Umurumdasın
Kendimden razıyım diyebilmek üzere yeni bir yola koyuluyorsunuz. Engebelerini bile bile, düşüp kalkmayı göze ala ala…
17.08.2023
Umurunda olmak özel bir kalıp. Önemsemek, ilgilenmek, aldırış etmek anlamıyla zamanımıza ters bir duygu dünyasını ifade ediyor. “Kimin umurunda ki!” diye isyan ederiz ya bazen, işte bir insanın çıkıp “Benim umurumda” demesi günlük hayat mucizesidir. Kıymetini, düştüğü yerden inanmaz gözlerle o sesin kaynağına bakanlar bilir.
Bazen o umur, en yakınımızdan değil de el yabancıdan gelir. Günlük hayatın en sıradan anında tanımadığınız biri size nezaket gösterir. Küçük bir jest, beklemediğiniz bir ilgi, samimi bir iltifat bir an için dünyanızı güzelleştirir. Çünkü biri sizi o an hiç yapamadığınız kadar ve şekilde “görmüştür.” Dahası “Böyle çok güzelsin, böyle tamsın kendinde” demiştir. Sebepsiz bir iyilikle insanlığa ve hayata inancınızı tazelemiştir durduk yerde.
Herkes ihtiyaç duyar bu saf duyguya. Bakmayın otomatik pilottan yürüyen düzene. Her gün mobbing yüzünden intihar eden nice insan, bu kabul ve takdirden nasiplenemediği için, göz göre göre sürdürülen sömürü ve haksızlığa, vasat işleyişe razı gelemediği için çıkışsız hissediyor kendini. Kendisine öğretilen değerler, ayak bağına dönüştüğünden. İyi niyetli zekasıyla aptal yerine konulduğundan. Ve her şeyi içi acıya acıya gördüğünden. Kabullenemediğinden.
ABD’li şair Marie Howe, “Magdalena The Addict” (“Bağımlı Meryem”) şiirinde, birilerinin umurunda olma ihtiyacını, kendinin en dibine düşen bir kadının sarsıcı itirafıyla dile getiriyor:
Cehennemi severdim
Oraya tek başıma gitmeyi de
Enkaz alanında gönül rahatlığıyla yatardım
mahvolmuş, bedenen bitmiş hâlde.
En kötüsü olmuştu işte. Daha ne
acıtabilirdi beni?
En kötüsünün bu olduğunu düşünürdüm,
daha kötüsünün başa gelemeyeceğini.
Sonra hiçbir şey olmadı, gelmedi hiç kimse.
Yalnız kalmak istemekle tek başına hissetmek birbirinden kişisel tercih ve irade noktasında ayrılır. Birinde kendi dinginliğini korumak adına sınırlarını çiziyorsun; özünle huzur bulmayı öğreniyorsun. Berikinde ise bir ele, bir sese en ihtiyaç duyduğun anda insandan mahrumsun. Açık havada hapissin. Aranmadığından kayıpsın.
O yüzden sevginin karşı kutbu da nefret değil zaten. Nefret çok güçlü, içinde hayal kırıklığı ve öfke barındıran ve en önemlisi artık tamamen yıkıcı bir hâle dönüşmüş olsa da, ısrarla bağ ifade eden bir duygu.
Sevginin bitimi kayıtsızlıktır. Hayat yolculuğuna dahil ettin insandan buz gibi soğumak ve ona karşı artık hiçbir şey hissetmemektir. Sıdkın sıyrıldığında, en tanıdık yabancıya dönüşür karşındaki. Buz gibi kalırsın karşısında.
Canını acıtabileceğin birinin varlığıysa tam tersi kutupta, bedeninde bir yerini incittiğinde hissettiğin ağrının uyarıcılığına denk. Birisi sana “Kendine bu ettiğin, içinde bulunduğun bu hâl canımı yakıyor” diyor. Senin ona değil kendi kendine verdiğin zarar için sarf ediyor bu sözü. Ve ilişkilerin en kıymetli yönü olan ayna etkisi devreye giriyor. Dönüşümün belki de ilk işaret fişeği…
Görünür ve işitilir olmak çok temel bir ihtiyaç. Yoksa otomatik pilottan hayatı sürdürmek hatta çoğu can acıtıcı türlü savunma ve üstesinden gelme mekanizmalarını kimselerin ruhu bile duymadan ömür boyu sürdürmek mümkün. Ama işte varlığından taviz vere vere, ne kadar zor bir durumda, büsbütün bir çıkmazda olduğunu inkâr ede ede yaşamak, sadece sağ kalmak anlamına geliyor. Ve hayat şükür ki hep hakkını istiyor bir noktada.
