Birbirinden Nefret Edenler Ülkesi
Siz bu satırları okuyanlar; ırkçılıktan, cinsiyetçilikten vazgeçmedikçe bu ülkede bir şeyler değişmeyecek. Şimdi yavaşça ve bölünerek dağılabiliriz.
02.10.2023
Bölündük, paramparça olduk.
Geçen hafta yaşananlar, parçalanmış ülkenin tablosuydu bir anlamda.
AİHM Kim ki!
İktidar daha da sertleşecek, ülkede AİHM kararlarının bir hükmü yok, demiştik ve tam da öyle oldu.
*Gezi davasına dair açıklanan Yargıtay kararıyla, AİHM’e rağmen Osman Kavala, Can Atalay, Çiğdem Mater, Mine Özerden ve Tayfun Kahraman’a verilen cezalar onandı. Yıllarca cezaevinden çıkamayacaklar maalesef.
*Öğretmen Yüksel Yalçınkaya’nın açtığı davada verilen AİHM kararı ise Bylock kullanmanın ve Bank Asya’ya para yatırmanın, örgüt üyeliğine yeterli delil oluşturmadığını vurgulayarak, Türkiye’nin yargılamada insan hakları ihlali yaptığına hükmetti. Ama bizzat Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un açıklamalarıyla bu karar, “haddini aşmak” olarak değerlendirildi ve emsal değil lokal görüldü. Hâlen kararın, Yalçınkaya için dahi uygulanıp uygulanmayacağı belirsiz.
İşin trajikomik yanı, yaşananlara gösterilen tepkilerin cılızlığıydı. Sosyal medyada yazılanların ise X’te popüler olmasına, gündeme girmesine rağmen, ülkenin kaderinde ve 85 milyonun sandığa yansıyan tercihlerinde bir belirleyiciliğinin olmadığını, geçtiğimiz Mayıs ayında hepimiz görmüştük zaten.
“Kanun Hükmü”nde Sansür
Antalya Film Festivali’nde “Kanun Hükmü” belgeseline uygulanan sansür, festival yapımcılarının bakanlıklar tarafından “terörist” ilan edildiklerini, ölüm tehditleri aldıklarını açıklamaları ve attıkları geri adımla birlikte başka bir karanlığı yaşattı. Nihayetinde jüri tavır aldı, sansür sürdü, Kültür Bakanlığı çekildi ve CHP’li belediye, yılların festivalini iptal etti.
Peki, sürekli geri adım atarak korunan neydi, nerede duracaktı bu gerileyiş ve temkinlilik ya da nereye kadardı bu pusma ve sinme hâli? Şimdilik bir açıklaması yok. Net olan sadece; ülkenin ana “muhalefet” partisinden ve beyaz “aydın” sanatçı tayfasından, yani son tahlilde ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmayan bu konformist cenahlardan, kocaman beklentileri olan milyonların, her defasında hayal kırıklığına uğraması.
İktidarın sertleşmekten, karşısına her çıkanı terörist ilan etmekten imtina etmediği, fiziki şiddet, tutuklama, ekonomik tecrit ve itibarsızlaştırma gibi yöntemleri rahatlıkla uyguladığı bugünlerde, acı deneyimlere rağmen hâlen vazgeçemiyor insanlar, hayali kahramanlara inanmaktan. Hatta bazen yarı yolda kalacaklarını bile bile çıkıyorlar yolculuğa.
Anlatmaktan dilimizde tüy bitti ama tekrarlayalım: Haksızlığa uğrayan her kesim, eğer kendisi direnmez, tavır almaz, sözünü, eylemini örgütlemez, hep bu kırılgan, temkinli, sınırlı parti ve kişilere bel bağlarsa, alınan sonuçlar da hiç değişmeyecek. Değişmiyor.
Öte yandan, kınamalar, endişeler, basın açıklamaları arasında dönenler; kendi zamanının eksilerini de, artılarını da bünyesinde taşıyan lakin sisteme kafa tutmaktan, ezilen halkların yanında olmaktan ve mücadele etmekten asla vazgeçmeyen Yılmaz Güney’i eleştirmeye sıra gelince, hiç sıkıntı yaşamıyor oyalanmak ve oyalamak için. Eh güvenli liman ne de olsa.
