Mutfak güzeli
Lotte Lenya’nın yanıtını işitiyorsun içinde: “Merak etme sen güzelim. Ben ateşin ta kendisiyim. Kimse beni yakamaz.”
16.01.2023
Bazı evlerde sebepsiz iyi hissedersin. Hele de kendi köşende bile kimi zaman eğreti dururken, bulunmaz bir nimettir bu. Berlin’de bir mutfağın da bende böyle hatırı var. Arkadaşım işe gitmiş, ben aidiyetsiz bir hayatın orta yerinde geniş mutfak camlarından bahçeyi seyrediyorum. Ağaçlara Noel ışıkları ve süsler asılmış. Yağmur sonrası ıslaklığı ve bol geç sonbahar yaprağı kaplı her yan. Gözümü bahçeden mutfağa, karşı duvara döndürdüğümdeyse karşımda ölümsüz siyah-beyaz imgesiyle o genç kadın var. 1928’den bir fotoğraf bu. Barselona’da 1995’te açılmış Weimar Cumhuriyeti’nin Kadın Fotoğrafçıları (1919-1933) başlıklı serginin çerçevelenmiş posterinden, dönemin ünlü yıldızı Lotte Lenya elinde sigarası dosdoğru bana bakıyor.
Fotoğraf sanatçısı ve adaşı Lotte Jacobi’nin (1896-1990) bu fotoğrafı 1928’de çektiği tahmin ediliyor. Derinlik yakalayan tekniğiyle tanınan Jacobi, insanları kendi ortamlarında ve onlarla konuşurken fotoğraflamayı tercih etmiş hep. Bunun sebebini de şöyle açıklamış: “İnsanları konuşturmaya, rahatlatmaya çalışıyorum. Kendileri olsunlar istiyorum. Edilgen, canı sıkılmış bir özne hoşuma gitmez. İnsanlardan hoşlandığım için portrelerini çekiyorum ve kişilikleri ortaya çıksın istiyorum.”
Jacobi’nin objektifinden görünen Lotte Lenya tam bir afet. Sahnede ışıldamak için doğmuş bir yıldız o. Kakülleri geniş alnını kaplıyor, sürmeli gözleri ışık saçıyor. İncelikle boyanmış koyu dudakları bembeyaz teniyle tezat hâlde bakışları üzerine topluyor. Ama benim için asıl çarpıcı ayrıntı elindeki sigara. Yanan sigarayı öyle bir ucundan tutmuş ki genç kadın, hani uyarmak istiyorsun, “Dikkat et parmağın yanacak” diye. Sonra yine gözün kayıyor bakışına ve kadının yanıtını işitiyorsun içinde. “Merak etme sen güzelim. Ben ateşin ta kendisiyim. Kimse beni yakamaz.”
İki kadın sanatçının hayatında siyasetin kesiştirdiği bir kaderdaşlık da var. 1927–35 arası babasının Berlin’deki stüdyosunu yürüten dördüncü kuşak fotoğrafçı Jacobi, 1932’de bir seneliğine SSCB’ye giderek Tacikistan ve Özbekistan’da gördüklerini fotoğraflamış. 1933’te döndüğü Almanya’da artık Hitler iktidarda. Solcu ve Yahudi doğumlu Lotte Jacobi, oğlunu da yanına alarak Almanya’dan ABD’ye kaçmış. Bütün eski çalışmalarını kaybeden sanatçı, burada sıfırdan bir fotoğraf stüdyosu ve yeni bir kariyer inşa etmiş.
Karoline Wilhelmine Charlotte Blaumauer olarak 1898’de o dönemin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda doğan Lotte Lenya ise sahne ismini 1914’te taşındığı İsviçre’nin Zürih kentinde balerin ve şarkıcı olarak sahneye çıkmaya başladığı dönemde kullanmaya başlamış. Berlin sahnelerindeyken 1926’te besteci Kurt Weil’la evlenen sanatçı, Üç Kuruşluk Opera oyunuyla ünlendi.
1933’te Nazi rejiminin yükselişi üzerine Almanya’dan kaçmak zorunda kalan Lotte Lenya, dönemin koşullarından kötü etkilenen evliliğini de noktaladı. Çift ancak iki yıl sonra ABD’de yeniden biraraya gelerek 1937’de ikinci kez evlendi. Lenya, 1956’da Üç Kuruşluk Opera’nın Broadway prodüksiyonundaki Jenny rolüyle Tony Ödülü’ne layık görüldü. Oyuncu 1961’de Roma’da Bahar filmindeki rolüyle Akademi Ödülü’ne aday gösterilerek, 1963’te de Rusya’dan Sevgilerle başlıklı James Bond filmindeki sadist KGB ajanı Rosa Klebb rolüyle uluslararası ününü perçinledi. Eşinin ölümünden sonra Weill’ın şarkılarının sonraki kuşaklar tarafından da bilinmesini sağlamak üzere konser ve kayıtlar yapan Lotte Lenya, bir diğer uzmanlık alanı olan Brecht tiyatrosunu da geniş kitlelerle buluşturdu.