“Mükemmel olmak zorunda değilsin”
Netflix’in popüler dizisi Heartstopper’ın iki ayrı sahnesi de bu umurunda olma hâli üzerinden beynimde, kalbimde dolanıp duruyor bu aralar. İngiltere’de bir grup lise öğrencisinin cinsel kimlik, cinsiyet yönelimi ve kendi kendini keşfetme yolculuğuna odaklanan dizi, Alice Oseman’ın Türkçede dağıtımı poşete konarak sekteye uğratılan grafik romanından uyarlandı. Kimi zaman seks sahnelerinin olmayışı üzerinden fazla naif olma eleştirilerine maruz kalan dizi, esasen 14 yaş odaklı genç ergen kitleye hitap edişin gereğini yerini getiriyor ve ikinci sezonunda görüldüğü üzere söz konusu travmalar olduğunda şefkatli anlatımına karşın sert gerçekleri sergilemekten de geri durmuyor.
Benim bu yazı özelinde odaklanmak istediğim iki sahnenin ilki, dizinin baş çifti Charlie (Joe Locke) ve Nick (Kit Connor) arasında finalde yaşanan yüzleşme. İlk sezonda kendi isteği dışında eşcinsel olduğu duyulduktan sonra açılmak durumunda kalan ve okulda türlü zorbalığa uğrayan Charlie ile okulun rugby takımı kaptanı Nick arasında gelişen aşka tanık olduğumuz dizi, yeni bölümlerde ağırlığı Nick’in biseksüel olarak açılması, iki gencin ilişkilerini sağlam bir zemine oturtması mücadelesine verirken, giderek Charlie’nin yeme bozukluğu rahatsızlığını da işlemeye başlıyor. Sonunda Nick, her şeyi konuşma sözlerini hatırlatarak erkek arkadaşına nasıl bir zorbalık yaşadığını soruyor usulca. Her iki oyuncunun da diyaloglardan öte beden dili ve yüz ifadeleriyle bizi dahil ettiği samimiyet unutulur gibi değil. Charlie’nin her şeyin yolunda olduğunu söylemesi, Nick’in ise ona “Her şeyin her an yolunda, iyi ve mükemmel olmasını istediğini biliyorum ama benimleyken sürekli mükemmel olmak zorunda değilsin” sözleriyle ona gerçeğini ifade etme fırsatı tanıyışı, sonunda Charlie’nin homofobik gençler karşısında kendisini nasıl “iğrenç” hissettiğini ve nihayet buna kendisinin de inandığını itiraf edişiyle ilerliyor sahne. Elinde kalan tek “kontrol” gücüyle bazen kendini kestiğini öğreniyoruz Charlie’nin.
İradenle acıtmak, diğer acıları denetlemeni sağlar ne de olsa. Kamera, “Artık değersiz hissetmek istemiyorum” diyene kadar Charlie’nin güzelim yüzünde odaklı kalıyor. Nick’e geçtiğindeyse, erkek arkadaşına bir sürü duygunun yumağı hâlinde sarılan gencin çaresizliğini duyuyoruz. Sevgi, yetersizlik, acı, koruma içgüdüsü hepsi birarada Nick’te. Yine de bir daha kendisine zarar vermemesini istemektense, iş o noktaya gelmeden kötüleştiğini kendisiyle paylamasını dileyecek olgunlukta Nick. Verdirdiği söz bundan ibaret. Ve Charlie, ona yük olmak istemediğini, “düzeltilmesi” gereken kırılgan bir sorun öbeği gibi görülmekten nefret edeceğini söylediğinde, Nick’in yine en doğru sözleri bularak, tıpkı Charlie’nin yaptığı gibi sadece onun yanında, ona destek olmak istediğini anlatması açıklık, dürüstlük ve dayanışma adına çok şey öğretiyor.
