Okumalar, Değinmeler-44: Şekspir ve “Soylu Vahşi”ler
“Kölelik varsa efendiler de köledir” demiş Bay Rousseau.
03.06.2023
Önceki yazıların bir yerinde Şekspir’in Fırtına adlı eserinde Caliban figürüne değinmiştim. Vahşi, yaban, öteki olarak tanımlanan Caliban figürüne.
Can Yücel, 1991’de Fırtına’nın Türkçe çevirisinin önsözünde sömürgeci beyaz adamın “Batı Hint Adaları” veya “Yeni Dünya” dediği coğrafyanın insanlarına bakışına dair şunları yazdı:
“… Yerliler ise yaban, gayrı-uygar, akıldan, dilden yoksun, Tanrısız, kalleş, eciş bücüş, rengi bozuk bir sürüydü. Bunları imana getirmek, insan kılığına sokmak adına her eza-cefa mubahtı. Hele ellerindeki olanca zenginliği sömürgenlerin buyruğuna teslim etsinler, onlar da yavaş yavaş, itile kakıla, kırıla biçile insan sırasına belki girerlerdi.”
“kara kalabalık”
Şekspir ve Fırtına’ya dönmeden önce Türkiyeli münevveran’ın konuya bakışını görelim. Orhan Koçak, Nurullah Ataç ve Cemil Meriç’te, şu bakışı bulmuştu: “Caliban ikisi için de evrensel ayak takımıdır, her yerin ve her zamanın kara kalabalığı.”
Ümit Bayazoğlu, Arap Kızı Camdan Bakıyor-Türkiye’nin Siyahları adlı kitabının (Aras Yay.) “Sunuş” yazısında, Türkiyeli münevveran’ın “köle, arap, siyah” konusunda bakışını özetliyor:
“Tanzimat Edebiyatında Kölelik adlı kitabında İsmail Parlatır’ın da dediği gibi Osmanlı aydınları, aslında hiçbir zaman köleliğe muhalefet etmediler. (…) Yakın dönem yazarları da köle sorununu ya görmezden geldiler ya da ona şöyle bir değinip geçtiler. Hatta, Ömer Seyfettin gibi bazıları alenen ırkçı, ayrımcıydılar. Ömer Seyfettin’den çok daha farklı bir yere konumlandırabileceğimiz Nahid Sırrı Örik dahi söz konusu zenciler olduğunda düpedüz ırkçıydı. (…) …sevip saydığımız bazı ünlü yazarlar onlardan tiksintiyle bahsettiler. Bunlardan biri de Ahmet Hamdi Tanpınar’dı. Ocak 1960’ta Paris’ten Adalet Cimcoz’a yazdığı mektupta, Amerikalı yazar James Baldwin’le nasıl tanıştığını anlatıyor:
“Atillâ [İlhan] beni burada bir zenci romancı ile –Baldwin bilmem neyin Baldwin’i– tanıştırdı. Bir romanını almış, henüz okuyamamıştım. Benim tuhaf huylarımı bilirsiniz: öyle zenci, Çinli filandan pek hoşlanmam. Bana hilkatın acaiplikleri gibi gelir. Ben âri ırkdanım. Buna rağmen oğlan müdhiş sevimli, ecinni gibi bir şey.”
Türkiye’de Şekspir, “Arabın İntikamı” veya Mecidiköy’de “Otello Kâmil Sokağı.”
Nâzım Hikmet Ran, “Oyunlarım Üstüne” adlı yazısında aktarıyor:
“Ankara’da 921 kışında, ahırdan bozma salaş bir tiyatroda, gaz lambalarının ışığında ve ikide bir soğuktan avuçlarıma hohlayarak Otello Kâmil’i seyrettim. Ömrümde ilk defa Şekspir’i seyrettim. Abdullah Cevdet adında bir eski Jön Türk şairi Arap ve Acem sözcükleriyle dolu bir dille büyük üstadı Türkçeye çevirmişti. Otello’yu, Hamlet’i filân okumuştum, şaşmıştım, hayran olmuştum ama pek anlamamıştım. Kâmil bir gezgin aktördü. Repertuvarında bir tek piyes vardı denilebilir. Otello’yu Papazyan üslubuyla oynadığını söylerler. Ne yazık Papazyan’ı Otello’da seyretmek nasib olmadı. Ama çırağı Kâmil’in Otello’suna bakıp ustasının ustalık kertesini kestirmek mümkün.” (İdris Mahfi, arkakapak.babil.com)
Şekspir ve “Fırtına” ya dönelim: Eduardo Galeano, Ateş Anıları adlı kitabında, sömürgeci beyaz’ın yediği haltları yansıtışları bakımından Şekspir ile Cervantes karşılaştırmasını yapar. Galeano’ya göre Cervantes, “yeni” kıtadaki vahşetin farkındadır: “Hint Adalarına doğru yola çıkan herkes vicdanını rıhtımda bırakır.”
