Yekpâre nefret anlatıları
Kendi hikâyelerimize ve birbirimizin hikâyelerine sahip çıkalım. Asıl tarihimize. Yaşanmakta olan bugüne.
18.09.2022
Hikâye, değişen, dönüşen parçalardan oluşur. Hiç öyle görünmese de yaşayan bir organizmadır. Biz anlattıkça hikâye farklılaşır, bambaşka yönlerini göstermeye başlar. Dolayısıyla anlatma şeklimize göre aslında hayatımızın o ânında nelere takıldığımızı, neleri arzuladığımızı görür hâle geliriz.
Resmi tarih anlatılarıysa kalıplardan oluşur. Ayrıntıları hiç değişmez, sorgulanmaz ve ezbere söylenir. Yıllarca savaşların ve zaferlerin, şehir kurtuluşları ve fetihlerin şanlı söylemlerini tekrarlar dururuz. Ta ki okul sıralarından kalkana kadar. Kimimiz o an keser göbek bağını bu zorunlu anlatılarla, kimimiz mihenk taşı kılar onları hayatına. Uzun zaman görüşmediğimiz okul arkadaşlarımızla en tanıdık yabancılar olarak bir buluşmada karşılıklı kalakalışlarımız aslında bu tercihin sonucudur.
Hoş okul yıllarına dair de resmi anlatılarımız var. Hani şu yeni tanıştığınız bir insana bilmediği geçmişinize dair seçmece bir şeyler sunmanız gerektiğinde neredeyse mekanik biçimde kurageldiğiniz hazır cümleler. Komik öğretmen-öğrenci maceraları, küçük kaçamaklar, kopya çekilen sınavlar ve benzeri. Asıl unutamadıklarımızı anlatmak yürek ister. Karşımızdakine de güven ister. Bir arkadaşımızın bize açtığı sırla değişen dünya, kantinde ettiğimiz bir sohbet, müfredata ters düşen bir bilgiyle karşılaştığımız anlar, yani mum üflenmeden yaş aldığımız o büyüme anları ancak muhatabını bulunca dile gelir. O zaman işte anılarımızın ortaya çıkmasına ve bizi şaşırtmasına izin veririz.
Günah keçisi konforu
Resmi anlatılara sığınılmasının ideolojilerden bağımsız pratik bir sebebi de var. Hayat kolaylaştırıyor. Sanki herkes ve her şey, kutbundaki karşılığı ile sabit. Bocalamaya yer yok. Kolay ve kullanışlı. Muhafazakâr sağ politikalardan faşizme, önyargılardan kadın, yabancı, göçmen, eşcinsel düşmanlığına varan cehennem taşları bu rahatlıkla döşenir. Günah keçisini buldu mu, sistem kendi kifayetsizliğinin üzerini örter, toplum da haksızlığa karşı çıkma, adil, eşit bir dünya için mücadele etme zahmetinden kurtulur. Geriye mırıltı hâlinde yükselen bir muhalif ses kalır. Eh, düzende suya sabuna dokunmayan böyle bir karşı kesime de yer vardır zaten. Demokrasi değil mi canım, herkes aynı görüşte olmak zorunda değil!
Sonra ama insanlar birbiriyle karşılaşır. Gerek toplum içinde kendi gettosunda yaşamaya ya da göze batmamaya mahkûm edilenler gerekse nam-ı diğer “dış mihraklar” geniş toplumun tekil üyeleriyle yüz yüze gelir. Ve insan hikâyelerinin değiş tokuşu başlar. İşte şaşkınlık da bu noktada devreye girer. O koca koca resmi anlatılarda bir bakmışsın gedikler oluşmuş. Karşındaki diyor ki “Hayır o öyle değil. Benim dedem yaşadı o dönemi”, “Anneannem her gece ninni diye söylerdi yaşadıklarını” ve başlıyor dedesinin hikâyesini anlatmaya. Tutarsızlık kalıpları sapır sapır döküldükçe, sen öğretilmiş tarihin bahse gerek bile duymadığı, hatta bile isteye inkâr ve tahrif ettiği hakikati işitirsin. Hafıza, bu halis ânının kıymetini hemen anlar ve her şeyi kaydeder. Ezbersiz hayata böylece merhaba dersin.
Ülkemizin en kadim ezberlerinden birini, adlandırılışı bile kendi içerisinde çok şey anlatan “Ermeni Sorunu” ile ilgili bölüm oluşturur. Millet-i sadıka dönemi, derken düşmanla işbirliği, dolması-topiği yenen ve sonra bir anda yok olan komşular, “Bizim aramızda ayrı gayrı yoktu”lar, mezarsız ölmüşlerin üzerinden rakam düelloları ve elbette kavram savaşları. Hayır soykırım denemez, mukatele o… Utanç listesi uzayıp gider.
Ben bu satırları yazarken Azerbaycan, Dağlık Karabağ’dan sonra bu kez de doğrudan Ermenistan’a saldırdı. Resmi anlatının gündelik versiyonu hemen kardeş Azerbaycan ve saldırgan Ermenistan ekseninde örülmeye başlandı. Zerre sorgulamaya, Ermenistan’da neler yaşandığına ve dahi bunun Türkiye Ermenileri üzerindeki etkisine bakmaya ihtiyaç duyulmuyor. Bu ısrarlı kayıtsızlık sadece kayıtsız şartsız Azerbaycan’ın yanında olma düsturu için bozuluyor. Saldırının başladığı gün Azeri güreşçinin Ermenistanlı rakibini nasıl “sırtında taşıyarak” tuş ettiği ballandıra ballandıra paylaşılıyor. Dolayısıyla sporun dostluk kardeşlik minvalli resmi anlatısı da yerle yeksân oluyor.
