İnsan neye alışır?

Sudan balık yerine insan cesedi çıkarmak ve buna alışmak. Tekrarlayın! Bir şeyler atıştırırken izleyip geçtiğimiz haberlerde kalmasın bu itiraf.

KARİN KARAKAŞLI

16.07.2023

Alışkanlık, dengesi hayli tuhaf bir hadise. Misal, sağlıklı alışkanlıklar geliştirmek hep irade koymayı gerektiriyor. Alıştığın bir rutini kırmak, insana en zor gelen şeylerden biri. Öte yandan alışkanlıktan müptelalığa kaymak, kendi hayatına yerleştirdiğin birilerinin, bir şeylerin, belli bir düzenin tutsağına dönüşmek de olası.
 
Ümit Besen’in kült şarkısı “Alışmak Sevmekten Zor”daki ayrılığa alışma çabası; tükenmiş ama henüz bitememiş bir aşkın hikâyesini anlatırken, hayatının parçası kıldığın insanların, nesnelerin, eylemlerin vazgeçildiklerinde kendileriyle birlikte candan can kopardıkları hâli nasıl da güzel anlatır. Bu coğrafyada hepimizin o nakarata bir dönem eşlik etmişliğimiz yok mudur?..
 
Alıştım sana bir tanem
Alıştım her gün görmeye
Bir nefes gibi muhtacım
Sevilmeye, sevmeye
Her sabah uyandığımda
Seni bulurdum yanımda
Yokluğun bir zehir gibi
Dolaşıyor kanımda
Alışmak sevmekten
Daha zor geliyor
Alışmak bir yara
Bağrımda kanıyor
Sen yoksun kollarım
Boşluğu sarıyor
Alıştım bir tanem, alıştım sana
 
Sonra elbette hayatın değişim, dönüşüm gücü ağır basar. Herkesin kendi şaşmaz saati devreye girer. O âna kadar kişinin ya da çevresinin telkinleri zerre işe yaramamıştır ama bir son taşma damlasıyla baraj delinir, sular çağıldar. İnsan kendi içindeki şelaleyi keşfeder. Sadece o iç güce kendini emanet edebilme seçeneğini ve yeni kaderine doğru akar.
 
Ürperme eşiği
Bir de hiç alışılagelmemesi şart şeyler var. Sıradanlaştırılmaya çalışıldığında önce bedenin tepki verdiği, tüylerin dikildiği, saçların kabardığı, kanın donduğu durumlar. Şaşakalma ve dehşete düşme kimi zaman insanın insan olmasına dair yegâne güvence. Bir nevi sigorta kutusu. Çünkü bu dünyada varlığına, gerçek olduğuna, yaşanmış ve yaşatılabilmiş olduğuna asla alışılamayacak şeyler var. Sistematik zulüm, örgütlü kötülük, her nevi soykırım, katliam, zorla kaybettirme, suikast, işkence, taciz, cinsel saldırı, insan onurunu hiçe sayan baskı rejimleri, sınıfsal eşitsizlik, etnik, dinsel, cinsel kimlik ve cinsiyet yönelimi odaklı ayrımcılık, ez cümle adaletin tedavülden kalktığı bir düzen bunların başında geliyor. Bakın adaletsizlik bile demiyorum. Adaletin bilfiil yok edildiği, hükümsüz kılındığı bir düzenden bahsediyorum. Kanun var, hatta anayasa var ama bunlara uyulacağına dair devlet akdi feshedilmiş. Ayağının altından zemini çekmişler, hadi böyle yaşa demişler. Her şey normalmiş gibi devam et.
 
