Tepinmek
Rana Cabbar (Solakyan), ismini ve kimliğini değiştirerek, gizleyerek, sessizliğe bürünerek yaşamış pek çok ismin arasına katıldı.
24.04.2023
Yüzü gözü sinirden kızarmış, deli gibi tepinen bir çocuğu ya da genci çok ciddiye alırım. Aciz hissederim karşısında. Duygularına denk kelimeleri bulamadığı için, derdini paylaşılmadığı için haklı bir isyandadır. Çok yalnızdır. Yalnızızdır böyle zamanlarda.
Sonra büyürüz ama. Yüzü gözü sinirden kızarmış, deli gibi tepinen yetişkine sadece öylece bakarım. Kelimelerle anlatamadığı nedir? Hani, kendi başına cinnet geçirirsin o ayrı ama birinin karşısında tepinince aslında “Senin üzerinde tepinesim var” demeye gelir ya iş, her şey biraz gösteriye dönüşüverir.
Ama bize tepinmek öğretilir zaten doğalında. Gücü gücüne yetene diye bir toplumsal ve siyasal düzen kurulunca, herkesin hiyerarşik olarak üzerinde tepinilecek birilerini araması kaçınılmaz olur. Tepinme hakkı eşdeğerliğin hüküm dışı kalmasına muhtaç. Kendinden “aşağı” göreceksin öncelikle birilerini. Şu ya da bu sebeple daha az insan sayacaksın. Önyargılarını devreye sokacak, birtakım ezber gerekçeler ayarlayacaksın zihin dünyanda. Ve mutlaka yeterli çoğunluk olacaksın. Daha az ya da tek olanın üstüne çullanacaksın.
Acı sınavı
Acı çekmek insan hayatının zorlu ama özel bir deneyimi. Hiçbir duygu onun kadar öğretici değil, dersinden kaçmıyorsan elbette. Acı insanı bir yandan içine döndürür bir yandan da hiç olmadığı kadar çevresiyle bağ kurdurur. Acı çeken ve bunun ne demeye geldiğini bilen, hiç tanımadığı birini de anlayabilir hâle gelir. Bir bakış yeterlidir bir başka sebepten kaderdaş olan bu yabancıyı çözmek için. Hakkı verilmiş acı, tutmaktan kaçınılmayan yas bağ kurar.
Toplu olarak içinden geçilen acı ve yas süreçleri için de aynı düstur geçerli. Tıpkı Ermeni halkının evrensel yas günü 24 Nisan için olduğu gibi. 200’ü aşkın Ermeni aydınının İstanbul’da tutuklandığı, Ayaş ve Çankırı’ya sürgüne gönderilerek öldürüldüğü gün olan 24 Nisan 1915’in 108. yıldönümü dolayısıyla “24 Nisan Anma Platformu”nun bu yıl Kadıköy'de düzenlemek istediği 24 Nisan anması geçen yıl olduğu gibi İstanbul Valiliği tarafından yasaklandı. 2010-2019 yılları arasında kesintisiz biçimde yapılan, pandemi döneminde de online olarak düzenlenen anmaların son iki yıldır yasaklanması, nefes alınmaz hâle gelen genel atmosferin doğal bir parçası olduğu kadar siyasi konjonktüre göre şekillenen tercihlere de örnek. Devir nefret söyleminin, provokasyonun para ettiği sıcak seçim dönemi. Platformun yasağa ilişkin açıklaması da bu gerçeği belirtirken, anmanın taahhüt edeceği ve cevaz verilmeyen asıl etkisini anımsatıyor:
“1915’te katledilenleri nefretle anan çevrelerin, 1915’te öldürülen, topyekun katledilen Ermenilerin ve Süryanilerin torunlarını bugün yine hedef gösterenlerin, soykırım inkarcılarının, azınlık bırakılan halkları ırkçı nefret söylemiyle düşmanlaştırmaya devam edenlerin ellerini kollarını sallayarak dolaştığı, ırkçı toplantı ve gösterilerin serbest olduğu koşullarda 1915’te kaybettiklerimizi saygıyla ve sükunetle andığımız bu etkinliğin yasaklanması kabul edilemez… 1915’le yüzleşme bugün demokrasi, eşitlik, kardeşçe bir arada yaşamın sağlam temellerde inşa edilmesi için atılması gereken zorunlu bir adımdır. Bu yüzleşme yaşanmadan hiçbir demokratik hamle kalıcı, hiçbir toplumsal ilişki eşitlikçi olamaz.”