Yine Galeano’ya göre Şekspir ise sömürgecinin şairidir: “Francis Bacon yeni imparatorluğun felsefecisi ve kralın başkâtibi, William Shakespeare ise şairi olacak. Francis Drake de gemilerinin kaptanı.”
Vaktiyle Birikim dergisi için yazdığım bir yazıda, Galeano’nun ifadelerine sezgisel bir şerh düşmüştüm:
“Şekspir’e Galeano tarzı eleştiri herkesin harcı değildir. Galeano’nun penceresi de Şekspir’e bakış için tek pencere değildir.”
Yakın zamanda Şekspir kıraliçenin borazanı mıydı, değil miydi konusuna açıklık getiren, inanılmaz incelikle dokunmuş bir yazı okudum. Emine Ayhan, Fırtına’ya yazdığı –adeta ayrı basımı hak eden– muhteşem önsözünde, “Avrupalı Kolonyalistlerin Yeni Dünya Anlatıları” başlığı altında, önce Şekspir’in yararlandığı kaynakları sıralar:
“Yüz yılı aşkın zamandır Amerika kıtasında koloniler kuran İspanyol, Portekizli, Flemenk, Fransız kolonyalist ve kâşiflerin bu Yeni Dünya’daki hayata ilişkin yer yer abartıya kaçan tanıklıkları dönem İngiltere’sinde de ilgiyle karşılanıyordu. (…) Amerikan yerlilerinin köle yapılıp satılmasının veya pazaryerlerinde ölü veya diri olarak para karşılığı teşhir edilmesinin dönem İngiltere’sinde de bilindik bir uygulama olduğunu Shakespeare Caliban’la karşılaşan Trinculo’nun ağzından şöyle dile getirmektedir:
‘Şimdi İngiltere’de olsam (bir zamanlar olduğum gibi),
şu balığı da allayıp pullayıp sergilesem pazarda,
her bakmaya
Bir gümüş vermeyecek tek enayi tatilci çıkmazdı karşıma.
Bu canavarla zengin olurum valla;
Gerçi garabetin her cinsi adamı zengin eder orada.
Kötürüm bir dilenciye metelik sadaka vermezler de,
on misli harcamaktan çekinmezler ölü bir Yerli görelim diye.”
E. Ayhan’a göre Şekspir, Avrupalı kolonyalistlerin iki farklı bakışının farkındadır:
“Shakespeare Fırtına’da sadece Avrupalıların Yeni Dünya’ya ilişkin yakın tarihli tanıklık metinlerinden ve seyahat anlatılarından faydalanmakla kalmaz, bu ilk kolonyalistlerin Amerikan yerlilerine küçümseyici bakışına karşı geliştirilen ‘soylu vahşi’ söylemine ve bu söyleme eşlik eden ideal toplum ütopyasına da yer verir.”
(“Soylu vahşi”: On altıncı yüzyılın sonlarında, kolonyalizmin eğitimle terbiye edilemez, özünde kötü “vahşi” söylemine tepki olarak geliştirilen ve aslında gene kolonyalizmin bir uzantısı olan söylem.)
E. Ayhan, bu ikili bakış’a göre Şekspir’in durduğu yeri anlatır:
“Shakespeare Caliban’ı yaratırken her ikisi de bir tür insan doğası varsayımına dayanan kolonyalist ‘soysuz ve şeytani vahşi’ söylemine de, ona tepki olarak geliştirilen, dolayısıyla gene kolonyalizmin bir uzantısı olan ‘soylu vahşi’ söylemine de mesafe almıştır. Shakespeare’e göre, iktidar meselesinin bu ahlaki kurgu ve ikiliğe indirgenemeyecek, ilişkisel bir yapısı vardır. Bununla birlikte Shakespeare, Montaigne’in soylu vahşi idealleştirmesini tümüyle benimsemese de, barbar addettikleri halklar karşısında kültürel üstünlük taslayan Avrupalıların barbarlığına ilişkin eleştirisini benimsemiş görünmektedir.”
