Okumalar, Değinmeler-60: Halka tatlısı ve geyikli halılar
“Diktatörlük altında yaşıyoruz” diyemem. Ağzıma biber sürerler. “Diktatörlük değil otoriter bilmem ne” derler. “İnce ayar tanımcıları” diyorum onlara.
23.09.2023
Youtube’da geleneksel meslekler ile ilgili bir belgesel seyrettim. Pirene Dağları’nın İspanya’ya bakan güney yüzünde Pamplona adlı küçük bir şehirde, churro üreten bir aile işletmesi (Churrería La Mañueta, 1872) ve churro üretiminin inceliklerine dair bir belgesel.
Churro, halka tatlısı, kerhane tatlısı, esnaf tatlısı adını verdiğimiz, kızgın yağda pişmiş hamur macununun İspanyol versiyonu. Doğu Akdeniz ülkelerinde ve Meksika’da da var. Biz şerbete bulayıp servis yapıyoruz. İspanyollar şekersiz üretiyor, sıcak çikolataya batırıyorlarmış.
Dünyanın orasında burasında yaşayan birbirlerinden habersiz insanların bir detayda buluşmasını, bir an için olsa da benzeşmesini seviyorum. Churro belgeseli, San Fermin Festival gününde çekilmişti. Şu, boğalar ile beraber dar sokaklarda tıklım tıkış koşuşturma gününde. Bir Pamplonalı ile sabah çok erken bir vakitte, bir Churreria önünde churro kuyruğunda bekleyebilirim ama boğalar ile koşmam(*). Yani buluşmalar benzeşmeler de bir yere kadar.
Belki bir Pamplonalı da söğüş dana dili sevebilir. Ama günün henüz ağarmadığı kör bir vaktinde benimle kellecide oturup, kellecinin tandır kapaklarını açmasını, kalın demir bir çengel ile tandıra uzanıp dili bir karış sarkmış sığır kellesini çıkarmasını… Yani öyle bir an ile yüz yüze kalmayı tercih etmeyebilir diye düşünüyorum.
Dünyanın orasında burasında yaşayan birbirlerinden habersiz insanların detaylarda buluşmasına dair bir örneğim daha var. Önceki yazılarımda değindiğim bir konu: Geyikli Duvar Halıları.
Mesela 1960’lı yıllarda bizim evde vardı. Yine 1960’lı yıllarda, İstanbul’da çekilen Karanlıkta Uyananlar filminde ustabaşının evinde ve Atina’da çekilen Pazar Günü Asla filminde orospu rolünde oynayan Melina Merküri’nin odasında vardı. Ve kuzeyde, Moskova’nın doğusunda Nijni Novgorod (eski adı Gorki) doğumlu (1948) Valentin Gubarev’in bir resminde vardı. Hatta Bay Gubarev’e bir mektup yazdıydım:
“Beyefendi,
Bir resminizde, duvarda asılı geyikli duvar halısını gördüm. Duvara yanaştırılmış bir divan, sandalyede oturan adam ve kucağında, mutfak önlüklü kadın. Terlikleri ayağından düşmüş, zeminde duruyorlar.
Çocukluğumda evimizde geyikli bir duvar halısı asılıydı. Ben sizden 7 yaş küçüğüm. Evimizde mutfak önlüklü bir kadının, bir adamın kucağında oturduğuna hiç tanık olmadım. Bu detayı, benzerlikler peşinde olmadığımı söylemek için verdim.
Beyefendi,
Resimlerinize çok kez baktım. Halı desenlerine, tül perde detaylarına, kitaplıktaki kitapların adlarına, duvara asılı çerçevelerdeki resimlere, güneşli havada bahçede çalışan kadının iç çamaşırına ve geri planda bir evin üst katında, pencereden görülebildiği kadarıyla sevişen çiftlere, kedilerin sakin yumuşak duruşlarına ve insanların yüz ifadelerine…
Resimleriniz belirli bir mesafede durup bakılan resimler değil bence. İçine girip dolaşılabilecek hikâyeler onlar. Hüzün, yaşama sevinci, bir küfür ve bir kahkahayı aynı anda içerebilen hikâyeler. İzleyicisini belirli bir mesafede, uzakta tutan çalışmalar değiller. İzleyiciye, eğer isterse hikâyeye katılma imkânı veren bir cömertlikleri var. ”
Bay Gubarev mektubumu –aklımda kaldığı kadarıyla– “Dünyanın farklı yerlerinde, birbirimizi hiç tanımamış insanlar olarak, sıradan hayatlara, benzer bir yakınlık ile baktığımız…” gibisinden kısa fakat sevimli birkaç cümle ile cevapladı.