Sıradanda saklı büyü
Bu fotoğraftan neden bu kadar etkilendiğimi sorsalar, içinde yer aldığı mekândan da bahsetmem gerektiğini fark ediyorum. Lotte Lenya, ışıltılı sahne imajına en aykırı olan yerde, bir mutfakta. Ama tuhaf bir şekilde burada olması onun ışıltısına, fotoğrafın sarsıcılığına ve nihayetinde mutfaktaki hayata bambaşka bir boyut katıyor. Hepimizin içinde saklı yıldızı, sıradan hayatın içerebileceği mucizeyi hatırlatıyor.
Sigarayı ve hayatı en ucundan tutuyor bu kadın. Yanmaya ve yakmaya hazır bir halde duruyor ve sadece doğrudan gözünüzü içine, oradan da ruhunuza bakıyor. İçinde yıldızlar saklı bu gözlere asla kendi tutkusuna denk gelemeyeceğin önkabulüyle hafif alaylı kıvrılmış dudaklar eşlik ediyor. Sanat halinde sürülmüş o ruj ve sürme makyajdan çok tuval çalışmasını andırıyor. Bir gören unutamayacak onu; böyle bir hafıza ölümsüzlüğüne talip oluyor.
Barcelona’da Weimar dönemi kadın fotoğrafçılarına dair bir sergi üzerinden yeniden ait olduğu yere, Berlin’e dönen bir imge. Bir mutfakta insana içinde saklı gücü anımsatan bir tılsım. O mutfak ki çoğu evin kalbidir. En büyük kararlar mutfakta bir şeyleri doğrarken ya da bulaşık yıkarken alınır, hatırlayın.
Mutfaklarda kişisel tarihin en içten satırları yazılır çoğu kez. Bazen iki insan birbirine diyemediklerini birlikte yemek pişirir ya da bulaşık yıkarken paylaşıverir. Birbirinin gözüne değil, bardak çanağa ya da doğranmış sebzelere, fokurdayan tencereye bakarken. Salonlarda, oturma odalarında yüksek sesle ve havalı duruşlarla sarf edilen cümlelere benzemez mutfak sırları. İnsanın kendine bile diyemedikleridir onlar. Çok eskilerde kalmış ama bitmemiş hikâyelerdir. Hep ve hâlâ geçerlidir.
Paralel evren sığınağı
Devrimlerin temeli de mutfakta atılır. Bir eve sığamadığını fark eden insan son kez mutfağa şöyle bir göz gezdirdikten sonra çıkar o kapıdan. Son bir demlik çayı bitirdikten, mutfak masasının üstünü temizledikten sonra. Ve Svetlana Aleksiyeviç’in ‘İkinci El Zaman- Kızıl İnsanın Sonu’ kitabında totaliter rejimin hane içlerine kadar sızan baskısına gizli direniş yeridir mutfaklar. Bu sıra dışı sözlü tarih çalışmasında kendisine sır gibi emanet edilen gerçek hayat hikâyelerini dönem kupürleri, belgeleri ile harmanlayarak ve iç içe örerek bir sesler coğrafyası inşa eder Aleksiyeviç. Gorbaçov’a darbe girişiminde bulunulan 19-21 Ağustos 1991’den 2012’ye kadarki bir zaman dilimine yayılan söyleşiler, uçsuz bucaksız SSCB’nin bambaşka yerlerinden farklı kuşakların hayatlarını getirir önümüze. Bazen bu sesler küçücük bir ayrıntıda ortaklaşır. Mutfaklardaki hayat örneğinde olduğu gibi.
