Zaman geçmez 2: Mahşerden önce hakikat
Mahşerden önce hakikat diyenin hâli buymuş. Huylu huyundan vazgeçmeyecek, zalimlere inat devam edecek bu kavga. Hepimize yine yeniden rastgele.
17.09.2023
Zaman akar ama sen tarihte takılı kalırsan, zaman geçmez. Zamanın nasıl geçmediği için güncel iki gelişmeye bakalım. Birbirine doğru akan iki kaynağa ve hukuksuz, adaletsiz bir hayatın koca deney alanına dönüşen ülkenin hâline.
Ömrünü insan hakları savunuculuğuna adamış, CHP Diyarbakır milletvekili, avukat Sezgin Tanrıkulu gözümüzün önünde hedefe kondu, her gün linç ediliyor. Neden? Hakikati dile getirdiği ve geri adım atmadığı için. Geçmeyen zamana işaret ettiği için.
Her şey Tanrıkulu’nun, TV100’de katıldığı yayında, “Bu Türk Silahlı Kuvvetleri değil mi 12 Eylül’de faşist darbeyi yapan? Bu ordu değil mi 15 Temmuz’da darbe girişimi yapan, köyleri yakan… Onlarca faili meçhul cinayet. Benim takip ettiğim davalar var. 15 köylüyü helikopterden atan TSK değil mi? AİHM kararıyla sabit hale gelen… Biz soru sorarız, doğru olup olmadığını sorgularız. En azından TSK üzerinden bu tür şaibelerin kalkması amacıyla bunu sorarız” sözleriyle başladı. Anında sosyal medya linci, soruşturma, jet hızıyla da fezleke geldi. Gerekçe pek fena tanıdık: “Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama” ve “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama”…
Dahası bizzat CHP Sözcüsü Faik Öztrak, Twitter’dan Tanrıkulu’nu hedefe koydu: “Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun, milletimizin gözbebeği Türk Silahlı Kuvvetleri’ni töhmet altında bırakan ifadeleri kabul edilemez. Bu konu yetkili organlarımızda görüşülecektir.” Ertesi gün de CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, “Konuyla ilgili açıklamayı parti sözcümüz yaptı. TSK bizim gözbebeğimizdir” diyerek son çiviyi çaktı. Hesaplaşma, helalleşme vaadiyle Kürt halkının oyuna talip olan ana muhalefetin gümlediği son sınav da işte bu. Kendi milletvekilini gözden çıkarmak. Hem de basın linci, siyasi hedef gösterme, durumdan vazife çıkaran yargı operasyonuyla tamamlanan eski güncel hedef göstermelerin Hrant Dink ve Tahir Elçi şahsında nasıl bir kahredici sona vardığına aldırış bile etmeden. Geçmeyen zaman bu buzul ve bilinçli cehalettir işte. Can almaya, acı çoğaltmaya doymayan kayıtsızlıktır.
Hedefe konulan; kendini ve hakikati anlatmanın derdine düşer. Çünkü kaydı tutulması gereken, bu biricik hakikattir. Tanrıkulu da saldırılar sonrası hemen aynı şeyi yaptı: “Ankara CBS hakkımda soruşturma başlatıldığını kamuoyuna duyurmuş. İki husus var; birinci olarak AKP'nin kuruluşundan önce gerçekleşmiş ve insanlığa karşı suç olduğu AİHM kararlarıyla sabit olan ‘Kürtlere karşı’ bu ağır ihlalleri AKP milletvekillerinin ve yöneticilerinin kurumsal olarak linç kampanyası başlatmaları ve devlette devamlılık esastır prensibi üzerinden bunu sahiplenmeleri AKP'nin derin devletin yeni sahibi olduğunun bir kez daha itirafıdır. İkinci olarak; çetelerin, uyuşturucu kaçakçılarının, rantçıların peşine düşmesi gereken Ankara CBS'nın bir tatil günü hakkımda soruşturma başlatması ve kamuoyuna duyurması da göz ardı edilmemesi gereken bir uygulamadır. Geçmişteki hakikatler, şimdiki siyasi pozisyonlarınıza göre eğilip bükülemez, değiştirilemez. Aşağıda AİHM'in Türkiye'yi mahkûm ettiği iki davadaki kararlarından kısa alıntılar aktarıyorum. İlkinde Ekim 1993 tarihinde Diyarbakır'ın Kulp ilçesine bağlı bir köyde 11 köylünün nasıl kaybettirildiğine ilişkin karar var. Devlet bu köylülerin helikopterle götürüldükten sonra kaybettirildiğini inkâr etmiş. Oysa kaybedilen 11 kişinin yakınları, akrabalarının helikoptere bindirildiğine tanıklar. Köylüler zorla kaybettirildi. İkinci dava Şırnak'ın Kuşkonar ve Koçağıllı köylerinin savaş uçaklarıyla bombalanması ve 33 köylünün öldürülmesine ilişkin AİHM kararı. Bunlar benim yargılarım değil, AİHM kararları. Şu an beni linç etmeye kalkan zihniyet, on yıl sonra Roboski'de bir katliam olduğunu söyleyenleri de linç edecek. Ama hakikatler siz linç ettiğinizde de ortadan kalkmaz.”
