Okumalar, Değinmeler-28: Deprem ve uzak akrabalar
Başımız sağolsun ve bu kez çok farklı bir Türkiye var. Ve yarını da farklı olacak.
11.02.2023
Deprem nedeniyle değinmek istediğim iki kısa notum var. Birincisi şu: Saha haber videolarından görebildiğim kadarıyla insanlar çok ağır bir bedel ödeyerek düşüncelerini alenen söylemek imkanı buldular. Ve belli ki herkes her şeyin farkında.
İkinci notum ise bir haber: “Hatay'da yüzlerce enkaz kaldırılmayı beklerken içinde delil niteliği taşıyan belgelerin bulunduğu Yapı Denetim Şube Müdürlüğü binası için acil yıkım kararı alındı. Yıkımı avukatlar engelledi. (…) Yıkılmak istenen binada bulunan evrakın, depremde yıkımla ilgili başlatılan ve başlatılacak olan soruşturmalarda delil niteliği taşıdığına vurgu yapan Avukat Büyükgebiz, yıkıma gelen kepçeyi yardıma gelen meslektaşlarıyla birlikte durdurduklarını ve delil niteliği taşıyan evrakları da enkazdan ellerinden geldiğince topladıklarını söyledi.” (Gazete Duvar, C. Bursalı, K. Cesur)
Başımız sağolsun ve bu kez 1999 Ağustos Gölcük depremi sonrasından çok farklı bir Türkiye var. Ve yarını da farklı olacak.
***
Elena Ferrante’nin Napoli Romanları ve tuhaf bir kitap okuma biçimi (1)
Çocuktuk, İstanbul Şehzadebaşı’nda, Roma su kemerleri üzerine tırmanır şehire bakardık. Su kemerinin ayaklarında, sütün yarıklarında, taşların arasında kertenkele yakalardık. Kuyruklarını bırakır kaçarlardı. Su kemerleri sadece bir çocukluk anısı olarak kalmadı. Bir şehir mücevheri olarak, yaş aldıkça benimle beraber geldi.
Fırsat buldukça kendini dışa vurdu:
“Kuş gibi uçar, doğup büyüdüğüm şehire dönerdim. Şehir, cebim para ile dolu döndüğümü görünce, ‘yoksulsun, git’ demişliği nedeniyle mahcup olur diye umardım. Yanılırdım. Eski şehrin silüetine bakan, Roma su kemerlerini gören bir otelde oda tutardım.” (Hisli Kirpi, İletişim Yay.)
Bir gün, Roma su kemerlerinin dağılım coğrafyalarını merak ettim. Haritalarını aradım, buldum. Kemerlerin bir ucu İspanya’da, bir ucu Batı Anadolu üzerinden doğuya gidiyor, güneye iniyor. Kemerlerin dağılımı ile Roma egemenlik coğrafyası örtüşüyor.
Harita bana bir soru verdi: “Acaba eski dünyayı dolaşan bu su kemerlerine dair, benim gibi anısı olan birileri var mıdır? Edebiyatta, sinemada, anı kitaplarında iz bulabilir miyim? ”
Soruyu İspanya’da yaşayan yeğenime yazdım. “İspanyol dilinde bir bakar mısın?” dedim. “Tamam dayı” dedi, sonrasında sesi çıkmadı. Hayırsız dayının yeğeni!
O günlerde, K24 adlı edebiyatsever bir web adresinde, bir yazı başlığına denk geldim : “Napoli’deki mahallemiz ve saklanan bir yazarın sahici kadınları”
Yazı, arabaşlık ile şöyle devam ediyordu: “Kimsenin kim olduğunu bilmediği Elena Ferrante’nin dört ciltlik, 1700 sayfalık ‘Napoli Romanları’ aynı mahallede büyüyen iki kız çocuğu arasındaki medcezirli arkadaşlığın altmış yıllık hikâyesi.” (Yasemin Çongar, K24)
Yazıyı okudum:
“…Çetin kadınlar yazıyor Ferrante, gayet sıkı dokunmuş karakterler; hayat onları itip kakıyor, yine de doğrulmayı, yürümeyi, üzerlerine biçilmiş dar rollerden taşmayı beceriyorlar çoğunlukla; içine doğdukları mahalleden, sınıftan, lehçeden ‘kurtuluyor’ ve sonra onları her an geri çekebilecek bir kement gibi boyunlarında taşıyorlar ömür boyu; varolmak, 'bir şey' olmak her an kaybetmenin ve kaybolmanın eşiğinde durdukları bir mücadele onlar için; bencillikleri benliklerini korumaya yetmiyor her zaman, bir kırıldılar mı birkaç yerden kırılıyorlar; onları izlerken hayatın yıkıla yıkıla inşa edilen bir şey olduğunu görüyor, dünyadan vazgeçmemiş bir ruhun asla kedersiz olamayacağını yeniden kavrıyorsunuz.” (Y. Çongar, K24)
“…hayatın yıkıla yıkıla inşa edilen bir şey olduğu…”
Hmm. Yazıyı okumayı bitirdim. Dönüp bir daha okudum.
