Okumalar, Değinmeler-43: Yalı Hanı ve Dersim’iz Aşk
Yalı Hanı kitabı için çalışırken hiç kimse Yalı Hanı’nın Dersim sürgünlerinin dağıtım noktası olduğunu söylememişti.

27.05.2023
Bir önceki yazının son paragrafı şöyle idi: “Annie Ernaux’un düşünüş, hissediş, ifade edişi ile mikro tarih yaklaşımı arasında bir akrabalık olabilir mi acaba diye düşünüyorum. Ben bu üslubun bir çömezi, yolda öğreneni olarak son 20 senede bazı işler yaptım. Bu cümleyi bir sonraki yazıda açarım belki.”
Bu yazıda açmayı deneyeceğim. Mekan monografisi olarak Çanakkale Yalı Hanı ve gayrıresmi tarih, sözlü tarih çalışması olarak Dersim 38 kitaplarından, kitapları yapış nedenlerimden ve Fakat Müzeyyen kitabından söz edeceğim.
(Yaptığım işi tanımlamayı beceremem. Tanımın, okurlar ve kritik edenler aracılığı ile hayattan geleceğine inanırım. )
2000’li yılların başında bir yayınevi, Kalfa ile Kıralıça adlı kitabı ve daha önce basılmış olan Fakat Müzeyyen… ve Albayım Beni Nezahat ile Evlendir adlı kitapları (yeniden) bastı, yayımladı. Bana üç kitap için peşin ödeme yaptı. “Bu parayla İstanbul’da kalsam kısa sürede erir, bari yeni bir kitap için işe yarasınlar” diye düşündüm, Çanakkale’ye gittim.
Çanakkale, yaz başında güneye doğru inerken içinden geçtiğim bir şehir idi. Otobüs, şehrin içinden geçerek İzmir yoluna kıvrılırken, pencereden bakışla, gündelik hayatlarını sürdüren insanları, dükkanları, kaldırımda yürüyenleri, evleri, sokakları görüyordunuz. Bir bakıma şehrin açıkta akan özeli içinden geçiyordunuz. Sonrası otoban.
Elimdeki para ile Çanakkale’de bir araştırma/kitap yapabilir miyim diye düşündüm. Aynalı Çarşı’ya bakayım dedim. Aynalı Çarşı türküsünün müzikal yapısının başka dillerde terennüm edildiğini biliyordum. Aynalı Çarşı fizik kalıntı olarak beni hayal kırıklığına uğrattı fakat bir han girişinden bakışla bir an için mor salkımların sarıp sarmaladığı han avlusu’nu gördüm. Çağırdı beni, içeri çekti.
Han, 19. yüzyılın sonlarında bir Rum/Yunan tarafından yapılmıştı. 100 yıldan fazla zamandır orada duruyordu. Deniz kenarı şehrin çekirdek mekanı olan Yalı Mahallesi’ndeki konumu ve kullanım biçimi ile bakıldığında Yalı Hanı, 1880’lerden bu yana Çanakkale’de geçen zamana tanıklık edebilecek yetenekteydi. Ülkenin ve şehrin hayatındaki değişimler Han’a da yansıyordu. Han avlusundaki “talika” denilen atlı arabaların ve atların yerini motorlu taşıtlar alıyor, Anadolu içlerinden sırtı yorganlı mevsimlik işçiler geliyordu.
İstanbul’a döndüm. Çanakkale ile ilgili kitaplar kaynakçasına baktım. Kitapların ezici yüzdesi Çanakkale Savaşları’na dair idi. “Şehrin, savaş öncesi ve sonrasında bir hayatı yok mu?” diye düşündüm.
Arkadaşlarımdan referanslar aldım ve kalkıp tekrar Çanakkale’ye, Yalı Hanı’na gittim. Saim Yavuz’u buldum. Sonrası kolay aktı. Çanakkale Sivil İnisiyatifi isimlerinden Mimar İsmail Erten, Han’ın sahibi Hasan Temel Turhanlı (1), kardeşi Handan Turhanlı, Saim ve Leyla Yavuz, Levent Çelikel ve diğer “han sakinleri” kitap fikrimi desteklediler. Neticede Yalı Hanı ve Han Sakinleri adlı kitap ortaya çıktı.
