Sevgili ölüler çetelesi
Böyle güzel bir insana kıyan ve bununla ödeşmeyen bir toprak iflah olmaz. Olmuyor. En çok bunu bilmek içimi acıtıyor.
19.01.2023
Gafil avlandığımız an fotoğrafları var hafıza deposunda. Hiç çekilmemiş fotoğraflar ama bir albüme bakmaktan daha tanıdık hepsi o ısrarlı tekrarda.
Bundan üç yıl önce babamla şehrin uzak bir yerindeki hastanedeyiz. Ölgün ışık, bib bipli, renk renk kablolu makineler ve babamın isteği üzerine açık televizyon ekranı. “Ajansa bakmak” her koşulda bir vazgeçilmez. Birden ekranda bir anma töreni görüntüsü beliriyor. Mekân tanıdık. Saliseler içinde “Haa bugün 19 Ocak” diye ayıyor ve bu muhteşem aydınlanışı yüksek sesle söylüyorum. 19 Ocak’ın takvimde Ocak ayının sıradan bir günün ötesi bir anlama bürünmesi, ülkedeki pek çok şey gibi yaşatılan bir acının ürünü. Neredeyse bütün günler bu şekilde gizli bir ajandaya ipotekli aslında. Ve bugün 19 Ocak.
“Kusura bakma, ters zamana denk geldi bu kalça kırığı” diyor babam. Kalça çıkığının düz zamanı olamayacağı gibi, 19 Ocak nerede olsam yanlış ama veciz cümlelerimi kendime saklıyorum. Çünkü oradaki zarafet vuruyor yine beni. Kemikli elini uzatıp elimi tutuyor babam. Öylece oturuyoruz.
Kemikli kucak
19 Ocak’ı böğre saplayan 2007 yılına ışınlanıyorum o hastane odasında bir anda. “Soyunmamışın kızım” demişti babam saatlerdir oturduğum koltuktan beni kaldırdığında. Sonra kendi o koltuğa geçip beni kucağına almıştı. Bunu yaptığında ben 35 yaşında bir dana, o ise 81 yaşında yorgun bir adamdı. İncecik kemikleriyle beni nasıl taşısın, diye düşünmeliydim ama yine o kadar zarif ve o kadar doğruydu ki yaptığı, beni taşıyabileceğini bildim. Dünyada o anda kimsenin yapamayacağı kadar. O kucakta saatlerce oturdum, o da beni usul usul ileri geri salladı. Babamı sadece bunun için bile ömrümün sonuna kadar sevebilirim.
Ölümlerin birbirini çağıran bir hafıza sireni var. İz bırakan kayıpların hepsi zamanla iç içe geçerek hep birlikte üşüşüyor insanın üstüne. O yıl hastane odasındayken ve bön bön ekrana bakarken annem aramıştı evden. “Başın sağ olsun yeniden” demişti. Zamanla geçmeyen bir şey olduğunu bildiğinin cümlesiydi onunki de. Annemi de sadece bunun için bile ömrümün sonuna kadar sevebilirim.
Beni çarpan ilk ölüm anneanneminki olmuştu. Hayatın ironisi işte, aslında bu kadar hayatımda oluşu da eşini, yani hiç göremediğim dedemi kaybetmesiyle ilişkili. Ben beş aylıkken kalp krizinden pat diye ölmüş dedem. Anneannem de kendine yeten bir kadınken nedendir bilinmez bize taşınmış. Asıl sormak istediğin soruların bir kısmı çok sonraları geliyor aklına. Ölüm pahasına öğrendiğin bir şeylerin sonunda. Küçük yaşımda anneannemle o kaybı, kapattığı evi, birbirinin uzvuna dönüştüğün türden eski zaman evliliklerini hiç konuşamadım. Ama o benim “koğuş arkadaşım” oldu. Odamı paylaştığım ilk ve tek insan. Suç ortağım, sırdaşım ve hikâyelerimin en mutlu dinleyicisiydi. Yayama anlatmadıkça yaşanmışlığını tamamlamazdı sanki hiçbir şey, eksik kalırdı.