Kadınlara, LGBTİ+lara ve Köpeklere Ölüm
*Yine geçen hafta aktivist feminist Anastasiia Emelianova, üniversitede okuyan erkek arkadaşı Nazir A. tarafından Erzurum’da öldürüldü. Anastasiia, savaş karşıtı bir aktivist feminist olduğundan, ülkesi Rusya’da Putin rejiminin hedefi olmuş ve tutuklanmamak için Türkiye’ye gelmişti. Çalışmalarını burada sürdüren Anastsiia, tutuklanmaktan kurtuldu ama Türkiye’de öldü, öldürüldü.
Olay başından itibaren bir kadın cinayetiydi. Fakat ne oldu? Arkadaşlarının çabasıyla kamuoyuna duyurulan cinayet değil, failin milliyeti tartışıldı. Sığınmacı düşmanı ve ırkçı bir yaygara kopuverdi.
Bu yaygarayı koparan topluluk, durdurulamadı. Uyruğu, milliyeti ne olursa olsun erkeklerin kadın cinayeti işlediğine vurgu yapan -ben dâhil- birçok kadın ve kurumun sosyal medya hesapları hedef alındı, küfür, linç, tehdit dalgası başladı. Onların gürültüsünden, Anastasiia’nın uğradığı kadın cinayeti yeterince konuşulamadı bile. Çünkü yine çok az kişiydik, farklı nedenlerle suskun kalanlar ise çoktu.
*Devam ediyoruz: Kaos GL’nin, kuruluş yıldönümünde yayınladığı ve nefret saldırılarına karşı toplumsal barışı vurguladığı kamu spotu da aynı akıbeti yaşadı. Kaos GL bir açıklama yaparak Marmaray’da çekilen film için TCDD tarafından suç duyurusu yapıldığını, filmi çeken şirketin ve oyuncuların ölümle tehdit edildiğini, bu nedenle filmi yayından kaldırdıklarını bildirdi.
Yani ne oldu; saldırıya uğrayan her kesim yalnız bırakıldı ve bir değil, iki değil, tam dört kez daha yenildik geçen hafta.
*Gözlerden kaçan mide bulandırıcı bir haber de İstanbul’dan geldi. Avcılar’da, mahalle sakinlerinin beslediği bir köpek ve bir kedi, bıçaklanarak öldürülmüştü. Tepki gösterildi mi bu vahşi rezilliğe? Hayır. Etti mi size beş!
*İntiharlar ise yine eksik olmadı.
*Tabii herkes, hep beraber Dilan Polat, Sıla Doğu, Muhammed Yakut gibi, kim oldukları, ne dedikleri, neden dedikleri tartışmaya açık kişilerin ve arkalarındaki odakların “renkli” savaşını izlemeyi tercih etti.
Bölüne Parçalana Yönetiliyoruz
“Muhalefet” denen heterojen insanlar topluluğu için de çok şey söylenebilir. Genel hatlarıyla özetlersek;
*AİHM kararları için mücadele edenler ya da düşünce, ifade, din, vicdan özgürlüğü diyenlerin çoğu, çarşaflı veya türbanlı kadınların başlarını açmak için uluorta yapılan tacizlerle ilgilenmiyor.
*Sadece film festivallerindeki sansürü kınayanlar, LGBTİ+ların haklarını bırakın, varoluşlarına dahi saygı duymuyor.
*Ezberini “kadın çiçektir”le sınırlayarak kadın cinayetlerine tavır alanlar, kadın erkek tüm sığınmacılara rahatlıkla kin kusup “işgalci, sığıntı, Arap pislikler” diyebiliyor.
*Sığınmacılar ise bu furyadan dolayı gitgide ülkede yaşayan herkese bileniyor ve hepsinden nefret eder hâle geliyor.
*Büyük büyük reel siyaset yapanlar, sokak hayvanları, özellikle de köpekler söz konusu olunca, onlara yaşatılan vahşeti görmezden gelebiliyor.
*“İlericiyim, Atatürk’çüyüm” diye övünenler, aslında laiklik ve iktidar karşıtlığı dışında hiçbir konuda ilerici düşünmüyor.
*Cezaevindekilerin sesini ise küçük bir azınlık dışında hemen hemen kimse duymuyor.
*Önemlisi, tamamını sayamadığım her kesim öyle benmerkezci ve öyle kendinden memnun ki, bir diğerine hakaret etmekten hiç mi hiç rahatsız olmuyor.
