Bir kazı sahası olarak Facebook, büyük veri ve gözetim toplumu
Arkeoloji, Pynchon romanları, Kanal İstanbul, otonom arabalar, Vertov sineması, bitcoin: Jussi Parikka için hepsi birbiriyle bağlantılı
22.01.2018
Arkeoloji denince aklınıza Çatalhöyük, antik kentler, mozaikler, heykeller, tapınaklar ya da dinozor kalıntıları mı geliyor? Medya arkeologlarının kazı sahası bundan çok daha fütüristik. Nikola Tesla ve Michel Foucault’nun kafa kafaya verip, Anonymous hacker ekibini toplayıp üstüne de Elon Musk ile Thomas Pynchon’ı yanlarına danışman olarak aldıklarını düşünün. Ardından da Facebook, Twitter, büyük veri, bitcoinlar, otonom arabalar, elektrik şebekesi, hatta ve hattâ Kanal İstanbul gibi doğanın devâsâ şekilde manipüle edilmesi sûretiyle tasarlanan ulaşım – bir başka deyişle iletişim – projelerini analiz etmek için kolları sıvadıklarını. Şimdi konumuza biraz yaklaştık sayılırız.
Koç Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlanan Medya Arkeolojisi Nedir? kitabının yazarı, akademisyen Jussi Parikka için geçmiş, dijital çağın en güncel toplumsal sorularını anlayabilmek için bir araç. Arkeoloji dendiğinde amaç medya tarihini anlatmaktan ziyade, bir nevî medyanın teknik altyapısını kurcalayarak insanın üzerindeki etkilerini ortaya çıkarmak. Devletler yurttaşları nasıl kontrol ediyor? Medya, kontrolün ötesinde bir manipülasyon aracı mı? Sürekli bağlantıda olmak insanları ne şekilde değiştiriyor? Belki de en önemlisi: Mühendislik ve mimarlıkla maddenin şekillendirilmesine dayalı materyalist bir teknoloji kültürünün ideolojik yansımaları neler? İnsan bilincinin şekillendirilmesi mi?
Ülkemizde daha hâlâ basın özgürlüğü, sansür ve vasıfsız habercilik sorunlarından kurtulamadığımızdan olacak, medyanın büyük resmini oturup tartışmaktan, o bir türlü ulaşamadığımız “muasır medeniyet” seviyesine olduğumuz kadar uzağız. Britanya’da Southampton Üniversitesi’nde eğitim veren Parikka’nın katkısıyla Bilkent Üniversitesi’nde açılan ilk medya arkeolojisi laboratuvarı belki buna ön ayak olabilir. Parikka, somut örneklerle gözetim toplumu, kontrol ve bilinç manipülasyonu sorunsalları arasında ağların, verilerle fişlemenin, algoritmaların insan üzerindeki etkilerini anlattı. Amazon’dan bir eksiğimiz kalmasın, bir “fişleme” de biz yapalım: Bilgisayar kurtları, Mr. Robot hayranları, bilişim kültürü ve bilimkurgu tutkunları, bu söyleşi tam da sizin için!
ÖÖ: Herkes yeni medya, büyük veri, dijital veya enformasyon çağından söz ederken, siz medyanın günümüzde insanlar üzerindeki etkisini anlamak için geçmişe bakmayı öneriyorsunuz. Neden sizce böyle bir yaklaşım yerinde ve gerekli?
JP: Medya arkeolojisi, “yeni” ve “eski” gibi basit bir ikili şema üzerinden düşünmeyi reddediyor. “Yeni medya” terimine baktığımız ve ne olduğunu düşündüğümüz zaman mesela, eğer bunu bilgisayarlar ve dijital kültür olarak görürsek iş biraz alengirleşiyor: Zira bilgisayarlar günümüzde bir hayli eski sayılır. Bilgisayarın ne olduğuna dair sınırlı bir tanım yapsak bile, bilgisayarlar 1940’larda ve 1950’lerde kullanılmaya başlandı, yani 70 yıllık bir geçmişe dayanıyor. Beri yandan, 100-200 yıl geriye giden, Kraliçe Viktorya dönemlerinden Leibniz’e ve pek çok geçmiş icada uzanan bir bilgisayar tarihçesi de var. Dolayısıyla, her ne kadar modern şekliyle hayatımıza son 60-70 yıl önce girse de bilgisayar kültürü fikri bile son derece eski.
