Hafızanın Cancikyan saati

Kızıl ölümle öldü Garbis Cancikyan, ateşten doğdu her seferinde. İnsana dair her hâlin talibiydi. Ruhu şâd olsun…

KARİN KARAKAŞLI

08.12.2022

YAYKOOP Kadıköy Kitabevi’nde Altay Öktem’in düzenlediği, Haluk Çetin’in gitarı ve güzelim sesiyle eşlik ettiği “Şimdi Şiirin Vakti” etkinliğinde Garbis Cancikyan da şiirleriyle anıldı. Bu vesileyle yıllar sonra bir kez daha Cancikyan’ın şiirlerini elime aldım. Alınca da bırakamadım; ömrü kısa, şiiri zamansız bu şairle hayatın ve hafızanın peşi sıra biraz daha dolanmak istedim.
 
Yakalandığı verem hastalığı yüzünden 1920’den 1946’ya kadar sürebilmiş, son dönemi de Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nde geçmiş hepi topu yirmi altı yıldan bahsediyoruz. İz bırakmış koca bir hayattan ve edebiyat tarihini onu anmadan anlatmanın olanaksızlığından.
 
Kitap kurdu bir gencin maddî zorluklar nedeniyle ticaret hayatına atılmasıyla sekteye uğrayan Getronagan Lisesi’ndeki yıllarını, tam yeniden okula dönmüşken bu kez de hastalığı yüzünden okula vedasını hayal etmeye çalışıyorum. Bütün bu zorlu, muhtemelen pek de yalnız yılların dert ortağı hep edebiyat olmuş bu genç için besbelli. Özgürlüğü ve umudu, desteği ve teselliyi şiirlerde bulmuş. Bir de can dostu, şair yoldaşı, sıra arkadaşı Haygazun Kalustyan’da. “İki yeterli çoğunluktur” diyorum onların kesişen yolunu, kaderini düşündükçe. Haygazun Kalustyan, Cancikyan’la Getronagan Okulu’nun altıncı sınıfındaki karşılaşmalarını şöyle anlatıyor: “İkimiz de defterlerimizi şiirlerle karalıyorduk, ama birbirimize hiçbir şey söylemiyorduk; daha ne kadar zaman şiir yazıp çantalarımızda saklayacaktık. En sonunda bir gün yazdığımız şiirleri başkalarıyla paylaşma arzusunun dürtüsüyle kıvranırken, birbirimizle samimileştik. Bu samimiyet her birimizin bir okuru olmasına sebep oldu. Ben onun okuru oldum, o da benim…”
 
Birbirinin okuru olmaktan birlikte şiir kitabı yazmaya geçen bir macera onlarınki. Garip şiir akımının çokça tartışıldığı bir dönemde, iki kafadar 1942’de tamamı doğrudan Türkçe yazdıkları şiirlerden oluşan Balkıs’ı çıkardı. Sabah alacakaranlığı, gün ağarması, seher vakti anlamına gelen Balkıs adını, heykeltıraş Hüseyin Anka önermişti. On yıllar sonra Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından özel baskısı yapılan bu kitapta, iki şair ortaklaştıkları ilkeleri şöyle haykırıyordu dünyaya: “Tabiat aldatmaz; ateş daima yakar, buz daima soğuktur ve hadiseler daima bir tesir aksiyonu gösterir, edebiyat müsbet bir bilim olarak inkişaf eder, mevzu halinde toplanan bütün detayları tetkike çıkar, beşerî hadiseler kaydeder ve hümanizme kapılarını açar. Balkıs telakkisini kabul eden realist şair, kelimeleri değil, detayları harmonize eder. Vezin, kafiye gibi yamalar kullanmaz. Saklıyacak, çürük bir tarafı, örtbas yapacak bir beceriksizliği yok; okuyucuyu dalgaya düşüreceğine onu uyanık tutar.”
 
