki beyefendinin sessizliğinden gölge gibi bir tebessüm geçti. Allahtan ruh hastasıyım, gölgeleri sezerim. Sonra konu değişti. Bana ayrılan süre bitti. Gökten üç elma düştü. Bu yazı da burada bitti.
 
Kısmet ise gelecek yazıda Ahmet Büke’nin, İzmir Postası’nın Adamları adlı öykü kitabına değineceğim. Hayırlısı diyelim.
 
Yazı biraz tatsız oldu belki. Sıcaklara bağlayalım. Günahı Ağustos’un boynuna diyelim.
 
Selam sevgi ile
 
(*) Orhan Koçak yazısına kaynak veremem, arşivim yok.
 
—–
Kapak Görseli: Lynn Greyling (Pixabay)