Her yıl Ermeni aydınlarının ilk götürüldüğü Sultanahmet'teki bina önünde 2005’ten bu yana açıklama yapan, 2017 yasağından beridir İHD önünde seslenmeye hazırlanan İnsan Hakları Derneği Irkçılığa ve Ayrımcılığa Karşı Komisyonu da bu konuda alternatif hafıza ören damarlardan. “Ermeni Soykırımını Tanı, Af Dile, Tazmin Et!” başlıklı çağrının kendisi tarihten öte bugüne dair duruş ve geleceği belirleme iradesi talep ediyor. Yine son Cumartesi Anneleri/İnsan buluşmasında gözaltına alınanlar arasında yer alan İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı avukat Eren Keskin, Evrim Kepenek’e verdiği demeçte bağlantıları yerli yerine oturtmuş:
“Açıklamamızın başlığı da o günden bu yana hiç değişmedi: 'Soykırımı tanı, af dile ve tanzim et'. Biz İHD Irkçılığa ve Ayrımcılığa karşı Komisyon olarak yıllardır düşüncelerimizi açıkça ifade ediyoruz. Türkiye devleti, Türkçü islamcı resmi ideolojisi ile yüzleşmeden bu coğrafyada bir demokratikleşme olması mümkün değil. 1915 ve 1938 Soykırımlarını, Kürt illerinde devlet eliyle işlenen cinayetleri, gözaltında kayıpları, Şark Islahat Planını bunları tartışmadan bu coğrafyaya demokrasi gelmesi mümkün değil.”
İnkâr ne demek diye sorsalar başkasının acısının üzerinde tepinmek derim. 24 Nisanlarda ve yılın geri kalan tüm diğer günlerinde Ermenilere yaşatılan budur. Acısında tepinmek. Yoksa bir anma toplantısı yasaklandığında, Ermeni kelimesi küfür niyetine kullanıldığında, inkâr siyasetine her yıl en vecizinden yeni argümanlar eklendiğinde mezarsız ölenler, toprağından izi silinenler, her mecrada ismi cismi geçmeyenler geçersiz olmuyor. Hakikat değişmiyor. Boşluk kendi adına konuşuyor her seferinde.
Unutturmayanlar
Dahası ilk inkârın gücüyle devam eden her organize kötülük hepimizi birinci kareye geri ışınlıyor.
Anayasa Mahkemesi'nin Galatasaray Meydanı'nda açıklama yapmalarının engellenmesine hak ihlali kararı vermesinin ardından adalet arayışlarının 943. Haftasındaki buluşmalarına yine gözaltılarla müdahale edilen Cumartesi Anneleri/İnsanları haklılıklarından bir şey mi kaybediyor?
Mücadele mi duruyor? Hayır, sadece acının üzerinde biteviye tepinmiş oluyorsunuz. Acının, kaybın, yasın sahibi yapılmasına izin verilmeyen basın açıklamasında şöyle diyordu:
“Bugün bayram… Herkes sevdikleriyle vakit geçirirken, mezarlarını ziyaret ederken biz bu bayram da Galatasaray’dayız. Bizim ziyaret edeceğimiz bir mezarımız yok. Gözaltında kaybedilen sevdiklerimizin mezarlarına bırakamadığımız karanfilleri kayıplarımızın simgesi haline gelen Galatasaray Meydanı’na bırakmak için buradayız. Yaşadık biliyoruz: Bayram toplumsal sevinç ve kutlamada ortaklaşmaksa, adaletsizliğin hüküm sürdüğü yerde bayramlar bayram gibi olmaz. Bayramlar; acının, öfkenin, yasın ve isyanın derinleştiği zamanlara dönüşür. Bayramların herkes için kutlamalara vesile olabilmesi için adaletli bir hukuk düzeni kurmak ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü sayan bir devlet yapılanması istiyoruz. Bu bayramda da Devleti yönetenleri, gözaltında kayıpların bulunması, akıbetlerinin açıklanması, faillerin cezalandırılması ve adaletin sağlanmasına dair yükümlülüklerini yerine getirmeye çağırıyoruz. Bayram vesilesiyle gözaltında kaybedilen sevdiklerimize sesleniyoruz: Sizi asla unutmayacağız; aklımızda, direncimizde, sözümüzde yaşatacağız… Kaç yıl geçerse geçsin; tüm kayıplarımız için adalet istemekten, devletin evrensel hukuk normları içinde hareket etmek zorunda olduğunu hatırlatmaktan, 244 haftadır bize yasaklanan kayıplarımızla buluşma mekânımız Galatasaray’dan vazgeçmeyeceğiz.”
Hadi biraz da eskilere dönelim. Taner Akçam’ın geçen hafta Agos’ta Dersim Katliamı’na dair okuması zor bir mektup başlıklı yazısı 17 Aralık 1946 tarihli, askerliğini 1937/38 yıllarında Dersim’de çavuş olarak yapmış Ali Öz’ün mektubuna dayanıyor. Ali Öz, Dersim’de katliamları örgütleyen Abdullah Alpdoğan’ın koruması olarak görev yapmış, birçok cinayete hem şahitlik etmiş hem de doğrudan katılmış. Özellikle Abdullah Alpdoğan’ın doğrudan işlediği cinayetleri anlattığı, emrindeki askerleri, kadın çocuk herkesi öldürmeye zorladığı bölüm, inkâr ve cezasızlıkla taçlanan sistematik imhanın nasıl da tekrara meyyal bir model oluşturduğunun görülmesi açısından ibretlik sayılır:
“Şimdi askerler size sesleniyorum, bu Kızılbaş dölleri hepsi vatan hainlerinin piçleri, arkadaşlarınızın katillerinin piçleri, bunlar büyürse kardeşlerinizi öldürmeye devam edecekler. Bunların kökü kazınmalı, Ermeni döllerinin kökünü kuruttuk, bir tek bu Kürtlerle, Kızılbaşlar kaldı. Çocuklarınızın bu ülkede mutlu yaşamasını istiyorsanız acımadan öldüreceksiniz…”
Ölümle tescilli kimlikler
Hayat bu ya, eşzamanlıklarla çok şeyi bir arada düşünmeye davet ediyor. 20 Nisan’da hayatını kaybeden, tiyatro ve sinema oyuncusu Rana Cabbar’ın (Solakyan) Şişli Ermeni Katolik Mezarlığı'nda düzenlenen ayinin ardından toprağa verilişiyle ortaya çıkan Ermeni kimliği, bu büyük emektar ustanın şahsında ömür boyu gizlenen Ermeni kimliğine dair apayrı bir hayat hikâyesi yazdırdı belleğimize.
