Okumalar, Değinmeler-51: Eco ne bilir Fatih’i?
Umberto Eco’ya saygım sevgim vardır fakat çağ değişimi konusunda Fatih Sultan Mehmet’in rolünü görmezden gelmesi hoş değil.
22.07.2023
Son iki yazıda, Ortaçağ’da dolaştım. Hızımı alamadım, Umberto Eco’nun derlediği Ortaçağ (Il Mediovo) kitabının “Barbarlar, Hristiyanlar, Müslümanlar” alt başlıklı ilk cildine başladım.
U. Eco’nun “Ortaçağa Giriş” başlıklı yazısından bazı detaylar tırtıklayacağım. Sonra memlekete döneceğim ve Mahalledeki AKP kitabını (Sevinç Doğan, İletişim Yay.) karıştıracağım. Ortaçağ ile AKP arasında bağ kurmuyorum, bir imada bulunmuyorum. Tırtıklamalara başlıyorum. Okuyucuya sabır dilerim.
“Ortaçağ konusunda birçok klişe söz konusu olduğu için her şeyden önce ortaçağın, sıradan okurların aceleci okul kitaplarından veya sinema ile televizyon programlarından öğrenildiği gibi olmadığını belirtmek yerinde olacaktır. (…) Ortaçağ bir yüzyıl değildir. Ortaçağ ne XVI veya XVII. yüzyıllar gibi bir yüzyıldır, ne de Rönesans, Barok dönem veya Romantizm gibi belli tarihler arasında sözkonusu olan ve ayırt edici özelliklere sahip bir dönemdir. Ortaçağ (…) bir dizi yüzyıldan oluşur. (…) ortaçağın bitişi alışılageldiği üzere Amerika’nın keşfedildiği ve Mağribiler’in İspanya’dan kovulduğu tarih olan 1492 yılı olarak tespit edildi.”
Burada bir yanlışlık var. Ortaçağ, 1453 yılında sona erdi. Fatih S. Mehmet, İstanbul’u aldı, ortaçağ’ı kapattı, yeniçağ’ı açtı. Bize böyle öğretildi. Koskoca tarihçilerimizin, milli eğitim bakan ve müsteşarlarımızın, kültür bakanlarımızın dünyadan kopuk bir kabul üzerine genç nesillerimizi yanıltmaları mümkün müdür? Böyle bir şey olabilir mi? Sorumluluk, akıl, izan sahibi herhangi biri onları uyarmadı mı?
U. Eco alıntılarına devam ediyorum:
“Dolayısıyla ortaçağ tarihine birçok farklı ortaçağın varolduğu inancıyla yaklaşmak ve yine çok katı olsa da, en azından bazı tarihi dönüm noktalarını göz önüne alan farklı bir değerlendirmeyi esas almak gereklidir. … Ortaçağ sadece Avrupa uygarlığına özgü bir dönem değildir. Nitekim Batı ortaçağının yanısıra Roma’nın çöküşünden sonra 1000 yıl boyunca Bizans’ın görkemi içinde var olmaya devam eden Doğu Roma İmparatorluğunun ortaçağı vardır. Aynı yüzyıllarda bir yandan çok büyük bir Arap uygarlığı gelişirken Avrupa’da az çok kaçak, ama son derece canlı bir Yahudi kültürü söz konusudur.”
Burada yine söz alacağım. Doğu Roma dediğimizde, Anadolu için Bilad-ı Rûm adlandırmasının geçerli olduğu bir dönemdeyiz. Çok bilmiş Wikipedia şöyle diyor:
“Bilâd-ı Rûm ya da Bilâdu'r-Rûm, Arap coğrafyacılar tarafından önce Roma İmparatorluğu, sonra Bizans topraklarına ve en son olarak da Selçuklu Anadolu'suna 9. ve 10. yüzyıllardan başlayarak verilen isim olup harfiyen Rûmların beldeleri/ memleketi demektir.”
Biz, yeryüzü çukurunun bu bölgesinde yaşayanlar, daha ziyade diyar-ı Rûm tanımını kullanıyoruz. Şimdi, iri cümleler kullanan tarih dilinden biraz uzaklaşıp Umberto Eco’nun Ortaçağ kitabından bazı detaylar aktaracağım.
“Ortaçağ’da yoksullar, tavuk yetiştirmedikleri veya kaçak olarak avlanmadıkları sürece (ormandaki av hayvanları derebeylerine aitti) et yiyemezdi. Kötü beslenmeleri ise tarlaların bakımsızlıktan harap olmasına neden olurdu. Oysa X. yüzyılda baklagiller yoğun olarak yetiştirilmeye ve çalışan insanların enerji ihtiyacını karşılamaya başlar: Protein katkısı artınca insanlar güçlenir, erken yaşta ölümler azalır, daha çok çocuk doğar ve Avrupa’nın nüfusu yeniden artar.”
(Daha önce Avrupa’da, kıtlıklarda insanlar birbirlerini yemişler. Hakikaten yemişler.)
(Bazı değişimlerin) “yanı sıra o ana kadar toynakları ancak istisnai durumlarda deriyle sarılan atlar artık nallara sahip olur (nallar 900 yılına doğru Asya’dan getirilir). Binicinin dengesini sağlayan ve hayvanın yan taraflarına dizlerle baskı yapmasını engelleyen üzengiler de Asya kaynaklı olup yaygın olarak kullanılmaya başlar. Atın kullanımının kolaylaşması, içinde yaşanan dünyanın sınırlarını genişletir. Bu yeni koşum ve nallama sisteminin yol açtığı müthiş teknik ilerleme, XX. yüzyılda yolculuk sürelerinin yarıya inmesini sağlayan, pervaneli uçaklardan jetlere geçişle karşılaştırabilir düzeydedir.”