Kitaptan bir iki detay aktarmak isterim:
“…Yalı Camii’nin yan tarafında bulunan han (Yalı Hanı) diğerlerine göre daha büyük ve temiz görünürdü. Diğerleri gibi at pisliği kokusu duyulmazdı burada. Daha çok buraya (Çanakkale’ye) çalışmaya gelenlerin kullandıkları bir otel havasındaydı. Bir oda içerisine dolan insanlar toplu halde burada yatar, barınırlardı. Geniş bir avlu ve bunun etrafına sıralanmış bir sürü odadan ibaretti. Bazen o kadar kalabalık olurdu ki, yaz günlerinde buranın ikinci kattaki balkon diyebileceğimiz kısımlardaki koridorlarda bile yatanlar olurdu.” (Hikmet E. Özbek’in Çanakkale anılarından)
“İlk gördüğümde, Yalı Hanı’nın kapısında ‘Askere Serbest’ yazıyordu. ‘Acaba halk için yasak mı?’ diye düşündüm. Çünkü gelen giden yoktu. Loş, karanlık ve kapalı bir alandı. Tarihi bir kokusu vardı. Eski ahşap duvarların, kirişlerin neler görüp yaşadığını merak ettim. Günümüzde öğrencilerin ve entelektüellerin uğrak yeri haline geldi. Bu mekânda, bazen ünlü yazarlar söyleşi yaparlar, bazen de kitap imzalarlar; böyle anlarda izdiham oluşur. Bazen de sessizlik kaplar ortalığı. Bir bakıma Yalı Hanı ülkedeki durumu yansıtan bir ayna gibidir: Bazen sönük, bazen ateşli.” (Graham Lee, 1952 İngiltere. 1998 yılında Çanakkale’ye yerleşti. İbrahim Aksu adını aldı.)
“Çanakkale’de üç dinin oluşu, Levantenlerin oluşu havayı değiştiriyor. Kim ne derse desin, bir şeyler getiriyor buraya.” (Ali Haydar Caner 1924 Çanakkale)
Yalı Hanı’nın ilk sahiplerine dair bir şeyler öğrenemedim. Bir kayıt, bilgi olmamasına şaşırdım. Fakat kaderin garip bir cilvesi olarak, birkaç yıl sonra Ma Sekerdo Kardaş (Dersim 38) kitabını hazırlarken Düzgünkaya ve Çetinkaya ailelerinin Çanakkale’ye sürüldüklerini ve önce Yalı Hanı’nda bekletilip daha sonra mecburi iskân olarak Çanakkale Bayramiç ve Yenice köylerine dağıtıldıklarını öğrendim.
“…Sabah Çanakkale’ye vardık. O zaman Çanakkale’de iskele yok. Açıkta duruyorsun, motor gelip seni alıyor. Bizi vapurdan aldılar, götürdüler Yalı Hanı’na. Yalı Hanı’nın dış kapısı önünde cadde var, duvarın önüne yığıldık. Vali, Emniyet Müdürü, İskan Müdürü geldiler. Bi sıraya dizülmüşük. Babam ve Hanım’ın (eşinin adı) dedesi sakallı. Nenem yaşlı, 80 yaşında. Baktılar, sordular neneme. Nenem konuştu. Nenem Türkçe konuşunca şaşırdılar. Oraya giden emirde ‘bunlar dil bilmiler, haydutlar, adam yiyiler’ diye bilgi gitmiş. Biz Türkçe konuşunca bunlar şaşırdılar. (…) Kendi kendilerine konuştular, ‘yav’ dediler, ‘nasıl olmuş ki bu adamları mahrum etmişler her şeyden.” (Cansa Düzgünkaya, Ma Sekerdo Kardaş, İ. Algör, İletişim Yay.)
Yalı Hanı kitabı için çalışırken hiç kimse Yalı Hanı’nın Dersim sürgünlerinin dağıtım noktası olduğunu söylememişti. Han’ın ilk sahiplerine ve Dersim sürgünlerinin han ile ilişkisine dair bu unutkanlık dikkatimi çekti.