O zaman büyük veri ve veri kültürü gibi şeylerin yeni olduğunu söyleyebilirsiniz. Aslında birçok açıdan öyleler, özellikle de yaşamakta olduğumuz ağ ortamıyla alakalı olarak. Ama aynı zamanda, bilgisayarlardan çok daha eski bir geçmişe dayanan veri kültürü tabakaları ya da katmanları benim çok ilgimi çekiyor. Başka bir deyişle, mesela kütüphane ya da arşivleri düşünün. Bunlar birçok açıdan öncü veri kurumlarıydı. 19. yüzyıl civarlarında ortaya çıktığını söyleyebileceğimiz veriyle ilgili sosyal pratikler mesela, nüfus sayımı, nüfus, kontrol ya da teorisyenlerin biyopolitika adını verdikleri şeyler.
Bu kontrol amaçlı veri kültürlerinin ilk sürümleri veri ile ilgili çok sayıda kilit soruları sormamızı sağlıyor: Gözetim, kontrol ve de hem Facebook gibi eğlence platformlarına bağlı olarak hem de, daha geniş bir açıdan, hükümetlerin 100-150 yıldır veri toplayarak aldığı önlemlerin kaynaklarına bakıldığı zaman ortaya çıkan yumuşak manipülasyon gibi.
Yani bir bakıma benzer kalıplar arıyorsunuz?
Bu bir yandan kalıplarla ilgili bir yandan da amaç burnumuzun önünde durmayan ama yine de önemli olan şeyleri görmeye çalışıp tümünü bir bağlam içinde düşünmek. Verilerle yönetmek, örneğin yapay zekâ gibi şeyler bile, haritalandırma ve veri noktaları üzerinden kalıplar oluşturulmasını gerektiriyor. Veriyi bu şekilde düşünmek de aslında büyük veri kültüründen çok daha eski bir geçmişe dayanıyor.
Dolayısıyla yenilikleri görmezden gelmiyoruz ama “yeni olan sadece şimdi var” fikri ile de mücadele ediyoruz. Eski teknolojiler de bir zamanlar yeniydi. Adı yeterince bilinmeyen, özellikle 1980’li yıllarda çalışmalar yapan ve Eski Teknolojiler Yeni Olduğu Zaman (When Old Technologies Were New) adında bir kitap yazan tarihçi Carol Marvin’in bir sloganı vardır – Marvin “medya arkeolojisi” terimini kullanmadı ancak bu aynı zamanda da medya arkeolojisi için de harika bir slogan olarak görülebilir – “eski olan bir zamanlar daima yeniydi”. Bu da bir anlamda medya kültürüyle ilgili farklı bir bakış açısı getiriyor. Ama odaklandığımız sorular ise, gözetim olsun veya ağ politikaları, veri yönetişimi ve teknolojik aktivizm olsun, bizi hep ilgilendiren sorular.
Geçmişte de gözetim vardı ama geçmişle kıyasladığımızda günümüzde her gün bize gelen bilginin miktarı ve iletişimimizin hızı ile yoğunluğu çok daha fazla. Ha keza gözetimin etkililiği. O hâlde bu hacmin çok daha kısıtlı olduğu, medyanın “Taş Devri’ine” ya da “Çatalhöyük’üne” dönmek bize ne anlatabilir?
