Nerede duralım lütfederdiniz?
“Dönüyoruz dünyayı yerinden edene kadar. Gitmiyoruz her arkadaşımızı alana kadar. Direniyoruz siz gidene kadar. Transız dibine kadar.”
21.06.2023
Haziran ayı, tozunu savura savura esip geçiyor. Bu yıl Onur Ayı’nın yasakları etkinliklerin hızıyla yarıştı. Gerçi Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir misali, seçim döneminde iyice köpürtülen ardından balkon konuşmalarıyla tescillenen nefret siyaseti, LGBTİ+ hareketi odağına almıştı çoktan. Şaşırma çıtamız maalesef arşa değmiş durumda. İstanbul’un yeni Valisi Davut Gül de fikr-i takip misali, Twitter’dan yayınladığı mesajında “Milletimizin ve devletimizin teminatı olan aile kurumumuzu tehdit eden hiçbir faaliyete izin verilmemiştir. İzinsiz gösteri yapan gruplara asla müsaade edilmeyecektir” diye buyurdu. Mesaj Trans Onur Yürüyüşü ve LGBTİ+ Onur Yürüyüşü doğrudan hedef alırken, bu yıl tahammülsüzlük piknik, film gösterimi, baro içi etkinlik, çay ve kahvaltı buluşmalarına kadar yayıldı. Aile dediğin yan yana gelip oturan insanların varlığından etkilenir olmuş. O insanlara nefes alacak alan bırakılmıyormuş, ne gam. Ya da her insan dosdoğru eşit vatandaş olamıyormuş.
Ez cümle denen şu: Gözümün önünde, hayatın içerisinde olmayın da ne halt ederseniz edin. Size bu yüce hakemlik konumunu kim bahşettiyse artık.
Sokakta görünür olmak yasak da sanki evde güvenli olmak pek mümkün. Translar kiralık ev bulamıyor, bir gecede kapı önünde bulabiliyorlar kendilerini. Ülker Sokak ve Eryaman-Esat sistematik saldırıları bellekte halen taze. Yeri gelip kendini bizzat “aile”den korumak zorunda olan eşcinsel ya da trans çocukların varlığı da.
Böyle zamanlarda kimin nerede konumlandığı, ne dediği, ne ettiği ya da susarak nereye dahil olduğu esastır. Ege Üniversitesi Onur Pikniği, TGB, BAP, TÜGVA ve Yeniden Refah Partisi gibi oluşumlar tarafından açıkça tehdit edildi. Ertelenen piknik için İzmir Barosu önündeki Özgür Kürsü’de basın açıklaması yapmak için toplanan öğrencilere “2-3 kişi olacaksınız, daha fazlanızı burada görmek istemiyoruz” diye saldırılması, Baro avukatlarının darp edilmesi çok şey anlatıyor.
Ege ve İzmir Demokrasi üniversitelerinin ardından, İzmir’de polis Dokuz Eylül Üniversitesi Onur Ayı pikniğine de saldırdı. Öğrenciler gözaltına aldı. Özü itibariyle keyif buluşması olan piknik bütün müdahalelere karşın yapıldığında artık bir direniş eylemiydi. İnatla okunan önceki basın açıklaması da öyle.
İç barış, kamu düzeni, bıdı bıdı
Beri tarafta Kadıköy Kaymakamlığı LGBTİ+’ların çay içmesini yasaklamakla meşguldü. Kaymakamlık, Lambdaistanbul LGBTİ+ Dayanışma Derneği’nin senelerdir çeşitli kafelerde düzenlediği İstanbul’da İngilizce konuşanlara yönelik “Tea&Talk” etkinliğini Kadıköy Kaymakamlığı tarafından “uygun değil” denilerek yasaklandı. Kadıköy Kaymakamlığı, 7 Haziran’da BEKSAV’da Pride filminin izlenmesini de yasaklamış ve film izlemek isteyenleri gözaltına almıştı.
Gerekçe yine bildik ve manidardı: “Sosyal medya üzerinde yer alan paylaşımlar göz önüne alındığında, yapılacak etkinliğin genel ahlaka aykırı olduğu toplumda infial uyandıracak, milli, vicdani ve insani değerlere dokunacak, toplumsal iç barışı tehdit edebileceğinden ve etkinlikleri gerçekleştirecek grup/şahıslar ile vatandaşlarımız arasında sözlü ve fiziksel provokatif amaçlı olayların olabileceği dikkate alındığında, kamu düzeninin sağlanması, suç işlenmesinin önlenmesi ile başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunmasının tehlikeye düşebileceğine dair kuvvetli delil ve bilgiler elde edilmiştir.” Sanırsın kumpas hazırlığı var. Altı üstü bir film bu. Ama bir film de dünyanı tepe taklak eder, haklılar. Sen de biliyorsun. Şu hakikatin nereden karşına çıkacağı hiç belli olmuyor ne de olsa.