Bu güzel, hoş buluşmaların, benzeşmelerin yanında hoş olmayanları da var. Mesela 1970’li yıllarda Şili ya da Arjantin’de dikta yönetimi, sevmediği insanları açık deniz üstünde öldürücü bir yükseklikten aşağı atardı. Bizde de helikopterden iki Kürd attılar. Şili, Arjantin ve dünyanın bütün diktatörlüklerinde insanlar kaybedildi. Bizde de yıllardır insanlar kaybediliyor. Bir uzman çavuş bu konuda konuştu. O da kaybedildi.
Fakat “diktatörlük altında yaşıyoruz” diyemem. Ağzıma biber sürerler. “Olur mu, parlamentomuz, seçimlerimiz var” derler. “Diktatörlük değil otoriter bilmem ne” derler. Şunu derler, bunu derler. “İnce ayar tanımcıları” diyorum onlara. Plaza De Mayo Anneleri ile Cumartesi Anneleri arasına oturmalarını diliyorum ince tanımlarıyla. Yanlarına bir anne daha verelim, oğlunun kaybedildiği günden bu yana evin dış cephesini onarmayan, boyatmayan bir anne. Olur da oğlu çıkar gelir, evi tanıyamaz diye.
Yazı bu satıra gelene kadar “okumalar, değinmeler” başlığına uygun herhangi bir şey yapmadım. Bu eksikliği gidermek ve yazıyı başlığa uygun olarak toparlamak için Annie Ernaux ve Elena Ferrante’den içinde “anne” geçen iki alıntı takdim edeceğim. Bakınız:
“Utanç tehdidi kızların yakasını bırakmıyordu. Giyim ve makyaj tarzları hep bir şekilde fazla bulunuyordu: fazla kısa, fazla uzun, fazla açık, fazla dar, fazla göz alıcı… Ayakkabılarının topuk yüksekliği, kimlerle görüştükleri, nereye gittikleri, eve kaçta döndükleri, aydan aya apış araları, her şeyleri toplumun tamamının didikleme konusuydu. Toplum, aile ocağından uzaklaşmak zorunda kalanlaraysa erkeklere ayrılan yurtların dışında, Kız Konukevleri sunuyordu, onları erkeklerden ve kötü yola düşmekten korumak için. Hiçbir şey, ne zekâ ne eğitim ne güzellik, hiçbir şey bir kızın cinsel itibarı, yani evlilik piyasasındaki değeri kadar önem taşımıyordu, bunun da bekçisi, bayrağı kendi annelerinden devralan annelerdi.”
(Annie Ernaux, Seneler, Çev: Siren İdemen, Can Yyn.)
Ve:
“Notlar belli olduğunda öğretmen annemi çağırdı, benim yanımda Latinceden onun cömertliği sayesinde geçebildiğimi ama bir sonraki yıl özel ders almazsam başaramayacağımı söyledi. Katmerli bir aşağılanma yaşadım: hem ilkokuldaki kadar başarılı olamadığım için hem de öğretmenimin uyumlu görünümü, düzenli giyimi, biraz İlyada destanını andıran İtalyancası karşısında annemin perişanlığı, eski ayakkabıları, mat saçları, berbat lehçesi ve gramersiz İtalyancası yüzünden utandım. Annem de bu ezikliğin ağırlığını hissetmiş olmalı. Suratsız bir ifadeyle eve döndü, babama öğretmenlerin benden hoşnut olmadıklarını, kendisinin evde yardıma gerek duyduğunu ve benim eğitimime ara vermem gerektiğini söyledi.” (Elena Ferrante, Napoli Hikâyeleri, Çev: Eren Yücesan Cendey, Everest Yyn.)
Toparlarken dağıttım gibi bir his var içimde. Şunu şuraya bırakayım da göz boyayıp dikkat dağıtayım: Annie Ernaux’nun “Bir Kadın” ve “Bir Adam” Adlı Yapıtlarında Metinlerarasılık ve Anne-Kız İlişkisi, Zehra Nilgün Akmanoğlu.
*
(*) Bizde de senede birkaç gün boğa kovalama geleneği var ama koşucuların satır, kasap bıçağı gibi şeyler taşıması gerekiyor.
—–
Kapak Görseli: İlhami Algör, Ayvalık, 2022.