Cancikyan’ın buradaki “Sonbahar” şiiri, yalın bir vuruculukla, mahkûm olduğu o tarifsiz yalnızlığı anlatır sanki:
 
rüzgâr
 
yalnız yaprak dökmez
 
 ağaçlardan
 
bazan yapraklar
 
usanmış olacaklar galiba
 
dallarda tek başına
 
 yaşamaktan
 
Onunki verili olmayan, her gün doğumunda sil baştan üretmek zorunda olduğu bir umuttu. Yaşından beklenmen bir metanetle sırtlanan kader. İsyansız, tevekkül içinde… Fazla erken gelen ölümün gölgesi, yaşarken ölünen anları da keskinleştirir. Ve Cancikyan bize, “Rahmetli” şiirinde şöyle seslendi:
 
ağlarken öldü
 
tabudunu taşıyanlar
 
onu öldürenlerdi
 
Kalp kırıklıklarında yaşanan küçük ölümleri yâd etti. Sıradan anların içerisinde gizli bütün o kansız cinayetleri. Kefensiz ölüleri. Kendisine kıyasla uzun bir ömür yaşasa da “gariplik” kaderin cilvesi gereği yol arkadaşı Haygazun Kalustyan’ın da peşini hiç bırakmadı. Can yoldaşı Cancikyan’ın mezar taşını yaptırabilmek için yıllar yılı dostunun Ermenice şiirlerinin satışından gelecek geliri bekleyen Kalustyan, 1985’te Yerevan’da, tek başına yaşadığı evinde, üç-dört gün akademiye uğramayınca eve gelip kapıyı kıran arkadaşları tarafından, ölmüş olarak bulundu.
 
Yeni hayat, yeni dil
Köklü, romantik ve alabildiğine lirik şiir geleneğini özümseyen Cancikyan, ona konuşma dilinin taze nefesini ve sıradan insanın anlatılmaya hele de şiirleştirilmeye hiç layık bulunmamış küçük hayat dertlerini kattı. Gelinlik giymeden yaşanmamış hayalleriyle kefene sarılan genç bir kadın, bir çöpçü, özlem ve yalnızlıkla kıvranan mahkûmun karısı can buldu bu şiirlerde. Ve “Boyacı Çocuk” bir fotoğraf oldu, yerleşti içimize:
 
serserinin teki sanmışlardı
sokakta onu görenler
bilmedi kimsecikler
neden o küçük çocuk
elleri hep ceplerinde
yürüdü öyle
serserinin teki sanmışlardı
sokakta onu görenler
 
Bu yepyeni içerik elbette farklı, çağdaş bir biçimi de beraberinde getirdi. Ölçüyü, kafiyeyi reddeden, dizeleri beklenmedik kesişlerle ve görsel şiir yapılarıyla kendince ören şair, hayat ve insan denen muammayı çözmek için günbatımından rüzgârına gölünden buharına doğaya sığındı bir de.
 
Kimse kolları açık ve takdirle karşılamadı Cancikyan’ı ve izinden gidenleri. Dışlandılar, türlü alaya, haksız saldırılara maruz kaldılar. O kadar ki Cancikyan açık bir mektupla malûmu ilan etmekten çekinmedi: “Bizde şiir zaten yanlış, neredeyse tam aksi yönde anlaşılmıştır. Şiirde enfes, güzel sözcükler, enfes, güzel dizeler, uyak, karanlık düşünceler ve daha sayfalarca sıralanacak şeyler isteyenler, bizi asla sevmeyecekler. Alay edecekler bizle, üstümüze gülecekler. Biz yine de, o enayilerin günün birinde vicdan azabı çekmelerini arzu etmeyiz.”
 
Hayatın hoyrat koşullarına göğüs gerenlerin dünyasındaki çalkantıları, geçip giden bir günün içinde saklı biricik anları yakaladı ısrarla. Sadenin basit olmadığını gösterdi. Yalının içine saklı derinliği bir de. Aras Yayıncılık’tan Ohannes Şaşkal’in yetkin çevirisiyle çıkan Şu Ömrümün Şubat’ı seçkisinde yer alan “Cehennem Evimiz Oğul” şiirinde, kurumsal dinin kapsayamadığı inancı, bir çocuğun saf arayışında, bir annenin isyanında bulduk:
 
cehennem ateşler içindeymiş
biz ısınmak
yemek pişirmek
ve ütü yapmak için yakarız ateşi
 
bütün günahkârlar
cehenneme gidecekmiş
yalan
 
arkadaşım sarkis
uçurtmamı yırttığından beri
uğramaz oldu evimize
 
cehennem yukarıdaymış
yalan
gökte bir şey yok
bazı bulut ve güneş
bazı ay ve yıldızlar görünür
gecelerde
 
yalan hepsi
yalan söyler hepsi de
sadece annemin sözüne inanırım ben
hiç yalan konuşmaz annem
ve her gün aynı sözü söyler:
CEHENNEM EVİMİZ OĞUL
 