Sonra sıra Ankara Barosu Kadın Hakları Merkezi’nin düzenlediği “Güncel Gelişmeler Işığında Toplumsal Cinsiyet Eşitliği MÜCADELESİ ve LGBTİ+'lar” başlıklı etkinliğe geldi. Baroya kayıtlı avukat Merve Ayvalı’nın tepkisi iş nefret siyasetine geldiğinde aşırı sağ ve aşırı dinci kesimlerle kimlerin hangi saiklerle buluşabildiği açısından ibretlikti: “Cumhuriyet Devriminin simgesi kadın-erkek eşitliğini yok eden sinsi bir projeyi, toplumsal cinsiyet eşitliğini, Cumhuriyetin 100. yılı logosuyla masumlaştırıyorlar. Doğal cinsiyete, doğal aileye savaş açmak Cumhuriyet'te yok! Çürük çarık Batı kültüründe var.”
Etkinliğin konuşmacısı 17 Mayıs Derneği’nden Anjelik Kelavgil, yaşananı da faş eden bir içerikle verdi yanıtı. 1990’da Dünya Sağlık Örgütü’nün eşcinselliği hastalıklar listesinden çıkarması adına, 2004’ten bu yana kutlanan ve derneğe de ismini veren 17 Mayıs Uluslararası Homofobi, Bifobi, İnterfobi ve Transfobi Karşıtı Gün vesilesiyle bu yıl yaptığı açıklamadan bir bölüm iliştireyim buraya: “17 Mayıs bizlerin varoluşunu kutladığı ve bize dönük ‘hastalık’ yaftasının kalktığı gün. Bunu kaldıran da yine bizlerin ısrarlı mücadelesi diye düşünüyorum. Bugün nefret kampanyalarına karşı da 17 Mayıs 1990’ı ve 17 Mayıs’ı bizlere armağan eden LGBTİ+’ların uluslararası onur mücadelesini hatırlayarak daha çok örgütlenmemiz ve daha çok bir arada olmamız gerekiyor. Ve sanırım tüm Türkiye açısından baktığımızda ise LGBTİ+ olmayan kitlelere, özgürlüklere giden yolun LGBTİ+’ların özgürlüğünden geçtiğini daha çok anlatmamız gerekiyor. Nihayetinde yaşam bizden yana!”
Nefreti büyütenlerin bir de ısrarla “LGBTİ dayatması”ndan söz etmesi ilahi bir şaka gibi tınlıyor. Ama işte yaşam, o yaşamın hakkını verenlerden yana; o yüzden İzmir Barosu’nun düzenlediği Onur Ayı kahvaltısı, tekbir, hakaret, tehdit sloganları atan gruba rağmen yapılıyor, 9. Trans Onur Yürüyüşü, Taksim ve Cihangir barikatlarla ablukaya alınmasına karşın Şişli’den çağlıyor, işkenceli gözaltılara karşın basın açıklaması okunuyor. “Dönüyoruz dünyayı yerinden edene kadar. Gitmiyoruz her arkadaşımızı alana kadar. Direniyoruz siz gidene kadar. Transız dibine kadar.”
Ve sonra Murat…
Ve sonra Murat Çekiç gitti. Öyle apansız, öyle birdenbire. Hareketin dinamosu, eli, varlığı her derneğe, örgüte, insan hakları alanındaki her oluşuma, her lubunyaya, cümle âleme değmiş insan gitti. Yazınca daha inanılır ya da katlanılır olmuyor. Ama yaşandı, yaşanıyor işte bu kayıp. Dünya biraz daha eksikli dönüyor. 2017’de Kaos GL’ye yazdığı ve üç yıl öncesinin yürüyüşünü yâd ederek bir yazıyla gelsin konsun buraya. Sözler insan ömründen daha dayanıklı ne de olsa.