Gelelim Ma Sekerdo… kitabına
Yalı Hanı kitabını, “Çanakkale insanlarının savaş dışında, öncesinde ve sonrasında sivil bir hayatı yok mu, olmamış mı?” sorusunun peşine giderek hazırladım. Keza, Ma Sekerdo Kardaş-Dersim 38 tanıklıkları kitabının motivasyonu ise çocukluktan beri duyduğum, biriktirdiğim, üst kuşak hafızasının yanısıra, hem resmi tarihe hem de 1938 senesinde çakılı kalmışlığa karşı bir refleks idi. “İyi güzel de sonrasında ne oldu?” sorusuna sebep olan bir refleks.
Her iki kitap da esasen birey hafızası, halleri ve gündelik hayat detayları ile ilgilidir. Haliyle bireyi ve gündelik hayatı, dönemi, tarihselliği ile bir arada almak gerekiyor.
Fakat Müzeyyen…
Fakat Müzeyyen…, İkircikli Biricik, Hisli Kirpi gibi “novelet”ler biyografik özellikler taşır. Oto-kurmaca kavramına yaklaşır. Bir arkadaşımın deyimi ile “varoluş hikâyeleridir.” Bu esnada Türkiye ve dünya tarihine değer, dokunur. Bütün bunları yaparken de okuyucunun sayfa çevirme enerjisini –mümkünse tüketmeden akan– bir anlatı kurmaya çalışır. Bu anlatı tarzında nesneler, süpürgeler ve kedilerin de sesleri vardır.
Fakat Müzeyyen… kitabında bir adam, bir erkek sesi, sevdiği kadın tarafından terk edilmiş, kadın ile son bir buluşmaya giderken şehrin gündelik hayatının içinden geçiyor ve o esnada kadın ile beraberliğinin hikâyesini anlatıyor bize. Birtakım popüler figürlerden bahsediyor. Bu figürlerin en geniş yer kaplayanı Sadri Alışık adında bir film oyuncusu.
Sadri Alışık bazı filmlerinde bir kadını sever, kadın bir nedenle Sadri’yi terk eder, kahramanımız, kadının gidişini onun özgürlüğü olarak kabul eder ve dönüp kadehlere, makam musikisine sarınır. Mesela: “Menekşe gözlerde hiç vefa yokmuş”, “Ben seni unutmak için sevmedim.
Gülmen ayrılık demekmiş bilmedim” vb.
Biraz yanık, hafif tarazlı fakat içtenlik etkisi yaratan sesi ile şarkısını söyler. Beden dilini de işin içine katar, boyun bükerek söyler. Acısını bize bulaştırır. Olayı mağdur, kaderli, kederli bir yere bağlar.
Biz Sadri’nin kullandığı kültürel kodlara; makam musikisine, “bi tek daha ver Hüsnü baba” gibi meyhane müdavimi, gönül adamı hallerine vs. aşinayızdır. Sadri, kültürün kodlarını doğru kullanır ve bizi hikâyesine inandırır. Kadının Sadri’yi terk edip gitmiş olmasında haklı nedenleri var ise bile, Sadri’nin acısını kültürel kodlara bulayarak sunuşu, bize kadının gidiş nedenlerine bakma imkanı vermez. Yani bir bakıma Sadri, Fakat Müzeyyen… kitabı ve ben, kültürel kodları doğru kullanarak herkese yalan söyleriz. Yalan söylemesek bile hakikatin üstünü örteriz, gizleriz. Bunu bir film veya roman içinde yaptığımız için yaptığımız gözbağcılık “sanat” olarak kabul edilir.
Bu gözbağcılığın siyasi versiyonu da vardır. Kültürel kodlar, siyasetçilerin kullanıp sonuç aldıkları gözbağlarıdır.
Hadi buyrun bakalım. Belki de Fakat Müzeyyen… sadece bir aşk hikâyesi değildi.
Selam sevgi ile
*
(1) Hasan Temel Turhanlı ve Levent Çelikel, Ece Ayhan’ın aşağıdaki paragrafta “Fransız Hasan, Tak Tak Levent” olarak zikrettiği kişilerdir: “Rimini ile Çanakkale’yi bitiştirmemin nedeni biraz da Fransız Hasan’ın, Kırılgan Yücel’in, Serçe Abdi’nin, Tak Tak Levent’in, Deli Neşet’in, Kız İsmet’in, Ağzının Tadını Bilen Ali’nin, Yılan Süleyman’ın, Kleopatra Behice’nin, Taro’nun … şiirli yaşamları değil midir?”