Buralarda bizim hayatımızın kısa özeti gibi bu durum. Can acıtacak denli aşina. Cumartesi Anneleri/İnsanları on yıllardır zorla kaybettirilen sevdiklerine bir mezar ve hepimiz adına adalet ararken, Anayasa Mahkemesi’nin Galatasaray’daki oturma eylemlerinin yasaklanmasıyla ilgili verdiği ihlal kararına karşın haftalardır ters kelepçeyle gözaltına alınıyor, darp ediliyor. Yargıtay 3. Ceza Dairesi, TİP Hatay Milletvekili Can Atalay hakkındaki yargılamanın durdurulması ve tahliyesine karar verilmesi talebini reddediyor. Hem de milletvekili dokunulmazlığını sınırlayan anayasanın 14. maddesini tartışırken, Anayasa Mahkemesi kararını zerre dikkate almadan… Oysa en yüksek mercii sayılan Anayasa Mahkemesi bu maddenin hangi suçları kapsadığı konusunda kanun çıkartılması gerektiği yönünde görüş belirtmiş. Olsun, kanun da kişiye göre eğip bükülebiliyor buralarda.
 
Bir kez o eğip bükmeye giriştin mi, söylediğin her söz, günlük hayatındaki en sıradan faaliyetin dahi boşa düşüyor. Pusulanın kuzeyi göstermemesi, Kutup Yıldızı’nın da başını alıp gitmesi gibi bir şey. Göndermede bulunabileceğin bir koordinat kalmamış. Her şey keyfî. Katliamlar, siyasi cinayetler zaman aşımına terk edilir, failleri tahliye edilir ya da bizzat devlet kurumlarınca düzenlenmiş resmî evraklarla yeni hayatlara başlar. Ortada suç yokken, birileri sırf muhalif ve tehlikeli addedildiği için cezaevlerinde rehin tutulabilir. Suç ve Ceza en zelil hâliyle yeniden yazılır.
 
Ağa takılan ölüler
En kötüsü bu değildir üstelik. En kötüsü insanları buna alıştırmak. Herkesin her şeyi bekler ve asla şaşmaz hâle gelmesi. Bazen beklemediğin yerden vurulursun ya, ben de BBC News Türkçe’de Mike Thompson imzasıyla yayımlanan video haberdeki Tunuslu balıkçının sözüne vuruldum da kaldım.
 
Tunus kıyıları, canları pahasına Avrupa’ya ulaşmaya çalışan mültecilerin insan kaçakçılarının elinde heder olduğu coğrafyaların başında geliyor. Safakes'te balıkçılık yapan Usame Dabbebi de bu can pazarının ilk elden tanıklarından biri. O kadar ki kendisiyle yapılan söyleşide “Bazen balık yerine, ceset de vurduğu oluyor. İlk kez olduğunda çok korktum ama sonra alışmaya başladım. Bir süre sonra ağdan insan çıkarmak, balık çıkarmaktan farksız hale geldi” demiş.
 
Alışmaya başladım kısmı beni her seferinde öldürüyor. Balık yerine insan cesedi çıkarmak sudan ve buna alışmak. Tekrarlayın bunu. Bir şeyler atıştırırken dinleyip izleyip geçtiğimiz haberlerde kalmasın bu itiraf. Sırf üç gün içinde 15 mültecinin ölüsünü sudan çıkaran bir insanın insanî tepkiye dönme ânı da önünde kalakalınacak bir abide: “Bir keresinde bir bebek cesedi buldum. Bir bebeğin suçu ne olabilir ki? Ağlamaya başladım. Yetişkinler için durum farklı çünkü onlar yaşadılar. Ama o bebek daha ne yaşamıştı ki?”
 
İnsan elbette hayatta kalmak için uyum sağlamak zorunda kalan bir varlık. Bu haslet onun hem kudreti hem laneti. Konuşulan kişi; işini yapar, ekmek parasını çıkarmaya çalışırken, içinde bulduğu cehennem tarafından yutulmamak için yeni bir mantık geliştirmeye çalışıyor çaresizce. Onlar yaşadı hiç değilse diye düşünüyor yetişkinler için. Oysa tam da yaşayamadıkları için balık istifi hâlinde o botlara tıkıştıklarını biliyor hepsinin. Dağılma hakkını bebeğe saklıyor.
 
