Uzaylı Yazılar 37: Kainat Edebiyatı.

Soru şu: Bugün Yaşar Kemal’in dünya edebiyatında yeri nedir?

LEVENT YILMAZ

07.08.2022

Soru şu: Bugün, mesela, Yaşar Kemal’in dünya edebiyatında yeri nedir? Bu soruya cevap vermek için, hikâyenin başına dönmek gerek. İlk olarak da şu bilgi: İnce Memed’i İngilizceye çeviren Edouard Roditi. Yani Tilda Kemal’in kuzeni. Roditi doğumu itibariyle İngiliz. Lise yıllarında karşılaştığı Joseph Conrad onu çok etkiliyor. Roditi’nin aynı zamanda Federico Garcia Lorca’nın yakını olduğu da söylenir. Hatta André Breton’u ilk İngilizceye çeviren kişi de Roditi. 1940’larda New York yıllarında, WWW çevresinde. Bu aklımızda bir kalsın.
 
İnce Memed’i Fransızcaya çeviren kişi ise Güzin Dino. Güzin Dino bildiğiniz gibi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde uzun yıllar ilk önce Leo Spitzer’in (ki sonra Johns Hopkins’e gidip Starobinski gibi dehaları yetiştirecek) daha sonra Eric Auerbach’ın asistanı. Auerbach ise ilk weltliteratur, yani dünya edebiyatı dediğimiz kavramı edebiyat araştırmalarına sokan kişi (ama biraz sorunlu bir kavram tabii bu, güneş Batı’dan mı doğuyor?). Karşılaştırmalı edebiyat diye daha sonra ortaya çıkacak bir disiplinin de vaftiz babası.
 
Vaftiz babası diyorum, Auerbach 1948 yılında Türkiye’den Amerika’ya gittiğinde, Amerika’da sonradan karşılaştırmalı dünya edebiyatı alanında çok ünlenecek iki öğrencisine doktora yaptırır. Bunlardan bir tanesi Frederic Jameson, diğeri de Edward Said. Bir üçüncü kişi var hikâyede, o da Roger Caillois. Roger Caillois ise Unesco’da İnce Memed’in çevrilmesini isteyenlerin başında bulunuyor. Caillois aynı zamanda Gallimard’daki Du Monde Entier dizisinin kurucularından biri. Yani dünya edebiyatından en has örnekleri yayınlayalım diyen kişilerden. Hatta kendisi Latin Amerika edebiyatından, örneğin Borges’ten çeviriler yapıyor.
 
Demem o ki 1950’ler ve 60’lar, dünya edebiyatı denen şeyin ortaya çıktığı ve dünyadaki ülkelerin birbirlerinin edebiyatlarına ilgi göstermeye başladıkları bir dönem. Fransa’da, dediğim gibi, Arjantin’den, Paraguay’dan, Şili’den çeviriler yapılıyor. Aynı zamanda Türkiye’den, Fransa’dan, İtalya’dan diğer ülkelerden de çeviriler yapılıyor. İngiltere ve Amerika da bolca yapıyor bunu. Ve bu çeviri faaliyetinin geçmişi öyle çok uzak bir geçmiş de değil. Yani 1930’lu yıllara baktığımızda dünyadaki ülkelerdeki çeviri edebiyat dediğimiz öyle çılgınca bir şey değil, rakamlar çok düşük.
 
1950’ler ve 60’larda ise bu durum tersine dönüyor. Öne çıkan şey çok önemli. Esas bugünle, günümüzdeki yayıncılıkla karşılaştırdığımızda çok önemli. Neden önemli olduğunu söyleyeyim: O dönemdeki çeviri faaliyetlerini yürüten kişiler, o ülkenin önemli gördükleri edebiyat ürünlerine yöneliyorlar, bunu da güvendikleri kişiler aracılığıyla yapıyorlar. Edebiyat yayıncılığının dünyaya açılabilmesi için insanların bunu bir kere okuyabilmesi gerekiyor, bildikleri bir dilden. Dolayısıyla 50’lerde, 60’larda dünya entelektüeli dediğimiz kişinin bildiği ya Fransızca ya da İngilizce. Dolayısıyla bu ikisi aracılığıyla birtakım yazarlara yer veriliyor. Bu, Yaşar Kemal için böyle gerçekleşiyor.
 
Ama burada şöyle bir kaygı var. Bu yazar, yayımlanacak yazar, o ülkenin kültürel dokusunun da simgesi olsun, bir temsil özelliği olsun. Yani ülke kültürünün içinden çıkmış, yazısı ve üslubuyla da bunu anlatan bir yazar olsun. Çeviri aşamasına geldiğimizde ise ilginç bir şey olur. Batı’nın akademik dünyası ile karşılaşan bu eserler çok tuhaf biçimde bir bocalamaya yol açıyorlar. Çevirmenler bu eserleri Batı edebiyat kıstaslarını gözeterek çeviriyorlar.
 