Herhangi bir gizli istihbarat elemanı kaydına yakalanılmasın diye son ses açılmış radyolar eşliğinde bir mutfak masasının ekseninde toplaşan insanlar gerçeklerini fısıldar birbirine. Başka türlü bir hayatın rüyasını. Bir sürü şarkı ve kitap göndermesiyle. Sesler birbirine karışır. Aleksiyeviç dinler ve aktarır: “Mutfaklarda gülerdi herkes, biz de mutfakta gülerdik. Üç karış yerin özgürlüğü. Mutfak saçmalıkları… (Gülüyor.) Çok iyi hatırlıyorum, konuşmalar sırasında televizyon ya da radyonun sesi ardına dek açılırdı. İnce bir bilim. Birbirimize, nasıl kurnazlık edip, telefonları dinleyen KGB’lilerin bir şey işitmemesini sağlayacağımızı öğretiyorduk: Numarayı çevirirsin; eski telefonlarda numaralar için delikler vardı, deliklerden bir tanesine kalem koyup sabitlersin… Parmağınla da tutabilirsin, ama parmak durmaz… Belki size de öğretmişlerdir? Hatırlıyor musunuz? ‘Gizlice’ bir şey söylemek gerekiyorsa, telefondan, ahizeden iki-üç metre uzaklaş. Muhbirlik, gizli mikrofonlar -her yerdeydi bunlar, yukarıdan aşağıya toplumun her yerindeydi ve biz bölge komitesinde tahmin etmeye çalışırdık: Bizdeki muhbir kim?”
“Mutfaklarda oturur, Sovyet iktidarına küfreder ve fıkralar uydururduk. Samizdat okurduk. Birinin eline yeni bir kitap geçecek olsa, günün her saatinde arkadaşlarının yanına gelebilirdi – hatta gecenin ikisinde üçünde, ne olursa olsun istenen bir misafir olurdu. Moskova’nın o gece hayatını çok iyi hatırlıyorum… özel bir hayattı… Orada kendi kahramanlarımız vardı… kendi korkak ve hainlerimiz… kendi heyecanımız! Bunu eğitimsiz birine anlatmak imkânsız. Öncelikle bizim heyecanımızı açıklayamıyorum. Başka şeyleri de açıklayamıyorum… Yani bu… Bizim gece hayatımız… hiç de gündüz hayatına benzemiyordu. Bir damla bile! Sabahleyin hepimiz işe gidiyor ve sıradan Sovyet insanları oluyorduk. Diğer herkes gibi. Rejim için çalışıyorduk. Ya konformistsindir ya da kapıcı, bekçi olacaksın, başka türlü kendini koruyamazsın. İşten eve dönerdik… Ve yine votka içerdik mutfaklarda, yasaklanmış Vısotski’yi dinlerdik. Cızırtılar arasından ‘Amerikan’ın Sesi’ ni bulurduk. Hiç unutmadım o enfes cızırtıyı. Habire aşklar yaşanırdı aramızda. Âşık olurduk, ayrılırdık. Ve o arada birçoğumuz kendini ülkenin vicdanı gibi hissederdi, kendi halkını eğitme hakkını kendinde görürdü. Peki ne biliyorduk? Turgenyev’in Avcının Notları’ından ve bizim ‘köy yazarlarından’ okuduğumuz şeyleri,. Rasputin’den… Belov’dan…”
Berlin’deki o dost mutfak, o mutfak duvarındaki Lotte Lenya bütün bunları hatırlattı işte bana. Kendimize kurduğumuz paralel evrenleri. Asıl hakikatimizin saklı olduğu yerleri. Bir gencin annesine queerliğini anlattığını duydum usul usul. Birbirinde yatıya kamış iki başka gencin gece su içme, bir şeyler atıştırma bahanesiyle bir mutfağı ilk cennetlerine çevirişlerini gördüm. Bir kadının elindeki bıçakla havucu değil, insan etini doğrayışını izledim içimden. Tuzluğa yaslı halde mutfak masasına bırakılan ayrılık mektubunu okudum. Bir çocukla birlikte kıkır kıkır süt içtim mutfak zeminine oturup.
Gece vakti uzaklardaki evlatları için dertlenen yaşlı anne babanın el ele tutuşmalarını izledim çay eşliğinde. Aşklarının baharında sevgililerinin mutfak tezgâhındaki tutku maceralarına gülümsedim. Koca bir hayatı izledim mutfaklarda. Hayalimdeydi hepsi ama adım gibi emindim gerçekliklerinden. Kimileri anımdı, kimileri hayalim. Ve hepsi insana dair her sahici şeyin kaydıydı kalbimde. Filmler, diziler, kitaplar, şiirler, şarkılar eklendi. Tablolar, fotoğraflar uçuşuverdi. Bir baktım, mutfak insanlığın eviymiş. Mutfakta bir şeyler paylaşanın birbirinden hatırı kalırmış.
Lotte Lenya hülyalı hülyalı baktı son bir kez daha gözlerime. “Onlar unutturmaya kalkar bazen. Hayat hoyratlaşır kimi zaman. Sen kendini hep hatırla” dedi, “Ateşini, korunu, dumanını, külünü her şeyini koru kolla.” Gülümsedim ona. Mutfağın ışığını kapattım.