Emine Ayhan’a çok teşekkür ederim. Yoğun emek ve özen ile yazdığı önsözü olmasa, Galeano ve Şekspir’e aynı anda saygı sevgi duyan biri olarak, Galeano’nun eleştirileri karşısında “sezgisel şerh” aralığında yaşayacaktım. Sanıyorum Emine Ayhan’ın çalışması sadece “yoğun emek ve özen” ile izah edilemez. Eksik bir izah olur.
Bu çalışmanın farklı bir bakışa yaslandığını bir başka kalemden öğrendim:
“…İnsan olmayanların da aracılık ve dönüştürme güçlerinin farkında olarak geriye dönük bir eleştiri örneği sunan, bu coğrafyadan güncel bir isim daha aklıma geliyor. Çevirmen Emine Ayhan, yakın zamanda çevirdiği dört Shakespeare metni için yazdığı önsözlerde, yalnızca çeviri stratejilerine yönelik açıklamalar yapmakla yetinmiyor, aynı zamanda bir edebiyat eleştirisi örneği de sergiliyor. Bunu yaparken, yalnızca metnin sembolik dünyasını baz almayıp, metnin dünyasını dönemin politik ortamından, piyasa koşullarına, kültürel atmosferinden, teknolojik imkânlara kadar olası bir sürü farklı dünya ile de ilişkilendirerek, yorumlama faaliyetini çok boyutlu ve zengin bir dokuda örüyor. Dahası, bugün bir Shakespeare biyografisi yazılamıyor oluşuna dikkat çekerek, Shakespeare diye tek bir bedende toplanmış bir dehadan söz edilemeyeceğini; Shakespeare’in, yarattığı 900 karakter, onu var eden matbaacılar, dizgiciler, editörler, oyuncular, çevirmenler ve edebiyat eleştirmenleri gibi koca bir cemaat olarak var olageldiğini vurguladığı kısımda Ayhan, Shakespeare isminin tüm bu bileşenlerin ayrı ayrı faillikleri sayesinde varlığını sürdürebilen bir çokluğa tekabül ettiğine dikkat çekerek, bence Latour’un bahsettiği türden, ağı ve kolektif bir aradalıkları gözeten bir eleştiri örneği sergilemiş oluyor.” (Ezgi Hamzaçebi…)
Yol buradan Bruno Latour ve onun ağ teorisine gelir ki, bu konu bana birkaç beden büyük gelir. Ben yine Emine Ayhan’ın Şekspir ve Fırtına’ya dair bir paragrafı ile bağlayayım:
“Shakespeare’in ilimle aydınlanmış büyücü Prospero ile kızı Miranda’da sömürgecinin bu ezici ve mütehakkim tutumunu yerli yerince yansıtmış olması, oyunun ana temasının sömürgecilik olduğu anlamına gelmediği gibi, Prospero ile Miranda’yı düpedüz sömürgeci, Caliban’ı ise soylu vahşi olarak resmettiği anlamına gelmez gene de. Fırtına’yı bu ikilikten hareketle okuyan ve sömürgecilik temasına indirgeyen yaklaşımlar, Shakespeare’in bu gibi ikilik barındıran öznel pozisyonlardansa, bu öznellikleri yaratan ilişkileri odağa alan daha geniş bakışını çoğunlukla gözden kaçırır. Oysa oyunun bütününe bakıldığında, sömürgecilik temasıyla sınırlandırılamayacak çok daha geniş kapsamlı bir iktidar nazariyesiyle karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Shakespeare’in oyunlarında iktidar belli karakterlere atfedilecek bir sıfat değil, kurucu bir ilişki biçimidir. Bu ilişkinin ezen tarafı iktidarın bir taşıyıcısından, ezilen tarafı da o iktidara maruz kalandan ibaret değildir; iki taraf bu mevcut ilişki içinde şekillenip birbirine bağlanırken, gene bir ilişki biçimi olarak iktidarı yeniden üretir.”
“Kölelik varsa efendiler de köledir” demiş Bay Rousseau.
Selam sevgi ile
—–
Kapak Görseli: David Mark (Pixabay)