Derken annem ve babamla bir seyahatteyken birden fenalaştığı haberini aldık. Döndüğümde elimde bir bebek buldum. Beyin kanaması geçirmiş. Önce beni evden uzak tutmaya çalıştılar, sonra ama anneannemin sadece benim elimden yemek yediği anlaşıldı ve ben onun bakımını üstlendim. Bana en büyük hediyesidir. Hiçbir yeri tutmazken gözleriyle nasıl konuştuğunu, beni nasıl dinlediğini, ne keyifle anlaştığımızı hiç unutmadım. Öyle ellerimle uğurladım onu.
Hiç ölmeyecek olanlar
Bugün anneannemin sesini hatırlayamıyorum. Bazen öyle oluyor, ölülerin sesi, kokusu gidiyor. Ta ki hafıza sana bir oyun oynayıp bir anda şimşek gibi bir anı parçacığını saplayana kadar bir yerlerine. Günün ve ömrün sonunda elinde en çok sevdiğin insanların hissi kalıyor. Bir de işte şu çekilmemiş fotoğraflar.
Anneannemden sonra ve aradan yıllar geçtikçe anne ve babamın ölümü diye bir korku yerleşti içime. Bazen geceleri kalkar nefes alıyorlar mı diye gizlice odayı dinlerdim. Babamın ileri yaşından, annemin de hastalıklarından endişe ederdim sürekli. Elimde olmadan anne babamın cenaze törenini gözümde canlandırırdım.
Bana bütün eğitim kurumlarından daha çok emeği geçmiş Agos yıllarımda anne babamın cenaze törenini düşündüğümde yanımda iki insanın çınar gibi duracağına dair inancım tamdı. Bunlardan biri Hrant Dink’ti diğeri de Sarkis Seropyan, nam-ı diğer Baron Seropyan. İşin tuhafı onların da yaşı vardı ama ne akla hizmetse ölümle onları hiç yan yana getirmezdim. Baron Seropyan bir kayaydı, Hrant Dink de gürül gürül bir ırmak. Onlar doğaydı, kapsayıcıydı. Ezel ebed orada olacaklar ve cenazede de yanımda duracaklardı.
Ne hikmetse bir de şu eşek hikâyesi aklıma geliyor sürekli bu aralar. Şaka gibi. Hrant Dink, her zerresini Agos’a adamadan önce esnaflık ettiği o mutlu, huzurlu Antalya yıllarında gönlünü Bozo isimli bir eşeğe kaptırmış. Ben rüştünü ispatlama hevesindeki gazetede çalışmaya başladığımda bahsi geçen eşekle kanepede oturan Hrant Dink’in mutlu pozu panosunu süslüyordu. Annem günlerden bir gün işyerini ziyarete geldiğinde bu fotoğrafı alıp anneme göstermişti, küçük bir çocuk mutluluğuyla. Fotoğraftan bir anlam çıkarmaya çalışan anneme “En sevdiği şeyi gösteriyor sana” şeklinde yol göstermek bana düşmüştü.
Akşam yemeğinde annem halen yaşadığına inanmaz bir ifadeyle sahneyi anlattığında babam da “En sevdiği şeyi göstermiş işte sana” deyince, annem baba-kız bizim genetik aynılığımıza uzun uzun isyan etti. O yılın sonunda babam, Hrant Dink’e verilmek üzere bir hediye paketi tutuşturdu elime ve içinden iki yanında sarkan heybeleriyle küçük bir eşek biblosu çıktı. Hrant Dink’in yaşlı gözlerle babamı arayıp “Beni ihya ettiniz” deyişine ve genel olarak bu yaşanan şeyin tamamına o zamanlar kahkahalarla gülmüştüm ama şimdi içime dokunuyor. Kimin kimi iliğinden bileceği hiç belli olmuyor ki…
Kan bağı aileye doğmuş bulunuyorsun, gerisi ise seçimin oluyor. Hrant Dink’in ve Baron Seropyan’ın üzerimdeki emeğini, bana verdikleri sevgiyi anlatmaya kelimem yetmez. Bir de insan anıların bir kısmı kendine kalsın istiyor. Hele de sevdiği insanları günün birinde özne olarak değil de konu başlığı gibi elinde bulunca.