Dizinin bu sezona denk gelen bir diğer hesaplaşma sahnesi ise, görünürde her şeyin su gibi aktığı ilişkileriyle Tara (Corinna Brown) ve Darcy’e (Kizzy Edgell) ait. İlk sezonda dışa dönük, özgüvenli Darcy’nin, lezbiyen olarak açılma ve ilişkiye başlama konusunda çekingenlik yaşayan sevgilisi Tara’ya destek olma macerasını izlemişken, bu kez yerleşik ilişkide her şeyin göründüğü kadar toz pembe ilerlemediğini fark ediyoruz. Darcy’nin her daim coşkulu ruh hâlinin ardındaki çatlakları keşfetmeye başlıyor Tara. Ona “Seni seviyorum” dediğinde, işi şakaya vurması, Darcy’nin evine hiç gitmemiş olmaması…. Bir kez kuşku devreye girdi mi, küçücük şeyler çok şey anlatır. Söz konusu duygular olduğunda Darcy’nin hep abartılı bir mizah ve “cool”luğu devreye sokması, ilişkinin derinliğini sorgulatıyor Tara’ya. Ta ki Darcy, mezuniyet balosuna gelmeyip kayıplara karışınca, meraktan çıldıran Tara’nın sevgilisinin o hiç gitmediği evine varıp anne figürüyle karşılaşıncaya kadar.
O buz gibi kadının kendi kızı için “yine öfke nöbeti” geçirdiğini ve kimbilir hangi cehennemde olduğunu söyleyişindeki kayıtsızlık, okul balosu için seçtiği takımla “lezbiyen gibi” göründüğüne dair aralarında geçen tartışmadan bahsedişindeki buzulluk Tara’nın koca bir sırrı görmesini sağlıyor. İki kız arkadaş nihayet yüzleştiğinde Darcy “Evdeyken kim olduğumu saklıyorum. Bazen annem kendimden nefret etmeme sebep oluyor. Sonra sen bana ‘Seni seviyorum’ dedin. Ama ya bu sevdiğin insan hiç varolmamışsa.” diyerek en büyük korkusunu itiraf ediyor. “Yani bana seni seviyorum diyemedin, çünkü seni gerçekten sevebileceğime inanamadın öyle mi?” diye soruyor Tara. “Hayatımın sadece yarısını gördün” diyen Darcy’ye verdiği cevapsa, her ikisi için de yeni bir eşik oluyor: “Şimdi öbür yarısını da gördüm ve seni hâlâ seviyorum…” Olduğun hâlinle sevilmek, içinden geçtiğin cehennemi gül bahçesi kılmıyor ama sana kendi gücünü anımsatıyor. Sevmeye ve sevilmeye değer oluşunu.
Gördüğümüz ve bizzat hayatta da yaşadığımız üzere, başkasının sevgisi her ne kadar sağlam ve derin olsa da yaraları, travmaları aşma konusunda tek başına yeterli değil. Nick’in Charlie’yi kapı eşiğinde uğurlarken sevgiyle gülümseyişi, uzun uzun aşkla öpüşü ne kadar gerçekse, kapıyı kapattıktan sonra yüzünde beliren endişe ve çaresizlik de bir o kadar sahici. Çünkü en yakın arkadaş Tao’ya itiraf edilmeyen ve artık geride kaldığı söylenen acı aslında Charlie’nin zihnini karartmaya devam ediyor. Ve şu dünyada en sevdiği insanın kendi kendisine verdiği zararı ortadan kaldıracak sihirli değneği yok Nick’in. Kimsenin sevdiği kişinin iç sesiyle mücadele etme gücü yok. Hiçbir dış sevgi, ne denli derin olursa olsun bir başına bir insanın travmasını şifalandırma gücüne sahip de değil. Kurtarıcılar yok. Ama yoldaşlar var. Umurunda olan insanlar.
Değer verdiğiniz birinin umurunda olmak, kendi kaçış ve savunma mekanizmalarınızla inkâr alışkanlığınızı kırma konusunda en kıymetli destek. Biri sizi, yeri geldiğinde kendinizden bile sakladığınız en zayıf yönlerinizle gördüğünde, çoktan tedavülden kalkmış olması gereken o saklanma refleksi hükümsüz kalıyor. Kendimden razıyım diyebilmek üzere yeni bir yola koyuluyorsunuz. Engebelerini bile bile, düşüp kalkmayı göze ala ala…
Ve o zaman hayatı hakkıyla yaşamak da umurunuzda oluyor. Yeniden başlamak da.
—–
Kapak Görseli: Myriams (Pixabay)