*Bu “muhalif” kesimler, kendini geliştirmek, değiştirmek yerine, bir diğerinden nefret etmeyi seçiyor ve bunu savunuyor.
*Tabii öte yandan, sahte kahramanlar sosyal medyada uçuşmaya ve ahkâm kesmeye devam ediyor. Büyük laflar eden küçük insanların, ilk zorlukta sineceklerini, biz çok iyi bilsek de geniş kitleler görmüyor.
Hani ne demiştik başta; bölündük, paramparça olduk ve bölüne parçalana yönetiliyoruz, farkında mısınız?
Altta Kalanın Canı Çıksın
İktidar ve muhalefet partilerini destekleyen farklı toplumsal kesimlerin arasında yaşanan nefret, kin ve kutuplaşma sarmalında, artık toplum ve halk diye yekpare bir bütünden söz etmek imkânsız. Kullansak da bu terimi, lafın gelişi söylüyoruz aslında.
Peki, bu tabloda en çok zarar görenler ve piramidin en altında kalanlar kim biliyor musunuz? Her gün onlara saydırsanız, sövseniz, tehdit belleseniz de söyleyeceğiz: Sığınmacılar, sokak köpekleri ve LGBTİ+lar. Bugünlerde onlara sövmek, onları dövmek, o kadar serbest ve takdire şayan bir iş hâline geldi ki neredeyse herkes can atıyor, altta kalana bir tekme de ben atayım diye.
Sonra çocuklar, sonra kadınlar, tabii Kürtler, Aleviler, Ermeniler, gayrimüslimler, türlü türlü azınlık halklar ve dışlanan kesimler, bu nefret ikliminde yaralanmaya devam ediyor.
Uyuşturucunun, fuhuşun, dolandırıcılığın, bahislerin ve mafya bozuntularının damarlarına kadar işlediği umutsuz ülkede; Ali Yerlikaya’nın yaptığı temizlik operasyonları, az biraz yüz güldürse de tabloyu değiştirmeye yetmiyor. Ya da cunta anayasası dahi uygulanmazken, yeni bir sivil anayasanın tartışmaya açılması, her şeye tuz biber ekiyor.
Bölünüyor, parçalanıyor, kanıksıyor ve çürüyoruz.
“Önce Siz Değişin”
Herkesi olduğu gibi, hataları, artılarıyla kabul etmeye, kendine benzemeyenin haklarını, yaşam ve nefes alanını tanımaya tahammülü olmayan parçalanmış ve kutuplaşmış toplum, her gün önüne atılacak yemleri bekliyor sabırsızlıkla, linçlemek, saldırmak, yok etmek için. Hedefleri bir gün Yılmaz Güney oluyor, ertesi gün sığınmacılar ya da LGBTİ+lar.
Siz bu satırları okuyanlar, tam da siz bu nefret çemberinden, benmerkezcilikten, kibirden, size benzemeyenleri hakir görmekten, türcülükten, ırkçılıktan, cinsiyetçilikten vazgeçmedikçe, hatta bu sıfatlarınız ve pratiklerinizle gurur duydukça, yani siz değişmedikçe hiç beklemeyin boşuna bu ülkede bir şeylerin değişmesini.
Elbette, “demirden korkan trene binmez” diyerek nefretin her türüne direnenler de hep olacak bu topraklarda. Bakın siz; baskıyla, zorla, tehditle ırkçı, cinsiyetçi, türcü olunabildiğini gördünüz mü hiç? Ben görmedim. İşte bu yüzden hep olacaklar. Ezilenleri savunmaya, her türe, ırk, cinsiyet ve inanca eşit davranmaya, hepsinin haklarını savunmaya da devam edecekler.
Ama geniş kitleler, her süreçte tapacak sahte tanrılar ve savaşacak hayali düşmanlar bulmakta ısrarcı davrandıkça, amiyane tabirle tekrarlayalım: Bu ülkeden “bi’ cacık” olmayacak.
Hadi şimdi herkes, her günkü gibi bir başkasını linçleyerek kendini temize çeksin. Birilerini daha iyi, daha üstün ve daha kudretli görmeye, tapmaya devam etsin. Sömürenlere değil, kendi gibi ezilenlere saldırsın ya da kredi kartıyla borçlanarak almak istediği iPhone 15 için geceden sıraya girsin.
Şimdi yavaşça ve bölünerek dağılabiliriz.
—–
Kapak Görseli: Pawel Grzegorz (Pixabay)