Unutma ve unutturma operasyonu
Tanrıkulu’na insan hakları kuruluşlarından, adalete adanmış ömründe dokunduğu, el verdiği insanlardan ve hakikatsiz yaşayamayanlardan destek yağıyor. O da “Hak ihlalleri yurttaşlar, insan hakları savunucuları geri adım attığında başlar. İnsan haklarını savunurken asla geri adım atmadım, atmam da. Bana yönelik linç operasyonu devam ediyor. Herkes biliyor ki bu aslında geçmişi unutma ve unutturma operasyonudur. Bu ülkenin her bir yurttaşı adalete, demokrasiye, insan haklarına erişine kadar unutmayacağız, unutturmayacağız” diyerek kapsayıcı anlamına tahvil ediyor bu desteği.
Geçmişi unutma ve unutturma operasyonundan devam edelim o hâlde. 14 Eylül Perşembe günü, Sivas'taki Madımak Oteli'nde 33 yazar, ozan ve düşünürün, yakılarak katledilişinin 30. yılında Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada mahkeme heyeti, savcının zaman aşımı talebini kabul ederek davanın düşmesine hükmetti. Yıldız Tar’ın ArtıGerçek’te yayımlanan ve her âna tanıklıkla dolu haberinde dediği gibi: “Hiçbir mahkemenin katliamı ‘insanlığa karşı suç’ kabul etmemesinden dolayı faillerin bir türlü bulunmadığı, bulunanların cezalandırılmadığı, firari sanıkların bolluğunun gölge düşürdüğü bir yılan hikayesine döndü.”
Dile kolay, saatlerce gözümüzün önünde ateşe verilen bir otel, yaklaşık 15 bin kişiden gözaltına alınan sadece 190 kişi, onların da 124’ü hakkında açılan davalar… Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir misali dava, nice hukuk ve siyasi skandal eşliğinde üç firari sanığın yargılamasıyla devam ediyordu. Haklarında kırmızı bülten kararı olan firari sanıklar yakalanamadı; kaçaklık durumunun zaman aşımı süresini etkilemeyeceğini öne süren savcı, üç firari sanık hakkında da zaman aşımı uygulanarak davanın düşmesini talep etti.
Hakikat, yalın cümlelerle konuşur. Şu iki örnek gibi: Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Genel Başkanı Cuma Erçe: “Herkesin vicdanında bu mahkeme, bugün bu davanın bir insanlık davası olduğu kararını vermek zorundadır. Sonsuza kadar sürer. Katiller bir gün ölecek, öldüler de. Ama insanlığın vicdanında bu dava sonsuza kadar sürer. Bu adaleti geciktirdiğiniz için Suruç katliamı oldu, Roboskî katliamı oldu, 10 Ekim katliamı oldu.” derken, aslında geçmeyen zamanın adını koyuyordu. Av. Coşkun Özgür Piroğlu hukuk-siyaset dengesinde, şirazenin kaydığı yeri işaret ediyordu: “Tarih, katliam faillerini alkışlayan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı yargılayacaktır. Tarih, Temel Karamollaoğlu’nu da onu aklamaya çalışan Kemal Kılıçdaroğlu’nu da yargılayacaktır. Bu katliam bir Alevi soykırımı suçudur ve soykırım suçlarında zamanaşımı olmaz.”
Ve nihayetinde İnsan Hakları Derneği eski Eş Başkanı Av. Öztürk Türkdoğan da hakikatin hakkını arıyordu: “Uluslararası insan hakları hukukunda hakikat hakkı daha yüksek sesle konuşulmaya başladı. Öldürülen insanların yakınlarının hakikati bilme hakkına hep atıf yapılıyor. Ceza mahkemesinde amaç hakikate ulaşmaktır. Biz hakikati öğrenmek istiyoruz.”