Çok söylenmiştir, çok bilindik bir şeydir. Fransa’da, Almanya’da, İtalya’da ve İngiltere’de, bu üçüncü dünya ülkelerinden yani Batı dışı dünya ülkelerinden yapılan çevirilerin çoğu eksik çevirilerdir. Pasajlar atılmıştır, üsluplar düzeltilmiştir, o dilde belki de seller gibi gürül gürül akan cümlelerin üslubu daha Batı odaklı bir edebiyat haline sokulmuştur. Bu tabii dünya edebiyatı dediğimiz şeyin karşılaştığı en büyük sorundur.
 
Bu durum 60’lar ve 70’lerde hâlâ sorun olmaya devam edecek, fakat giderek demokratikleşecektir. Şöyle demokratikleşecektir: Bu yazarların güçlerini, kaynak dildeki kuvvetlerinden aldığı ortaya çıkacak ve artık çevirmenler kaynak metnin kültürünü de Batı kültürüne çevirmeye kalkışmayacaklardır (Milan Kundera tam da bu yüzden, çevrilmiş kitaplarını tekrar çevirtmiştir 90’larda ve çevirileri kendisi düzeltmişti ama sonrasında bütün kitaplarını baştan kendisi Fransızca yazmaya koyuldu, Elif Şafak gibi).
 
Buna demokratikleşme dedim ama gerçekten öyle mi? Normalleşme ya da sömürge karşıtlığı da diyebilirdim, ama hiç ama hiç yerli yerinde bir tespit olmazdı. Niyesini açıklayacağım.
 
Lévi-Strauss’un Hüzünlü Dönenceler’i, yazarın Brezilya’da Amazonlardaki seyahatlerini ve oradaki küçük kabilelerin nasıl yok olduğuna dair çok hüzünlü gözlemlerini anlatır. Yani dünyamızı dünya yapan, insanı insan yapan şeylerin, kültürlerin ve en başta da doğanın yok olduğunu anlatır ve hakikaten de hüzünlü bir kitaptır. Aynı hüzün Yaşar Kemal’in Binboğalar Efsanesi’nde de vardır. Binboğalar Efsanesi artık bir daha geri gelmemek üzere kaybolan bir kültürün kitabıdır. Ve biz o kültürle bir daha karşılaşmayacağızdır. 50’lerde ve 60’larda Batı dünyasının içinde bulunduğu ruh dünyası bir pişmanlık dünyasıdır ve içinde duyarlı olan çok insan vardır, bu kaybolan dünyalara üzülen. Bu çevirileri yaptıran Caillois gibi adamların, “hakikaten bir şeyler bitiyor ve bunun büyük oranda suçlusu biziz, bu nedenle kurtarabildiğimiz ne varsa bu hazinelerden bir kısmını en azından kurtarmaya çalışalım” diyerek bu yoğun çeviri faaliyetine giriştiklerini düşünmek gerekir.
 
Şimdi, Anadolu’nun, Anadolu’daki dünyanın kültürel yapısını hakikaten bütün bir zenginliğiyle sırtlamış, büyük bir üslupla kaleme almış ve elbette de bütün bunları yaparken sadece de geleneksel formlara bağlı kalmamış, modern romanın getirdiği olanaklardan da yararlanmış bir yazarla karşı karşıyayız. Bu yazar, Yaşar Kemal, dünya edebiyatının seçkin örnekleri arasına Batı’nın vicdanlı münevverleri tarafından öneriliyor. Haklılar üstelik, o, son örneklerden biri. 50’ler ve 60’larda Batı dillerine çevrilmiş olan kitaplar önemli yayınevlerinde yayınlanır. Ve önemli oldukları düşünülerek yayınlanan bu dünya yazarları öyle bestseller yazarlar değildir. Bugün, bu durum artık ortadan kalktı.
 
Bugün dünya edebiyatı dediğimiz şeyle 50’ler ve 60’lardaki dünya edebiyatının artık bir ilgisi yok. Bu çeşitlilik son yirmi yıldaki dünya yayıncılık endüstrisinin geldiği nokta itibariyle artık ortadan kalkmış durumda. Bugün dünyada artık bir dünya edebiyatından, çeşitlilik, farklılık anlamlarında söz etmek mümkün değildir. Dünya edebiyatı bağımsız çeşitli kültürlerin oluşturduğu ve onların en iyi örneklerinin ortaya konduğu bir edebiyat olmaktan çıktı, belirli bir okur kitlesinin ya da belirli bir ticari endüstrinin üzerinde anlaşabileceği, her ülkede kabul görebilecek, genelgeçer bir şeyleri yazan yazarlar birlikteliği haline geldi.
 
