Okumalar, Değinmeler-9: Cinler ve Tanrılar
Çok güçlü, hatta ürkütücü bir cümle: İnsan canlısı bir tanrı yarattı ve onu hapsetti.
01.10.2022
Bir film izledim, adı: Üç Bin Yıllık Bekleyiş. Şişe’ye hapsedilen cin’in “3 dilek dile” hikâyesi. (“Hikâye” kelimesinden gına gelecek. Bir yerde şöyle bir yazı başlığı gözüme çarptı: “Gerçek bir hikâyeden alınmıştır.” Gerçek bir olaydan alınmıştır dese benim için sorun yok.)
Şenay Aydemir, Gazete Duvar’daki köşesinde, filme dair yazdı. Güzel bir yazı. Benden çok daha iyi ifade ettiği (ve tembel olduğum) için yazısından alıntılar yapacağım:
“Filmin ana karakteri Alithea Binnie (Tilda Swinton) bir anlatıbilim (naratoloji) profesörü. Yani masallar üzerine çalışıyor ki zaten filme de onun dış sesiyle giriyoruz. Aslında bu açılışta Alithea bize, ‘bugün masal diye dinlediğiniz şey, geçmişin gerçekleridir’ demeye getiriyor. Başka türlü söylersek: Her masal biraz da gerçeklerden çıkmıştır. Alithea, bir konferans için İstanbul’a geliyor…” (“Gökten üç elma düşmüyor”, Ş. Aydemir, Gazete Duvar)
Konferansta şöyle diyor Alithea Hoca: “Mitoloji o zamanlar bildiğimiz şeydi. Bilim ise şimdiye dek bildiklerimiz. Er ya da geç yaradılış hikâyelerimizin yerini bilimin anlatıları alacak.”
Bu esnada arkasındaki dev ekranda, Süpermen, Kaptan Amerika, Flash gibi DC Komik, Marvel karakterleri vardır. İlginç bir durum. Alithea Hoca, Homeros Yunancası konuşabilecek kadar klasik anlatılara hakim ve Amerikan popüler film endüstrisi, aradan sızarak kendine bir yer ediniyor bilimsel/tarihsel birikimin arkasında.
Amerikan popüler film endüstrisinin tarihsel olan her şeyi yağmaladığını düşünüyorum. Onları ortamlarından, bağlamlarından, kendine özgülüklerinden koparır, sıyırır, “seyirlik anlatı böyle olur” kafası ile yeniden şekillendirir ve oturma odanızda size servis eder.
Bu kafa, bu düşünüş biçimi, sadece Amerikan film endüstrisi ile sınırlı değil. Bir zamanlar sinema ile yatıp kalkmış biri olarak, Türkiye’de benzer düşünüş biçimini gördüğümü söyleyebilirim.
Aydemir’in yazısı ile filme devam ediyorum: (Alithea Hoca) “… Kapalıçarşı’da görüp, çok sevdiği mavi bir çeşmibülbülü alarak Pera Palas’taki Agatha Christie’nin odasına yerleşiyor. Çeşmibülbülü temizlemek için ovmaya başlayınca da içinden beklenildiği üzere bir Cin (Idris Elba) çıkıyor. Cin, özgürlüğüne kavuşabilmek için üç dilek tutmasını istiyor Alithea’dan.”
Fakat Cin’in bazı kuralları var. Diyor ki: “Sonsuz dilek hakkı ve sonsuz hayat dileyemezsin. Seni günahlarından (*) arındıramam ya da acılarına son veremem. Bunların dışında dükkan senin.”
Alithea Hoca, bir anlatıbilimci (Naratolog). İşi biliyor. Dilek dileme şeysine atlamıyor hemen. Usul usul yaklaşıyor duruma. Bu arada bir sohbet ortamı oluşuyor. Kaç bin senelik Cin, anlatacak çok şeyi var. Vaktiyle Saba Melikesi Belkıs’a âşıkmış. Sultan Süleyman’a kaptırmış Belkıs’ı. Süleyman, Belkıs’a düşkün ve “bir ipte iki cambaz oynamaz” prensibinde bir büyücü olarak Cin’i ortadan kaldırmış. Şişeye hapsederek denizin dibine göndermiş.
Binbir Gece Masalları hadiseyi şöyle naklediyor: (Balıkçı) “…Ağı açmış; içinde sarı bakırdan, içi dolu ve dokunulmamış büyük bir küp bulmuş; küpün ağzı kurşunla kaplanmış ve Davud Peygamber’in oğlu Hazreti Süleyman’ın mührüyle mühürlenmiş imiş.” (YKY)
Süleyman, iyi cinlerin ve kötü cinlerin efendisi olarak kabul edilir. Balıkçı küpü kırınca, “başı kubbe, ayakları direk, ağzı mağara, elleri dirgen, dişleri çakıl, burnu testi, gözleri meşale gibi, saçları dağınık ve tozlu” bir ifrit belirmiş. (Cin ve ifrit tanımlarına dair biraz araştırdım. Kafayı yeme ihtimali belirdi, geri kaçtım.)
***
Bu yazının devamına dair ara rapor vereyim. Stefanos Yerasimos’un Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri kitabından hareketle Süleyman konusuna değineceğim. Ayrıca, yukarıda sözünü ettiğim filmin ana karakteri Alithea Hoca üzerinden “yalnız insan, yalnızlık”ın temsil edilişine dair bir iki şey söylemek isterim.