Ama işte bozulan kurulan kararlar, adı konulamayan terör örgütleri, kaçırılan ve firari ilan edilen, o arada hayatlarını hiçbir şey olmamışçasına sürdüren sanıklar eşliğinde Cuma Erçe’nin basın açıklamasında dediği yere gelindi: “Bu devlet ve bugüne kadar gelmiş geçmiş hükümetler ve 21 yıldır da AKP hükümeti zaten katliamla ilgili kimin yanında olduğunu defalarca teyit etti. En son bugünkü mahkemenin kararını da etkilemek için geçen hafta katillerden birini daha affettiler. Onlar katillerden ve katliamcılardan yanadırlar. Bu saatten sonra saflarımız daha net olacak. Kiminle barışacağımıza, kiminle görüşeceğimize biz karar vereceğiz. Bu dava mahşere kalmayacak.”
Öğrenilen sessizlik ve bir soru
Gün boyu davayı izleyen gazeteci Yıldız Tar’ı değil arkadaşım Yıldız’ı düşündüm sonra. Her bir ayrıntıyı kaydederken, içinde hissettiklerini. Yanıt, o akşamki “Sivas’ı yakanlar, AKP’yi kuranlar…” başlıklı yazısında geldi:
“93’te üç yaşındaydım ben. Yaşındaymışım demek daha doğru. Hatırlamıyorum. Ancak bu ülkedeki her Alevi gibi çocukluğum Sivas’la geçti. Elazığ’dan Bursa’ya göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak Sivas’la büyüdüm. Ve çok şey öğrendim Sivas katliamından. Sessizliği öğrendim en çok. Evde dinlenen deyişlerin sesini açmamayı öğrendim. Ses sistemi her yeri inletebilecek kadar güçlü son moda teybimizin en kısık sesinde dinlenebilecek türküler, deyişler olduğunu öğrendim.
Alevi olduğumuzun saklanması gereken bir şey olduğunu öğrendim. En yakın komşumuzun bile bilmemesi gereken bir sırrımız olduğunu. Bu sır açığa çıkarsa bizi yakacaklarını söylerdi aile büyükleri. Ramazanlarda oruç tutmasak bile sahur vakti ışıkları açmak gerektiğini öğrendim. Okulda yemek yememem gerektiğini, soranlara oruç tuttuğumuzu söylemeyi… Onca yıldan sonra dün, Sivas katliamı davası bir şey daha öğretti bana. İnsanları yakarak öldürenlerin ceza alması bir yana nasıl alkışlandığını bilirken, göstermelik dahi olsa bir yaptırımı olmadığını. Bunun da ceza kanununun karanlık dehlizleriyle nasıl teknik bir mesele gibi ele alınabileceğini…
Nihayetinde, Sivas’taki cehennem alevleriyle başlayan katliamın davası Ankara’daki bir adliye salonunda buz gibi hukukla düşürülmüş oldu. Akıllarda ise bir kayıp yakınının salondan çıkarken ki serzenişi kaldı: ‘Madem böyle olacaktı, otuz yıl bizi niye boşa oyaladınız?’”
O öğrenilen sessizliği de bahsi geçen oyalamaları da kendi hikâyemden bilirim. Geçmeyen zaman böyle bir oynanma hissi yaratır insanda. Geçmeyen zamanda gelecek de gelmez. Şimdi denilense şekeri bitmiş yavan bir sakız gibi uzayan ama tek bir ânının tadına varılamayan durgun göldür. Orada asılı kalır hayat. Çürüyen suda.
Her şey çok hızlı yaşanıyor. O hızın kendisinde zamanın nasıl da geçmediğini unutturan bir yanılsama var. Bunca şeyi bunca yıldır yazmak, hakikat için çabalamak neye yaradı sorusu bir de. Yarar-zararla anlatılır iş değil ki. Böyle görünmez bir dövme gibi. Kalbinde ateş gibi. Titreyen elinden yumruk yapan bir güç, yanında duranlara sokulma ihtiyacı gibi. Sabah ağzına götürdüğün ilk yudum su gibi. Bedenin değişirken, evin barkın, yaşadığın yerler dönüşürken, sevdiklerin ölürken tek sabitin gibi. Fikri sabit, hissi sabit bir varoluş.
Mahşerden önce hakikat diyenin hâli buymuş. Geçmeyen zamana gelmeyen geleceğe, yaşanmayan şimdiye isyan edenin hâli buymuş. Huylu huyundan vazgeçmeyeceğine göre, zalimlere inat devam edecek bu kavga. Hepimize yine yeniden rastgele.
—–
Kapak Görseli: Engin Akyurt (Pixabay)