Oraların kötü insanı da değil üstelik. Balıkçıların çoğu teknelerini insan kaçakçılarına satmış: “Kaçakçılar bana birçok kez, inanılmaz paralar önerdiler. Hep reddettim çünkü eğer benim teknemde biri böyle ölürse kendimi asla affedemezdim.”
 
Ama mesele de bu ya zaten. Neokapitalist sistemin çarkı elbet öğütecek insan gücünü bulur. Sömürüleceklerin hiyerarşisini oluşturur itinayla. İş bunca işsizliğin, emek sömürüsünün, haksız kazancın, insan onuruna aykırı heba ettirilen ömürlerin hesabını vermeye geldiğinde de bir günah keçisi bulunur. Bu zamanda onun adı mülteciler. “Düzensiz göçmen” diye uydurulan tabir bile dille başlayan operasyonun işareti. Herkes arenadaki gibi ölümleri seyredecek ve hayatına kaldığı yerden devam edecek. Ege Denizi en görkemli yatlara, lüks turist gemilerine evsahipliği edecek. Kaç kişinin canından olduğu bile tam olarak asla bilinemeyecek.
 
Her şey bir belirsizlik ve kayıtsızlık pusuyla sarılı. Bilmeyince, tam emin olmayınca sorumluluğu savmak kolay ve mümkün oluyor. Ve hayat işte her türlü devam edebiliyor faciayla eşzamanlı olarak. Stelyo Berberakis’in yine BBC News Türkçe’deki haberinde Yunanistan'da en az 78 kişinin hayatını kaybettiği, yüzlerce kişinin de kaybolduğu göçmen teknesinin batışıyla ilgili Kalamata'da görülen davadan bilgiler vardı.
 
"Yasa dışı göç organize etme", "insan kaçakçılığı", "suç örgütü oluşturma" ve "taksirle adam öldürme” suçları yöneltilen 9 Mısır vatandaşı teknenin mürettebatı olmadıklarını, kendilerinin de göçmen olduğunu söylemiş. Oysa hayatta kalan mülteciler onların dümende olduğunu biliyor. Balıkçı teknesinin neden battığı bilinmiyor, kaptanın akıbeti de meçhul. Dahası Yunan Sahil Güvenlik botları da kaptanın “su ile yiyecekten başka bir yardıma ihtiyaç duyulmadığını ve tekneyi İtalya’ya götüreceğini söylediği” iddiasıyla sırasını savmış. Kısacası yine vay gidene olmuş.
 
Dünyaya sığışamıyoruz. Her yıl milyonlarca insan evini terk etmek zorunda kalıyor. Rusya'nın geçen yıl Ukrayna'yı işgale başlamasıyla mültecilerin sayısı rekor seviyeye ulaştı. Uluslararası yardımlar ise son derece dengesiz dağılıyor. Sınırlar ve denizler yangın yeri. Ülke içleri de yoksulların, işsizlerin, evsizlerin ve sistemin “kullanışsız” bulduğu herkesin cehennemi. Elde kalan tek çare bu duruma alışmamak, önce bir çılgına dönmek. Her şeyinden olanla ve insandan dahi sayılmayanla kendi kaderini ayıran şeyin aslında pamuk ipliğine bağlı olduğunu, onlar pahasına sağlanan görece güvenli alanların tekinsizliğini görmek. Ve bu bilgiyle, bu öfkeyle örgütlenmek. Devletleri, hükümetleri sarsmak bu iç isyanı kaybetmemekle, yaşatılanı kabullenmemekle mümkün. Hepimize insanca hayat hakkı sunan başka türlü bir hayatı hayal edebilmekle.
 
Alıştığımız tek şey bu hayalin kendisi ve bu uğurda verdiğimiz mücadele olsun mu?..
 
—–
Kapak Görseli: Gerd Altmann (Pixabay)