Hatta “yalnız insan temsili” konusunu öne alacağım. Yalnızlık diğer insanlara uyumsuzluk olarak sunuluyor genellikle. Bazı popüler anlatılar, bu insan halinden abartılı olumlama / olumsuzlama çıkarıyorlar. Kahramanlarını genellikle yalnız kişilerden seçen bir anlatı kurma / oluşturma kalıbı var. (Bu son cümle -amacım dışında- benim anlatılarımı da işaret etti. Hmm.)
Alithea Hoca’nın bilim kadını olarak portresi, hırkalı, uzun etekli, cinsiyet silen giysileri, kocaman gözlük tercihi vb. ile çiziliyor. Çocukluğundan beri astımı olması ile “doğam gereği yalnızlığı severdim” cümlesi eş zamanlı, bir arada veriliyor. Yani bütün kalıplar, klişeler hazır. Bir kız çocuğu 8-10 yaşlarında yalnızlığı niye sever? Bu soru filmimizi ilgilendirmiyor. Bunu ondan bekleyemem kabul ama bir hırka, bir gözlük vs. klişeler ile yemesin bizi lütfen.
Tanrı’nın iktidarı ile insanların iktidarı arasındaki çelişkiyi simgeleyen nesne: Tapınaklar
Gelelim Süleyman Aga’ya. Yerasimos’un yaklaşımında Süleyman biraz farklı ele alınıyor: “Süleyman yeryüzü iktidarının ilk timsalidir ve bu yüzden iyilikle kötülüğün sınırında yer alır. Onu, Tanrı’nın ona verdiği yetkilerin sınırını aşıp şeytanların verdiği güçlere kapılmağa iten de elindeki iktidarın eksiksizliğiyle onu kullanmadaki mükemmelliği ve bilgeliğidir. Ancak bu durumda soruyu şöyle sormak gerekir: İktidar, Tanrı vergisi midir yoksa şeytan vergisi mi?” (S. Yerasimos, Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, İletişim Yay., “Hz. Süleyman’ın Öyküsü, Kahramanın Efsanedeki Evrimi”)
Güzel soru. (Bu arada Tanrıyı büyük harf, şeytanı ise küçük harf ile yazıyoruz.)
Devam ediyor Yerasimos: “İmparatorluğu savunanlar burada bir sınır olduğunu söylerler: İktidarın ortaya çıkması ve sürmesi için Tanrı’nın daima devreye girmesi gerektiğinden, onlara göre iktidarın kaynağı Tanrı’dır; ancak, nesneler, formüller, törenlerle cisimleşen iktidar, sebep ve sonuç arasında doğrudan ve kendiliğinden bir ilişki doğurduğu için de şeytani bir nitelik kazanır. İmparatorluk karşıtları ise bu soruya, her iktidarın şeytanî olduğu cevabını verirler.”
(“Nesneler Anlatabilirler” takıntım nedeniyle nesne kelimesi ile karşılaştığım için mutluyum.)
“Hem Tanrı’nın gücünün yeryüzündeki karşılığı olarak İmparatorluğu hem de Tanrı’nın iktidarı ile insanların iktidarı arasındaki çelişkiyi simgeleyen nesne ise, Tanrı’nın yeryüzündeki simgesi olan, ama insanlar tarafından yapılan tapınaktır. Tapınak, iktidarını insanlara terk etmek zorunda kalan Tanrı’nın yaldızlı hapishanesidir.” (Yerasimos, a.g.e.)
Son cümle çok güçlü, hatta ürkütücü: İnsan canlısı bir tanrı yarattı ve onu hapsetti.
Yerasimos, kutsal kitaplar, tarihçiler, binlerce yıl arasından süzülerek Süleyman efsanesinin evriminin izini sürüyor. Yerasimos’un kitabı, okudukça insanı içine çekiyor. Son bir alıntı ile yazıyı bağlayacağım:
“Kuran’a göre cinlerin Süleyman’a boyun eğmesi aksi düşünülemeyecek bir durumdur. Çeşitli yapı işlerinde ve inşaatta çalışırlar. Gene de bunu sağlayan, Tanrı’nın izni ve iradesidir. Daha eski metinler bundan farklı bir şey söylemeseler de Kuran, Süleyman imgesinin Tevrat sonrası Yahudi geleneğinde uğradığı yıpranmaya son vermiş ve onu yeniden eski değerine kavuşturmuştur. Sonraları da gerekli ya da yararlı görüldüğü zaman Müslüman geleneği Süleyman’ı imparatorluk projesinin simgesi yapacaktır.” (Yerasimos, a.g.e.)
Çok gençtim, bir yerlerde “İslam’da realite terbiyesi yoktur” diye bir cümle okumuştum. Tek tanrılı dinlerin gerçekliği inkar etme, edemediğini eğip bükme sistemi çok ilginç.
Kurmaca yaratıcılığı, yeteneği olarak da ele alınabilir. Tehlikeli yaratıcılık.
Selam sevgi ile
(*) Günah kavramına dair açıklamalar hep tek tanrılı dinlere yaslanıyor. Günah kavramı, korkutarak, suçlayarak ve cezalandırarak ehlileştirme (terbiye) yöntemi. Nasıl da kök salmış dünyaya.