Böyle zamanlarda tavrınız her şeydir. İlgileniyor musunuz? Merak ediyor musunuz? Ve hatta üzülüyor musunuz? Neler olup bittiğini sorma, öğrenme ihtiyacınız var mı? Hele de artık alternatif kaynaklardan ve doğrudan bilgi alma imkânınız varken. Ne de olsa bilmek sorumluluktur. Bilince yalanlara tahammülünüz azalacak. Hatta susmanın bile suç ortaklığına dönüşmeye başladığını göreceksiniz. O öyle değil, derken bulacaksınız kendinizi. O ki hakikati bildiniz, gerçeği yaşayanından dinlediniz. Artık hikâyeyi anlatmadan edemezsiniz.
İnsan dokunuşu
Resmi anlatıların en çok korktuğu şey doğrudan temas ve akabinde gelen sorular. Öldürülüşünden bu yana, doğumgünü artık insan hakları için mücadele edenlere destek vermek üzere adına oluşturulmuş uluslararası ödül töreniyle kutlanan Hrant Dink, doğrudan temas kuran, soru sorduran, vicdan sorgulatan yapısıyla sarstı koca düzeni. Yıllar onsuz geçerken, sözleri bir gıdım eskimedi. Varlığına ihtiyaç hiç dinmedi.
Yine ben bu satırları yazarken 18 Eylül’de İstanbul Saraçhane’de Fikirde Birlik ve Mücadele Platformu’nun düzenleyeceği “Büyük Aile Buluşması” başlıklı LGBTİ+ karşıtı bir nefret mitingine hazırlanılıyor. Yıl boyu birçok ilde düzenlenen Onur Haftası etkinlikleri yasaklanır, İstanbul’da bir günde 373 kişi gözaltına alınırken, dahası LGBTİ+lar iktidar tarafından sürekli hedef gösterilirken
mitingin duyuru videosu, “kamu spotu” başlığı adı altında RTÜK’ün internet sitesinde yer aldı. Nefret bu kez bir devlet kurumu tarafından açıkça destekli. Ve her şeyiyle serbest. Anlayacağınız sistematik kötülükte ve “sapkınlara” dair bir resmi anlatıda daha eşikler atlana atlana bitmiyor.
Beri tarafta hakikatin tuhaf bir huyu var. Sizin onu görüp görmediğinizle ilgilenmiyormuş gibi davranabilir. Derken günlerden bir gün, hiç beklemediğiniz bir anda herhangi bir seçmece yekpâre resmi yalanlar silindirinde ezilmeye çalışılan bir insan karşınıza çıkıverir ve hakikat suratınıza çarpar. Çünkü resmi anlatıların tersine insan hikâyeleri gerçektir. Halklar, topluluklar ve insanlar topluca ve hiç açık vermeden yalan söyleyemez. Böyle senkronize, böyle uyumlu kurgular hayatın doğasına aykırı. Üstelik kimsenin ihtiyacı değil. Dolayısıyla Ermeni halkı, ister Ermenistan’da ister doğduğu topraklar olan bu coğrafyada ister diasporada olsun yüz yılı aşkın zamandır atalarının yok edilişini anlatıyorsa, o eski yerleşim yerlerinde Ermeni okullarından, kiliselerinden, evlerinden ve sakinlerinden eser yoksa, bir hayat durmuşsa, daha artık tezlerle, listelerle denecek karşı söz yok. Bir konuda farklı görüşlerde olabilirsiniz. Hakikat karşısında farklı görüş olmaz. Hakikatin karşısı yalandır. Aynı şekilde bir insanın varoluş onuru da kimsenin icazetine tâbi değil. Sizin lütfunuza göre yaşanmaz bir hayat.
Geçmişin böyle anılmaya anlatılmaya devam edildiği, dahası günlük hayat içerisinde yaşanan her şeyin her an nefrete ve yalana tahvil edildiği bir zamanda yekpâre nefret anlatılarına dair ne yapacağınız sizin nasıl bir hayat yaşayacağınızı da belirler. Çünkü yine hakikatin tuhaf doğası gereği, yalan hayat sürdürülebilir bir şey değil. Ne devletler ne toplumlar ne aile ne de birey düzeyinde. İyi ki öyle. Kendi hikâyelerimize ve birbirimizin hikâyelerine sahip çıkalım. Asıl tarihimize. Yaşanmakta olan bugüne. Ve elbette aldığımız nefesin zül olmayacağı, yaşanılası bir geleceğe. Yekpâre nefret ve yalan yapılarının karşısında olmak, her gün her saniye istikrar sınavı vereceğimiz bir karar. Hayattan yana olmak ve hep birlikte doya doya gülebilmek adına. Mutluluk ancak birbirimiz için verdiğimiz koşulsuz, samimi ve sürekli emekle var.
—–
Kapak Görseli: Brian Merrill (Pixabay)