“Karakterlerin Napoli lehçesi ile İtalyanca arasında bocaladığını ‘işitiyoruz’ sürekli, en çok kendilerine benzedikleri anlarda lehçe ağızlarında çağlarken İtalyanca dillerine dolanıyor. Napolitenlik, romanda sefaletin, şiddetin, hor görülmenin, hastalıklı bir gururun, kabadayılığın, gösteriş merakının, hırsın ve yoksunluğun; bununla beraber, arkadaşlığın, sahiciliğin, çocukluğun, saflığın da anlatımına dönüşüyor. Napoli’den çıkma-çıkamama, Napoli’ye dönme-dönememe çelişkisi dört ciltte de hâkim. Şehir, hem merkeze karşı taşrayı temsil edişiyle hem de savaş sonrasından 2000’lere uzanan bir değişimi izleyebildiğimiz ana sahneyi oluşturarak, romanın sosyolojik altyapısını sırtlıyor. Tabii, Ferrante’nin bütün Napoli’yi değil, gayet yoksul bir kenar mahalleyi anlattığını da belirtmeliyim; Napoli’nin ana caddelerini ‘merkez’ kılan bir yerden, taşranın taşrasından söz ediyoruz.” (Y. Çongar, K24)
Benim de bir Napolili tanıdığım olmuştu. Ayhan Işık bıyıklı, neşeli, güleç, gitar ile aşk veya memleket şarkıları söyleyen biriydi. Adı Gennaro’ydu. İtalyan üretimi bir çizgi roman kahramanıydı.
Google’a “Napoli’de Roma su kemeri var mı?” diye sordum. Önce iki tane buldum. Sonra birini kaybettim. Elimde Serino Aqueduct dedikleri su kemeri kaldı.
Beyoğlu, Eski Çiçekçi Sokak
Serinin ilk kitabını aldım. Serino Aqueduct’a dair iz bulabilir miyim merakı ile okumaya başladım. Cadde, meydan, semt adlarının altını çizerek.
“Bana Carlo III Meydanı’nı, Fukara Evi’ni, Botanik Bahçesi’ni, Foira Caddesi’ni ve müzeyi gösterdi. Sonra beni Costantinopoli Caddesi’nden Port Alba’dan, Dante Meydanı’ndan, Toledo’dan geçirdi. (…) Bir keresinde Garibaldi Alanı’nda ve Casanova Caddesi’nde peşinden gittim ve beni fark edeceğini, ‘merhaba, demek ki aynı yoldan dönüyoruz, senden söz edildiğini çok duydum’ demesini bekledim. Ama o başı öne eğik, hızla yürüyordu ve bir kere bile arkasına bakmadı. Yoruldum, kendime kızdım. Novara Caddesi boyunca küskün küskün yürüyüp geldim eve.” (E. Ferrante, Napoli Hikâyeleri, Çev: Eren Yücesan Cendey, Everest Yay.)
Garibaldi ismini özel olarak not aldım. Giuseppe Garibaldi(*) 1828-31 arası, Galatasaray Lisesi’nin arka sokağında, ben ise 2006-2010 arası aynı mekanda, 100 metre ileride Beyoğlu Eski Çiçekçi Sokak’ta yaşamıştık.
(Yıllar sonra Atinada, İstanbul doğumlu biri ile tanıştım. Eski Çiçekçi sokakta yaşamış, 6-7 Eylül pogromunda çocukken canını kurtarmak için tavuk kümesine saklanmıştı.)
Kunduracının kızı Lila, Belediye’de odacının kızı Lenu
Ferrante’nin kitabının omurgası Lenu ve Lila’nın hikâyesi idi. Kunduracının kızı Lila ve Belediye’de odacının kızı Lenu. Birbirlerine sarılarak/sarınarak birbirlerini iterek ve çekerek “ne seninle ne sensiz” kıvamında yaşıyorlardı. Bu esnada Lenu’nun memeleri ve sivilceleri belirdi, Lenu gelişirken Lila ütü tahtası kıvamında kaldı.