Tıpkı Netflix’in yerel yapımlarının hiç de yerel olmaması gibi. Ve bu da çok vahim. Açıkçası son yirmi yılda bu sanayi ve çeviriler sadece ve sadece ticari kaygılarla yürütülüyor. Yani günümüzün okunan bir yazarının Frankfurt kitap fuarında İngiltere’nin, Almanya’nın, Türkiye’nin, Hindistan’ın iyi bir yayınevinde basılabilmesinin tek şartı artık dilinin, içinde yaşadığı kültür evreninin iyi bir temsilcisi olması değil, birtakım başka, global okunurluk kıstaslarını yerine getiriyor olmasıdır. Ve bu genel kıstasların maalesef edebiyatla çok da bir ilişkisi yok. Edebiyattan anladığımız esas olarak “anlatılan şey” değil de, onun “nasıl anlatıldığı” ise.
 
Buradan sözü şuna bağlamak istiyorum: Son yirmi yılda değişen bir dünya var, bu yeni dünya farklılıkla, çeşitlilikle değil, benzerliklerle, basmakalıplarla ilgileniyor. Bu bağlamda Yaşar Kemal’in kitapları, özellikle İngiliz dilinde tekrar tekrar basımı yapılmış kitaplar, tekrar ticari dolaşıma sokulmuş kitaplar değiller. Ama orada durmaktadırlar, okumak isteyenlerin ulaşabileceği bir yerde.
 
Sözü şuraya getirmek istiyorum: Karşılaştırmalı Edebiyat çalışmaları ilginç bir yola girdi son otuz yılda. Üsluplar, teknikler ve içerik kadar, sayfa sayısı, cümle uzunluğu, kullanılan kelime sayısı gibi unsurları da karşılaştırır oldular. Yine bir başka alanda da çalışmalar yapılır olmaya başladı. Ulusal dillerde yazılan eserlerin nasıl olup da dünya çapında yaygınlığa ulaştığı sorgulanıyor. Bu önemli bir mesele.
 
İlk elde bir tespit: Nobel denen ödül, bir yerel dilde yazılmış edebi eserleri sayesinde yüksek bir mertebeye ulaşmış bir yazara veriliyor. Pekiyi de, nasıl çalışıyor bu mekanizma? İlk elde, Nobel ödülünün sitesine bir bakalım, ne diyor? Sitede yazılana göre, Alfred Nobel’in çok geniş kültürel ilgileri varmış. Genç yaşında edebiyatla ilgilenmeye başlamış ve son yıllarına kadar da bu ilgiyi genişletmiş; hatta öylesine ki, son yıllarında kendisi de “kurmaca” eserler yazmaya başlamış. Site diyor ki, Nobel ödülü geçtiğimiz yıllarda çok farklı dil ve kültürlerden gelen yazarlara verildi. Bilinmedik yazarlar kadar, kendini kanıtlamış yazarlar da bu listede yer almış.
 
Şimdi, birkaç soru. Alfred Nobel, hangi dillerde kitap okuyabiliyordu? Bildiğimiz, İsveç’te doğan Nobel’in, çocukluğunu Saint Petersburg’da geçirdiği. Saint Petersburg’da iken, babasının varlıklı oluşu sayesinde özel hocalardan iyi derecede İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça öğrendiğini biliyoruz. Sonra, Fransızcasını bir vakit yaşadığı Paris’te, İngilizcesini de uzun yıllar çalışacağı ABD’de geliştirmiş olabilir. Hayatının son yıllarını da İtalya’da geçirdiği için, İtalyanca bildiğini de varsayalım. Yine öğrendiğimize göre, sitede yazılan da doğru: Nobel, 1896’da ölümünden hemen önce, dört perdelik bir nesir tragedya kaleme alıyor. Nemesis adına taşıyan ve İngilizce yazdığı bu oyun, Beatrice Cenci hakkında ve aslında Percy Bysshe Shelley’nin The Cenci’sinden etkileniyor. Ölümüne doğru basılan bu kitap, küffar ve edepsiz bulunarak, basımından hemen sonra imha edilecek. Üç nüsha hariç. Bu nüshalardan da yola çıkılarak, 2003 yılında bu kitabın bir İsveççe-Esperanto çevirisi yayımlanır. Eser, tecavüz ve ensestin öne çıktığı bir ortamda uyuşturucu kaynaklı Meryem Ana vizyonlarını, Şeytan’la bir diyaloğu sahneye koyar ve kırk dakikalık bir işkence sahnesiyle sona erer… Neyse, konumuz bu değil.
 