“Geçti Günler” ise dünya üzerinde zamanı giderek azalan bir insanın rüzgâr metaforunda bulduğu akışın, kaçışın ve yaşanamamış bir aşkın sesini işittirdi bize. “Günler yaraladı beni” dedi o ses bize. Yaralandık o çaresiz kabullenişle:
 
Geçti günler
rüzgâr gibi-
Penceremin önünden geçen rüzgârlar gibi
günlerim geçti
Ne koku ne nefes
günlerim geçti
rüzgâr gibi
 
Adak etmiş gibi
açtım penceremi
rüzgâra karşı
günlere karşı
 
Günler yaraladı kalbimi
ibadet rüzgârıyla
aşkla yaraladılar beni
(rüzgârın şarkısında
aldanış, beyhude aşk,
gün içinde kuru taş,
taşlaşmış kalp buldum ben)
 
Artık sonsuza dek kapayacağım penceremi
kapayacağım rüzgârın şarkılarına
rüzgârın kalbindeki isten
karardı odamın havası zira
 
Kapatacağım
o kara kızın
o isli aşkın
yüzüne
 kapatacağım kara bir vakitte
 
Boğacağım
kanımda
koşturan her nefesini
 
Kapatacağım
damarlarımın
duyan düşünen
bütün kapılarını
 
Pıhtılaşsın diye
alev rengi kanım
gül misali
 
Günler yaraladı kalbimi…
 
Kendisi gibi veremden ölmüş Ermenice şiirin ustası Misak Medzarents’in yanına gömülmeyi vasiyet etti Cancikyan. Ama bunun için bile altı yıl beklemesi gerekti. 1950’de Ore Or adıyla çıkan ilk ve tek şiir kitabından elde edilen gelir, şairin mezarının yapımı için kullanılacaktı. Mezarını sınıf arkadaşlarından yüksek mimar Hayk Manavyan tasarladı. Anlayacağınız Cancikyan’la birlikte çok kişi gençliğini kaybetti biraz da. Ve çağdaş Ermenice şiirin bir diğer büyük ustası Zahrad, 1947’de o kahredici mezar bekleyişi öncesini “Gömütlük” adıyla ölümsüzleştirdi.
 
Giderler ve gelmezler – giderler ve gelmezler
Ve sanırsın – geri gelmesin diye
gidenin üstüne koca bir taş kor bazıları
 
Oysa Cancikyan’ın üstünde ne taş var ne çiçek
toprak da azdır kim bilir
(Bedava çukuru derin kazmazlar)
ama Cancikyan geri gelmeyecek
çünkü burada gömütlükte
gelirler gitmezler – gelirler gitmezler
 
Zamandan alacaklı öldü Garbis Cancikyan. Hayatın gerçeğini sahici ve yepyeni bir şiir geleneğinde yakalamaya adanmış bu ömür, sonraki kuşaklara ulaşarak fani varoluşa da başka bir anlam kazandırdı. Şiirsel düzyazılarında dediği gibi hem de: “Hayat günlerin makarasına sarılan bir sicime benzer. Sicim ne kadar düzgün olursa, yaşayış o derece tekdüzeleşir ve hayat duyumsuzca sürer gider. Benim sicimimde kesilmiş yerler ve düğümler var; eğer düğümleri çözemezsem makara beni sarsacak… Kesilen yeri bağlayamazsam hayatım yarım kalacak; bağlarım ve işte yeni bir düğüm doğar.”
 
O yeni düğümden kerelerce doğdu bu her daim genç şair. Yalanı, riyayı ifşa ederek geçti kelimelerin içinden. “Kızıl ve ateş neyi temsil ediyorsa, yaşamak ve ölmek aynını temsil eder. Biri ötekinin rengidir. Hayattır yaktığımız ateş. Ölüm güçlü çıkar. Diyeceğim, kendi doruğunda boğulur kızıl.” dedi.
 
Kızıl ölümle öldü Garbis Cancikyan, ateşten doğdu her seferinde. İnsana dair her hâlin talibiydi. Gecelerin kahır ortağı, sabahların “Ha gayret” diyen yoldaşı oldu. Ruhu şâd olsun, unutulmadığını bilsin sadece.