Bu fark Lenu için sorun oldu:
“Sonuç olarak kunduracının, memesi olmayan, adet görmeyen, tek bir hayranı bile bulunmayan kızı birkaç gün içinde gönül işlerinde öğüt verecek en yetkin kişi olarak belirlendi. Ve o beni bir kez daha şaşırtarak bu rolü benimsedi.” (E. Ferrante, Napoli Hikâyeleri)
Ve sonra Lenu ve Lila, iki genç kadın adayı oldular. Bu esnada ortalık kalabalıklaştı. Lila’giller, Lenu’giller, Don Achille ailesi, Marangoz’un ailesi, Deli dul kadın, Demiryolcu-şair, Manav ve ailesi, kenarın varsılı faşizan Solara’giller… Anne babalar, kardeşler, yakın arkadaşlar; sevdikleri, korktukları, çekindikleri, merak ettikleri kişiler; kenarın çocuklarının merkeze gıcıklığı. Veya hangi kızın hangi oğlan’a -ya da tam tersi- ilgi duyduğu, hislerini kendi içinde nasıl yaşadığı, hislerin ifade biçimleri, bu esnada çevrede başkaları var ise, ifade biçimlerinin nasıl örtündüğü, gizlendiği…
Veya kenar semtin iç sıkışıklıkları, büyümek denilen şey, aşk, cinsellik, küçük puştluklar, eğilip bükülmeler, kin ve hırslar, uzlaşı, mecburiyet, boyun eğmek veya karşı durmak, mütemadiyen pis pis sırıtan varsıl kötülüğü, şiddet, yoksulluk, kilise, okul, bir düğüne hazırlanan “plebler”…
“Çocukluğumuzu özlemiyorum, şiddet doluydu. Hem evde, hem dışarıda her türlü musibet gelirdi başımıza ama gene de payımıza düşen hayatın özellikle kötü olduğunu düşündüğümü hiç hatırlamıyorum. Hayat böyleydi, işte o kadar; başkaları bize hayatı zindan etmeden, biz onlara zindan etmeliyiz zorunluluğuyla büyüyorduk.“ (E. Ferrante)
Anlatıcı Lenu’nun sesi beni sıkı sardı. Hatta anlatının içine çekti. Su kemeri takıntım soldu. Lenu’nun sesini izledim.
Ne zaman annesinden söz etse, ekşimiş bir dil kullanıyordu:
“Notlar belli olduğunda öğretmen annemi çağırdı, benim yanımda Latinceden onun cömertliği sayesinde geçebildiğimi ama bir sonraki yıl özel ders almazsam başaramayacağımı söyledi. Katmerli bir aşağılanma yaşadım: hem ilkokuldaki kadar başarılı olamadığım için hem de öğretmenimin uyumlu görünümü, düzenli giyimi, biraz İlyada destanını andıran İtalyancası karşısında annemin perişanlığı, eski ayakkabıları, mat saçları, berbat lehçesi ve gramersiz İtalyancası yüzünden utandım. Annem de bu ezikliğin ağırlığını hissetmiş olmalı. Suratsız bir ifadeyle eve döndü, babama öğretmenlerin benden hoşnut olmadıklarını, kendisinin evde yardıma gerek duyduğunu ve benim eğitimime ara vermem gerektiğini söyledi.” (E. Ferrante)
(Ortaokul çocukları İlyada mı okuyor? Biz ne okuyorduk o zamanlar, Ömer Seyfettin mi?)
Bir ara Lenu’nun babası, bir nedenle patladı ve esasen şu an karısı olan ve elinden bir iş gelmeyen kadın ile değil de, gençlik aşkı ve çalışkan Ines ile evlenebilmiş olsa idi şimdi mesleki ve ekonomik bakımdan çok daha iyi bir durumda olmuş olabileceğine dair cümleler kustu.
Ölümünden birkaç yıl önce babam ve ben, salonda kanepede yan yana oturuyorduk. Annem mutfaktan seslenerek direktifler veriyordu. Babam bir an için oğlu olduğumu unuttu ve “Kardeşim,” dedi, “çok çektim ben bu kadından.”
Selam sevgi ile
-devam edecek-
(*) Giuseppe Garibaldi (1807-1882): İtalyan general, yurtsever, lider ve yazar. İtalya Devleti'nin kurulmasına öncülük etmiştir. (…) Günümüzde Casa Garibaldi İstanbul adıyla tanınan Societá Operaia İtaliana (İtalyan İşçi Birliği) derneğinin kurucu başkanı oldu. (Vikipedia)
—–
Kapak Görseli: Arcturian (Pixabay)