“Düşmekte olan bir çığ, sele dönüşecek bir sağanak ya da her şeyi yutacak bir dalga öncesindeki son nefes olduğunu bilemezdik 2014 yılı Onur Yürüyüşü’nün. Ne polis şiddetine, ne de özgürlüklerin engellenmesine yabancı olmadığımız bu diyarda, yine de başımıza taktığımız bir kır çiçeği gibi kısa ömürlü bir mutluluktu Onur Yürüyüşü. Öyle ya, insan bu dünyada çok şey oluyor da kendisi olamıyor kolay kolay. Okuyup ‘adam’ olabiliyorsun, çalışıp zengin olabiliyorsun, dolaşıp gezgin olabiliyorsun ama hepi topu bir buçuk kilometrelik İstiklal Caddesi’nde sen olup yürüyemiyorsun her zaman… Biz, binlerce insan, 2014 yılında Onur Yürüyüşü’nde insanın en güzel kalpli halini anlatan şiiri aldık üstümüze giyindik, kimimiz çıplak kimimiz örtünmüş halde olmamıza rağmen. ‘Sen olmanın’ zorluğunu bir araya gelerek aştık. Birbirimize kendimiz olurken güç verdik…
“Bir buçuk kilometreyi güle söyleye yürümemizin önüne çıkan şey, bağnazlık zırhıyla kuşanmış ve adlarını anıp da çoğaltmamak gerekenler değil. Sadece korku. İnsanların kendi istedikleri gibi yaşamaları, özgürlükleri çağırmaları ve bu çağrıyı şenlik edip duyurmalarının önüne çıkan şey korku. Çünkü özgürlüğün de, tıpkı zehir niyetine kullandıkları insanı insandan ayıran dilleri gibi bulaşıcı olduğunu biliyorlar. Başkasının özgür olmasından korkuyorlar. Hele ki, insanın kendi özüne yabancı bir kötülük silsilesinin temeli olarak tasarladıkları aile kavramının köküne kibrit suyu ekip, bizim gibi ailenin ne demek olduğunu baştan yazacaklardan daha da çok korkuyorlar. Bildikleri bütün seçenekleri boşa çıkarıyor Onur Yürüyüşü’ndeki özgürlük. Zehirli dillerinden dökülen her bir tiksinme sözcüğünü büyülü bir kalkan gibi zerrelerine ayırıp yeniden kır çiçeklerine dönüştüren Onur Yürüyüşü ciğerlerini nefessiz bırakıyor, soluklarını kesiyor…
“Ama bilmiyorlar ki, ilk değiller. Şerre sığınıp lubunyaların üzerine saldıranlardan çok var tarihte. Belki dönem dönem kendilerini muzaffer sayacak kadar güçlü hissetti bu saldırganlar. Ama hepsinin devri geçti. Hepsinin devri geçecek. İnsanın özüne zulmetmeye yeltenenlerden kimse kalmadı. Hep yok olup yok olup baştan ortaya çıkmak zorunda kaldılar. Oysa dünyanın kimi yerlerinde tıpkı bizim Onur Yürüyüşlerimize saldırdıkları gibi lubunyalara saldırdıkları caddelerde, sokaklarda şimdi lubunya şenlikleri gırla gidiyor. Evlerin içinden ölüm kamplarına insan topladıkları mahallelerde şimdi anıtlar yükseliyor. Çünkü bilmiyorlar ki, insan çok şeyden vazgeçiyor da, kendinden vazgeçemiyor. İşte o yüzden kaybedecekler.”
Yaşayanın dilinden bu kadar sade, bu kadar gerçek dökülür işte her şey. Kimse nerede duralım lütfederdiniz, demeyecek. Kimse varlığının oyun hamuru gibi yoğrulmasına izin vermeyecek. Toplum ve aile, resmî tarih anlatıları misali işe gelen anlatılarla inkâr ve riya üzerine kurularak ömrü billah sürdürülebilir yapılar değil. Misal, ekonomik refah ve büyüme yalanlarını sokağa, pazara çıktığınız anda yakalayabiliyorsunuz değil mi? Konu ler, lar çoğul takılı konjonktüre göre devreye sokulan farklı halklara, gruplara, topluluklara geldiğinde neden sorgulamıyorsunuz sunulanı? LGBTİ+lar belki kendinizde, belki ailenizden, en yakın dost çevrenizde, işyerinizde, toplu taşıma araçlarında, gece ateşböceklerini andıran ev içi yalnızlıklarında.
Umutsuzluk geldiğinde hatırladığımdır. İnsanın biricik gerçeğine hiçbir siyasi kumpas karşı koyamaz ve toplum denilen yaşayan bir organizma. Onun bağlarını, dokusunu örebilmek, irinini akıtmak çok şükür bizim elimizde. Sadece oy kullanmaya giderek olmuyor ama o işler. Emek ve cesaret istiyor. Birbirine el uzatmayı. Kimse için değil, bir yalanı değil hayatı yaşadım demek için yapacağız. Ve yan yana duracağız. Yoksa sadece lütfedilen kadarı gelip hepimizi bulur. Şu ya da bu gerekçeyle. Bir bakmışsın, kuklası olmuşun hayatının. Ve o zaman ölüm bile özgürleştiremez seni. Sadece koca bir yazık olur.
—–
Kapak Görseli: Ben Kerckx (Pixabay)