Kayanın sesi
Hayatın kurgusu nasıl zalimdir bazen, bilirsiniz değil mi? Her ikisini de anne ve babamdan önce kaybettim. Böylece korkacak hiçbir şeyim kalmadı artık. Bir kez nezle bile olmamış Baron Seropyan’ı bir hafta içinde alıp götüren bir hastalık fikri, 19 Ocak’ı yaşamış hâlimle bile aştı beni. 2007 yılının 19 Ocak ertesinde onu siyah yas kravatını takmış, kostümünü giymiş halde masasında otururken bulmuştum. Beni doğrudan onun yanına götürdüler. Ben de elimi sırtının orta yerine koydum. O an bu kaya parçalandı. Hiçbir yaratıktan duymadığım bir uluma ve böğürtü kapladı ortalığı. O koca insanı sarsıla sarıla ilk ve son kez ağlarken gördüm. Bir bebek gibi kollarıma aldım.
Yıllar sonra ölüm döşeğinde olduğu o eve gidip onu görmem gerektiğinde, bir türlü o kapıdan içeri giremedim. O eski yürekli kadını da kaybetmiştim sanki. Yakında bir yerde sütlü neskafe içtiğimi hatırlıyorum, biraz güç toplayayım diye. Peki ne oldu dersiniz? Baron Seropyan beni yine de bekledi ve son nefesini ben o kapıdan içeri girdikten beş dakika sonra verdi. Böyle de inatçıdır sevdiklerim. Böyle de iradeli ve inançlı.
Bir 19 Ocak’ta daha dünya üzerinde ve dahi tekmil galaksilerde, Samanyolu’nda hiçbir boyutta, hiçbir noktada doğru bir yer yok benim için. Şimdi anne ve babam da gittikten sonra kimse yok. Ve bütün bu sevgili ölüler hep birlikte benimle. İyi kalpli insanlar sevdim. Bunların içinde Hrant Dink, kalbi şu memleketi ve kâinatı kapsayan hâliyle bambaşka bir varlıktı. Koşullardan bağımsız bir sevgiydi onunkisi. Haksızlığa uğradığında acılaşmayan, nefrete teslim olmayan bir tuhaf ışık. Sonsuz bir sabır. Sonuna kadar emek.
Evde aile büyüklerinin, annemle babamın fotoğrafları var. Hrant Dink’in ve Baron Seropyan’ın fotoğrafı yok. Onlarla birlikte çekilmiş fotoğraflar tıkıldıkları kutu ve çekmecelerden, iliştirildikleri kitap ve defterlerden kazara karşıma çıktığında oradaki genç kadına tanımaz gözlerle bakıyorum. Bir yerlerden gözüm ısırıyor onu ama ben dediğim kişiyle bir ilgisi yok. Başka zaman insanı. Işıltısını seviyorum.
Sonra gözüm anne babamın yanında yer alan Ahmet Tulgar’ın fotoğrafına kayıyor. Cenaze töreninde üzerimize iliştirdiğimiz, toplu iğne delikli fotoğrafına. Biricik güleç yüzüne. Son halleşemediğim ölüme. Onun razı olacağı bir şeyler yazmak istiyorum. Satın almadığım kimi ajandalara, tutkunu olduğu yazarların Almanca kitaplarına o yanımdaymış gibi bakıyorum. Oysa birlikte bir kitapçı ya da kırtasiyeci gezmişliğimiz yoktu. Biz hayat bizi birtakım etkinliklerde yan yana getirdiğinde buluşan ama karşılıklı olarak birbirinin ruhunu can evinden tanıyan iki insandık sadece. Onun ne çok hikâyesinin, yazısının emeği var üzerimde. Ne çok sevdi hayatı ve insanları. Nasıl anlam çoğalttı. Bir bilse.
Sevgili ölüler çetelesi oldu işte bu 19 Ocak’ın hikâyesi. Kaybettiklerinle sana aslında neler bahşedilmiş olduğunu fark ettiğin ve sanki asıl şimdi hakkıyla, layıkıyla sevdiğini, anladığını bildiğin ama bunları gösteremeyeceğin minnetli bir çaresizlik. Tam ucunda durduğum bitimsiz bir boşluk. Her sabah kıyısından dönüp dünyada olduğun ilave zamanın -ölüler sonrası zaman hep ilave zaman gibi gelir bana- hakkını vermeye çalıştığın şu çabalı hayat.
Nicesiyle birlikte böyle güzel bir insana da, bir insana daha kıyan ve bununla ödeşmeyen hiçbir toprak iflah olmaz. Olmuyor. En çok bunun için üzülüyordur o. En çok bunu bilmek içimi acıtıyor.