“Üzengi” detayını geçen yüzyılda üniversite öğrencisi iken, Alaaddin Şenel’in Siyasal Düşünceler Tarihi’nde okumuştum. Bozkır süvarilerine daha uzun mesafelere ulaşmak imkanı verdiğini hatırlıyorum. Hakikaten yaşadıkları dünyanın sınırları genişlemiş. (Üzengi işine kim kafa yordu, icad etti, geliştirdi bilmiyorum. Fakat merak ediyorum.)
“…Ortaçağda denizcilikte gerçekleşen asıl devrim, menteşeli kıç dümeninin icadıyla başlar. Yunan ve Roma teknelerinde, Vikinglerin teknelerinde, hatta 1066’da Britanya kıyılarına çıkan I. William’ın gemilerinde bile dümen, gemiye istenen yönü verecek şekilde manevra edilen iki arka yan kürekten oluşurdu. Oldukça yorucu olmanın yanı sıra bu sistem büyük çaplı gemilerin manevra edilmesini ve özellikle rüzgâra karşı ilerlemeyi imkânsız kılıyordu.
“(…) Vikinglerin, yan dümenleriyle Amerika kıtasına ulaştıkları muhtemelen doğrudur, ancak bu seferlerin ne kadar zaman aldığı ve kaç geminin batmasıyla sonuçlandığı belli değildir. Ayrıca Vikingler muhtemelen İzlanda’dan Grönland’a, oradan da Labrador kıyılarına geçtiler; dolayısıyla Kolomb’un daha sonra yapacağı gibi okyanusu geçmediler. Ama Kolomb da o yolculuğu, XII. ve XIII. yüzyıllar arasında ortaya çıkan, su hattının hemen altında pupaya takılan ve tek kişinin dalgaların etkisinde kalmadan gemiyi yönlendirmek için kolaylıkla manevra edebildiği modern tarzdaki dümenle yaptı.”
Wikipedia, Umberto Eco için, “… ‘ayrıntıların anlamı’ ya da ‘ayrıntıların sosyolojisi’ adı verilen bir anlayışın önemli köşe taşlarından birisidir” diyor. Bay Eco, dünyanın ilk 100 entelektüeli listesine girmiş biri. Buralarda olsaydı “allame-i cihan” olarak anılırdı. Gerçi dünyaya geniş ve detaylı bakabilen bir tarihçinin buralarda ne kadar şansı olurdu o ayrı konu.
Memleket ile alay etmeyi sevmiyorum. Fakat siyaseten imkân sağladığı için genel geçerlere uyumlu, g.tü oturduğu koltuğa yapışık, küçük kafalı insanların pozisyonlarına sarıldığı bir memleket burası. (Genellemeler tehlikelidir. Genel’e uymayan insanlara haksızlık etme ihtimalini taşır.) Bu tip insanlara imkân sağlayan siyaset kimin siyasetidir, kurallarını kim belirliyor, devamlılığı nasıl sağlıyor, ona bakmak lazım. Suyun başı orası çünkü.
Tırtıklamalara devam edelim. Birazdan çağ kapatıp çağ açacağız:
“Yelkenler konusunda da çeşitli değişiklikler olur. Nitekim VII. yüzyıldan itibaren Araplar cıvadra (*) yelkeni olarak uygulanması daha kolay olan üçgen yelken veya ‘Latin’ yelkeniyle Akdeniz halklarına örnek olurlar. Yeni cıvadra yelkeni yeni dümenle birleşince rüzgârın her türlü açısını kullanacak duruma geldiği için her türlü evrime izin verir. Bütün bu yenilikler, Roma dönemindeki ticaret gemilerinden dört kat daha büyük gemilerin inşasına izin verdi ve boyutların bu denli büyümesi cıvadra ile ana direk arasına yeni bir direğin -mizana direğinin- konmasıyla sonuçlandı. Daha sonraları önce ana yelkenin sonra da mizana yelkeninin üzerine kare yelkenler çekilecekti; bu sırada cıvadra yelkeni büyüyünce mizana direği ile ana direk de pupaya (**) doğru kaydı ve üçüncü direk için böylece yer açıldı. Arka dümenin icadı ve yelken sistemindeki iyileştirmeler olmasaydı Kolomb Amerika’ya ulaşamazdı. Dolayısıyla yeniçağın başlangıcına ve geleneksel olarak ortaçağın kapanmasına yol açan olay ortaçağda gerçekleşti.”
Umberto Eco’ya saygım sevgim vardır fakat çağ değişimi konusunda Fatih Sultan Mehmet’in rolünü görmezden gelmesi hoş değil. Bay Eco’nun bir tarihçi olarak bu kafayla bu taraflarda hakikaten hiç şansı yok.
Mahalledeki AKP kitabı, bir sonraki “Okumalar, değinmeler”e kaldı artık.
(*) Cıvadra: Yelkenli gemilerde geminin pruvasından (burnundan) ileriye doğru eğimli olarak uzanan direk.
(**) Pupa: Geminin arka/kıç kısmı.
—–
Kapak Görseli: İlhami Algör, Ayvalık