Okumalar, Değinmeler-57: Papazlar ile Kadınlar

Papaz ile İslami kadının öpüşmekle ilgili sıkıntıları din kökenli mi? Din, neden öpüşülmesinden hoşlanmıyor? Geldim gidiyorum, çözemedim.

İLHAMİ ALGÖR

02.09.2023

Havaalanı otobüs durağında öpüşen çifti görünce, yani bir öpüşme görünce sinir krizi geçiren bir kadın videosu gördüm. Başörtüsünü bağlayışı, ayak bileklerine inen etekliği ve pardösüsü ile “İslami” dedikleri şekle uygun bir kadın. Bu hangi İslam, bilmiyorum.
 
Bir belgeselde, Kuzey Afrika ülkelerinin birinde bir imam, evinde Afrika maskeleri, aletleri vs. ile küçük bir etnografik nesneler müzesi açmıştı ve kamera kayıtta iken karısı yanı başında bebeğini emziriyordu.
 
Öpüşmeye tepki yeni değil. Öpüşmeye, günaydın kelimesine, Vardar Ovası türküsünde geçen “rakı” kelimesine. Suyun ısısı yükseldi, gündeliğe siniyor: “Doktor dövebiliyoruz artık.” Ve durakta öpüşen gençlere haykıran genç kadının tepkisi ilginç. Bir öpüşmeye karşı bu kadar yüksek enerjili bir patlama…!? Nasıl birikmiş o enerji ve dışa çıkışı solunan havayı bile yakıcı. O çığlık, bir çağrı çığlığı. Cinayet ânını, katili görmüş, tehlikeyi teninde hissetmiş. Uyarıyor diğerlerini. Diğer insanlar göremiyorlar mı onun görebildiğini?
 
Gençliğimde bir film seyretmiştim. İspanya iç savaşında kaybolan sevgilisini arayan bir kadın, kırlık bir yerde küçük bir kasaba kilisesinin papazıyla karşılaşıyor. Kilisenin bahçesinde bir su kuyusu. At, eşek bağlayıp dönmedolap sistemiyle su çekilen kuyulardan. Belli ki kilise bahçesinde zerzevat falan ekiliyor.
 
Kadın şehirli, zarif ve hakikaten çok hoş. Papaz, boyun hizasından ayak bileklerine inen çok düğmeli kapkara giysi içinde yarı kel bir adam. Cizvit mi değil mi bilemem ama “Hıristiyani” dedikleri şekle uygun giyinmiş.
 
Kadın sorularını soruyor, aradığı sevgilinin izini sürüyor. Papaz aniden öpüyor kadını. Kısa bir öpücük ve hemen pişman oluyor. Kahroluyor papaz bir öpücükten. Dönmedolaba koşuyor kendini at, eşek yerine. Dolabın bir insan için hiç de kolay olmayan ağır kolunu çevirmeye çalışıyor. Cezalandırıyor kendini. Tanrısı ona “bir kadını öpme, öpersen de kendini cezalandır” demiş herhalde.
 
Hıristiyani Papaz ile havaalanındaki İslami kadının öpüşmekle ilgili sıkıntıları din kökenli mi gerçekten? Eğer öyle ise din neden öpüşülmesinden hoşlanmıyor? Geldim gidiyorum, çözemedim ben bunu.
 
Bugünlerde Taliban liderinin, koruması ile yatakta resimleri çıktı. Taliban şefi, eşcinselliğe savaş açmıştı ki görüntüler meydana çıktı. İsteyen istediğiyle yatsın kalksın, beni ilgilendirmez. Ama burada “ele verir talkını, kendi yutar salkımı” şeklinde ağır sahtekarlık var. Bunun sübyancılık versiyonu da var. Hıristiyan kiliselerinde sübyancılık hadiseleri son senelerde ortalığa saçıldı. Bizim bu tarafta da tarikat yurtlarında vs.
 
Esasen benim ilgilendiğim konu bu değildi. Annie Ernaux’un Nobel Ödül konuşmasını okuyordum. Ne demiş, nasıl demiş merakıyla okuyordum ki şu cümlelere denk geldim:
“Hakkında konuşulamayanların gün yüzüne çıkarılması politiktir. Bunu bugün İran’daki kadınlar gibi erkek iktidarını yerinden edecek kelimeleri bulan ve bu iktidarın en arkaik türüne karşı ayaklanan kadınların isyanında görüyoruz. Ancak ben demokratik bir ülkede yazarken kadınların edebiyat alanındaki yerini düşünmeye devam ediyorum. Kadınlar henüz yazılı eser üreticisi olarak meşruiyet kazanamadı. Batı’nın entelektüel çevreleri dahil olmak üzere dünyada kadınların yazdıkları kitapları basbayağı yok sayan erkekler var; bu kitapların adlarını ağızlarına almıyorlar.” (*)
 
Annie Ernaux, edebiyatının köklerini, besleyicilerini, içinde yetiştiği koşulları vb. sıralarken yukarıdaki paragrafta dünya ahvaline değiniyor. “Acaba,” dedim, “geriye dönük olarak diğer Nobel edebiyat ödülü alan yazarların konuşmalarını okur ve dünya ahvaline dair değinmeler bulursam son 60-70 senelik bir zaman yayında yazar bakışı ile bir dünya görünümü elde edebilir miyim?”
 