Ankara Sanat Tiyatrosu’nun kuruluş çalışmalarında yer alan, Uğur Mumcu’nun yazdığı ‘Sakıncalı Piyade’ oyunundaki ‘sakıncalı’ rolünü ilk oynayan aktör olarak bilinen, önemli sinema ve dizilerdeki karakterleriyle zihinlerde yer eden Rana Cabbar, bu alanda ismini ve kimliğini değiştirerek, gizleyerek, sessizliğe bürünerek yaşamış pek çok ismin arasına katıldı. Ermeni sanatçıların Osmanlı’dan itibaren kurulan ilk konservatuvar olan Darülbedayi’nin de kuruluşunda yer alan Ermeni sanatçıların izinin silinişi, ticaret hayatında güvenirliğini ancak müstear Türkçe isimlerle edinebileceğini düşünen tüccar ve esnafın hikâyeleriyle de bağlantılı. Türkçe isimlerle bastırılan kartvizitler, dört duvara gizlenen dini ritüeller. Ve elbette susulan bir dil. “Biz o dönemlerde Ermeni, Rum, Yahudi bilmezdik” diye övünülen anlatı (Kürtlerin ve Alevilerin de elbette ismi geçmez) korkuyla, endişeyle, temkinle susanların sessizliğinin tarihi. O güzel yemekli komşuların “Sonra bir gün gittiler” denilen, nedeni sorulmamış üç noktalı suskunlukların tarihi. Çünkü Cumhuriyet dönemi ırkçı kıyım ve provokasyonların hiçbiri için de özür dilenmedi. Çünkü soru sormak ve öğrenmek inkâr kolaycılığına sığınılamayacağı için bedelliydi.
CHP Genel Başkanı ve Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Twitter hesabından paylaştığı ve dünya genelinde en çok izlenenlere dönüşen “Alevi” başlıklı video da bu günlere denk geldi. Akabinde Adıyaman’da saldırıya uğrayan, ironi gereği ağzını her açtığında nefret suçu işleyenlerce ülkeyi, halkı bölmekle suçlanan Kılıçdaroğlu aslında sadece kimliğini paylaşıyor ve usulca devrim yapıyordu: “İlk oyunu verecek olan sevgili evlatlarım, ben Aleviyim. Hak Muhammed Ali inancı ile yetişmiş samimi bir Müslümanım… Kimliklerimiz bizi biz yapan varlığımızdır. Ve elbette onurla sahip çıkmamız gerekir, onları seçemeyiz. Onlarla doğarız, büyürüz ve yaşarız. Ancak hayatta seçebileceğimiz çok önemli şeyler var. İyi bir insan olmayı, dürüst olmayı, ahlaklı olmayı, vicdanlı olmayı, erdemli ve adil olmayı seçebiliriz. Daha iyi bir yaşamı özgür ve zengin bir ülkede yaşamayı seçebiliriz. Ve bu seçimlerimiz hem bizi hem içinde bulunduğumuz toplumu hızla değiştirebilir.”
İdeal ile gerçek arasındaki fark insanlığın en büyük dramı. Yapılabilecekler ile yapılması tercih edilenler. Yapmaya cesaret edilemeyenler. Cesareti hayatıyla ödetilenler. Kimliğini sadece sen istediğin için, dilediğin zaman ve mekânda özgürce dile getirerek onun eşliğinde özgür, adil, eşit bir hayat sürmek dünyanın en temel haklarından biri olmalı. Uygulamaysa tam tersi örneklerle dolu. Ermeniler, Kürtler, Aleviler için susulması şart konular, sürdürülebilir makbul hayatlar var. Her yeni bilgi kendisiyle şimdi ne yapılacağına dair bir seçim dayatıyor. “Bunu bilmiyordum”a yaslanma, sorumsuz kalma kolaycılığını ortadan kaldırıyor. Çok uzun zamandır ve giderek daha çok şey biliyoruz. Hayat; kabul ve paylaşma imkânı sunuyor iç içe geçen bütün bu ağların arasından. Eşzamanlılık bir kez daha hakikati örüyor ince ince. Kurbanların hikâyesi kadar faillerin o koca, yekpâre desenini. El ele vererek bugün, yarın, daima üzerinde asıl tepinmemiz gereken tek şeyi…