Konumuz şu, daha doğrusu, Nobel’in özel ilgilerinden yola çıkarak sorular soracağımız için, sorunumuz şu: Evet, Nobel, İsveççe, Almanca, İngilizce, Fransızca, Rusça ve İtalyanca okuyabiliyor. Dolayısıyla, Nobel’in hayalhanesindeki dünya edebiyatı, ya bu dillerde yazılmış eserlerden, ya da bu dillere yapılmış çevirilerden ibaret olacak (eğer tabii bir danışmanlar kuruluna, ne bileyim, Tacik edebiyatı hakkında özel raporlar hazırlatıp çeviriler yaptırmadıysa). Dolayısıyla, Alfred Nobel’in dünya edebiyatından anladığının sınırları bu.
 
Zaten de, 1960’a kadar, dikkatinizi çekerim, edebiyat dalında verilen Nobel ödülleri, bir-iki istisna dışında (mesela Rabindranath Tagore, ki o da Bengali ve İngilizce yazıyor) yukarıda saydığım dillerde yazan yazarlara veriliyor. 2021’e geldiğimizde Nobel ödüllerinin dillere göre dağılımı şu: İngilizce (31), Fransızca (15), Almanca (14), İspanyolca (11), İsveççe (7), İtalyanca (6), Rusça (6), Lehçe (5), Norveççe (3), Danca (3), Yunanca (2), Japonca (2), Portekizce (1), Oksitan dili (1), Macarca (1), İzlanda dili (1), İbranice (1), Bengali (1), Sırp-Hırvat dili (1), Türkçe (1), Yidiş (1), Arapça (1), Çince (2), Çek dili (1), Fince (1).
 
Bu tabloya baktığımızda karşımıza çok açık bir gerçek çıkıyor. 1960’lara kadar, Nobel edebiyat ödülü komitesi üyeleri, büyük ihtimalle kendi okudukları dillerde yazılmış eserlere ödül verirken, 1960 sonrası, okuyabildikleri dillere çevrilmiş yazarlara da ödül vermeye başlıyorlar. Şimdi, açıkçası, 1960 sonrası komite üyelerinin Yidiş, Çince ya da Türkçe doğrudan okuyabildiklerini söylemek, “ayda su var” gibi anlamsız bir önerme olur. Komite üyeleri, büyük ihtimalle, Seferis, ya da Elitis gibi Yunan şairleri bile, çok ama çok büyük ihtimalle, İngilizce veya Fransızca çevirilerinden okudular. Şunu da gayet iyi biliyoruz: Çince yazmış olan muhalif Gao Xingjian’ın, Nobel aldığı yıl, sadece Fransızcada iki-üç kitabı vardı.
 
Şimdi, soruyu tersine çevirelim. Ve şöyle soralım: Neden Tanpınar, Sait Faik, Oğuz Atay, Leylâ Erbil ya da Bilge Karasu veya Oktay Rifat, Hilmi Yavuz, Birhan Keskin Nobel ödülü alamadı? Yanıt basit: Komite üyelerinin okuyabilecekleri bir dile çevrilmemişlerdi ya da az çevrilmiş, dolaşıma girmemişlerdi (bu tablonun kıstaslarına göre, sevsek de sevmesek de, şansı en fazla olan Türk yazarı şimdilerde Elif Şafak). Pekiyi, mesela Yaşar Kemal niye alamadı? 70’li 80’li yıllarda yoğun olarak dünya dillerine çevrilen Yaşar Kemal, o dillere çevrilirken, dünyanın geri kalanı da, örneğin Latin Amerikalı yazarlar da çok ama çok yoğun olarak o dillere çevriliyorlardı. Yani, çeviri rekabeti o yıllarda çok yüksekti.
 
Peki niye mesela Olga Tokarczuk aldı da Yaşar Kemal alamadı? Çünkü, 90’larda ve 2000’lerde Yaşar Kemal’in temsil ettiği edebiyat anlayışı, dünya ticari yayıncılığında geriplana atılmış, kitapları daha az çevrilir, daha az satar olmuştu (bir klasik olmuştu diyelim, Homeros gibi). Onun yerine, yine bildik dillerde, yaygın hatta çok yaygın bir biçimde dolaşıma girmiş ve tartışılmakta olan Tokarczuk çok daha okunabilir, çok daha ulaşılabilirdi elbette komite üyeleri açısından. Ve tabii bir ton başka faktör.
 
Ben yeni bir kavram icat etmek istiyorum. Kainat Edebiyatı. Ve gönlüm 2023 ödülünü Webb teleskopunun bulduğu Glass-z13 galaksisinden bir yazara verilmesinden yana.
 
İngilizce veya jürinin okuyabildiği dillerden birine çevrilmesi şart. Yoksa Kainat Edebiyatı akim kalır. ABD 1984’te Unesco’dan niye çıktı zannediyorsunuz!