1949 senesine, William Faulkner’ın Nobel konuşmasına baktım:
“Günümüzün trajedisi genel ve evrensel bir fiziksel korku, bugüne dek öyle uzun bir süre canlı kalmış ki artık buna katlanabiliyoruz. Artık ruhsal sorunlar yok. Sadece bir soru var: Ne zaman bombalanacağım? Bu nedenden dolayı, bugün yazan genç erkek, genç kadın, kendisiyle çelişen insan yüreğinin sorunlarını unutmuş bulunmakta. Halbuki, bu çelişki tek başına iyi bir yazı yazdırabilir insana, çünkü acı çekerek ve ter dökerek üzerine yazmaya değer tek şey sadece budur.”
 
Oradan, 1962 senesine John Steinbeck’in konuşmasına geçtim:
“İnsanlık, gri ve kasvetli bir bilinç bulanıklığının pençesinde. Burada daha evvel konuşan selefim, büyük yazar Wiliam Faulkner’ın söylediği gibi; bu evrensel korku trajedisi o kadar uzun zamandır devam etmekte ki artık ruhsal problemler kalmadı. Öyle ki; insan kalbinin kendisiyle olan çatışması, yazılmaya değer tek şey gibi görünüyor.”
 
Yıllar sonra iki yazarın benzer bir tanımda buluşmaları dikkatimi çekti. “İkinci Dünya Savaşı’nın etkileri mi acaba?” diye düşündüm. Belki de daha geriye gidiyordur ve daha genel, kapsayıcı bir durumdur. Yani iki dünya savaşı, Rusya’da devrim, İspanya iç savaşı vb.
 
O yıllarda Türkiye’de edebiyat, Faulkner ve Steinbeck’in tanımlarına göre nerelerde dolaşıyor acaba diye bakındım.
 
Leblebitozu.com adresinde şunları buldum:
“Faik Baysal’ın 1957 tarihinde yayımlanan ikinci romanı Rezil Dünya, taşıdığı otobiyografik özellikler ve yazarın gerçekçi roman anlayışı, ana karakter Rafet’in II. Dünya Savaşı yıllarında açlık – yoksulluk – işsizlik üçgeninde yaşadıklarını konu etmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın toplum üzerindeki olumsuz etkileri, artan yoksulluk ve karaborsacılık, Çerkeş depremi, çok partili hayata geçişin sancıları romanın arka planında okura sunulur.”
“Attila İlhan’ın, modernist edebiyatın özelliklerini taşıyan ilk romanı Sokaktaki Adam 1953 tarihinde yayımlandığında, İkinci Dünya Savaşı biteli 7 yıl olsa da, İstanbul savaşın ve karmaşanın içinden çıkamamıştır. Böylesi bir dönemin karamsarlığına ve umutsuzluğuna kapılan, yazarın deyimiyle, ‘Ne istemediğini bilen ancak ne istediğini bir türlü kestiremeyen’ kitabın ana kahramanı Kamarot Hasan, varoluşsal acılar çeker, kurtulmak için aklına gelen her yolu dener.”
“Orhan Kemal, 1954 yılında yazdığı 72. Koğuş’ta, kendi gözlemlerinden ve anılarından beslenerek hapishane içerisindeki hiyerarşik düzeni ve insan ilişkilerini samimi, gerçekçi ve yalın bir üslupla dillendirir. İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı yılların ve savaşın ülkeye getirdiği yoksulluğun etkisi hapishane yaşamına da yansır. Zor koşullar insanları değiştirir, insafsız, çıkarcı ve zalim hale getirerek insani değerlerini yitirmelerine sebep olur.”
 
Böylece devam edecektim ki haberlere bakma hatası yaptım. Karar gazetesi yazarı Şule Demirtaş, haberinde; “Ayasofya çorap kokuyor. Kur’an’a göre de bir kutsallığı yok. Hıristiyanların yaptığı gibi ibadete açmayıp, özel şekilde korunarak gelecek nesillere ulaştırılabilirdi” diye yazdığı için linç yemiş.
 
Şule Hanım da kendini savunmak durumunda kalmış:
“Beni sizin provokeleriniz etkilemez. ‘Yakında başını da açar’ demenize biraz alınırım o kadar. Bu din için her türlü bedeli ödedim canlarım, öderim de. Sizin toplu linçleriniz dağa konan sinek hükmündedir. Ben vahyi severim, onu bolca dinlerim. Size de tavsiye ederim.”
 
30 sene önce, Yedikule civarlarında bir eve misafir olarak gittim. Yine bir araştırma için, iz sürerken gittim. Eski usül küçük bir konak idi. Evin sahibesi hanımefendi, Merkez Efendi ile Sümbül Efendi tarafından son nesil idi. Ev, Kur’an kursuna bitişikti. Kurs görevlisi siyah çarşaflı genç bir kadın otoriter bir biçimde birilerini sevk ve idare ediyordu. Genç kadının sertliği ve ev sahibemizin hoşnutsuzluğu kalmış aklımda.
 
Ne anlatıyordum ben?
 
(*) Annie Ernaux Nobel konuşması metnini, Gazete Duvar’da okudum. Gazete çevirmene dair şu notu düşmüş: “Bu konuşma ilk olarak Parşömen’de Çağla Taşkın çevirisiyle yayınlanmıştır.”

—–
Kapak Görseli: İlhami Algör, Ayvalık, 2022.