Veri tabanı bazlı kontrolün günümüzde olduğu gibi eşzamanlı olarak yapılabilme imkânı asla görülmemiş bir şey. Doğu Almanya’da yurttaşların yaptığı her şeyi gözlemleyen istihbarat sevisi Stasi’ye atıfla “sosyal medya Stasi 2.0” devrinde yaşadığımıza dair esprilerde de aslında bir hayli gerçek payı var. Ama elbette, otomasyon aracılığıyla işleyen bundan çok daha etkili bir kontrol toplumunda yaşıyoruz. Bence burada ilginç olan hızın, eşzamanlılığın ve iletişim mekanizmalarının potansiyellerinin ne anlama geldiğine bir bakmak. Bir yandan, pek çok şey otomatik olarak yapılıyor ve bu otomasyonun iletişim kalıpları için ne anlama geldiğine dair söylenecek çok şey olduğunu düşünüyorum – yani iletişim sadece insanlar arası iletişim demek değil. Bu da günlük iletişimizin bir parçası, o kadar ki bırakın birbirimizle iletişime geçtiğimiz platformlarda neler olduğunu bilmeyi, bilgisayarımızın nasıl çalıştığına dair bile tam bir fikrimiz yok. Verilerimizin nereye sızdığını ve bu verilerin kimler tarafından tutulduğunu bilmiyoruz. Buna dair bir bilgimiz yok çünkü kullanışlılık adına her şey bizim adımıza otomatik olarak yapılıyor. Medya arkeologları da genellikle ayıklamaya başlamanın yerinin tam da burası olduğu konusunda ısrar eder, yani tarihsel olarak medyanın ne anlama geldiğini araştırmaktan çok, bizi ne şekilde etkilediğini anlayabilmek için bir teknoloji kültürünü nasıl inceleyebileceğine bakar.
Dolayısıyla medya kültürünün Taş Devri’ni, daha doğrusu medya arkeolojilerini ele almak, kullanışlılık görüntüsünün ötesine bakıp çoğu zaman biliminsanları ve mühendislere bırakılan mekanizmaları incelemek anlamına geliyor. Zaten biliminsanlarının çoğu, sosyal bilim alanında çalışanların, aktivistlerin ve sanatçıların da sosyal etkileşimleri yöneten teknik sistemlerin en azından farkında olmaları gerektiğini söyleyecektir, çünkü kontrolün uygulandığı yer burasıdır. Yani bu anlamda güç ile ilgili sorulara gebedir, değil mi? Konumuz sadece tarih değil, ama tüm bunların nasıl işlediğini incelemek.
İletişim teorisini yorumlamak için Pierre Bourdieu’nün sosyolojisini temel alan Fransız akımlarından biri de aynı sonuca varıyor: İletişimin bir güç ilişkisi olduğunu savunuyorlar. Benzer şekilde, geçmişe dönmek de insanların, devletin, vs. davranışlarını mı aydınlatıyor?
Sosyoloji, ya da en azından klasik sosyoloji, teknolojinin ne anlama geldiği konusunda yetersiz kaldı. Bu yüzden de medya teorisine ihtiyaç duyuluyor. Medya arkeolojisinin öncülerine baktığımızda, kurucuları olarak gösterilenler mesela, Marshall McLuhan’ı ya da medyadaki önyargılar üzerinden imparatorlukları inceleyen diğer Kanadalı önemli medya teorisyeni Harold Innis’i bir düşünelim: Medya nasıl uygarlık imparatorluklarının organizasyonunda kullanılıyor, bu imparatorluklar depolama ve aktarım medyalarını nasıl kullanıyorlar ve bunlar emperyal doğalarına nasıl yansıyor gibi sorular soruyorlar. Özellikle de zamanın ve coğrafî mesafelerin kontrolü açısından. Mesela Osmanlı İmparatorluğu’nun Harold Innis’in araştırmalarına benzer bir analizini yapabilir ya da farklı oluşumları medya analizi üzerinden inceleyebilirsiniz.
Her ne kadar daha çok son 150 yılın medya teknolojilerine odaklanıyor olsak da, medya arkeolojisinin temelinde medyanın teknoloji olarak algılanan doğasının araştırılması yatıyor. Biraz da bu yüzden akademik tartışmalarda bunun medyaya “hacktivist” bir tutum olduğu fikri beni bazen cezbediyor – yani sadece bir medya kullanıcısı olmakla yetinmeyen, insanların medyayla ne yaptığını görmekle tatmin olmayan ve nasıl çalıştığını görmek için medyayı açıp içine bakmaya çalışan bir tutum. Kaportanın altında sürekli kurcalayan…
Bu yüzden de kitabınızı okurken sızıntılar örneği aklıma geldi: Çünkü bu medyayı bilgilendirme amaçlı kullanmaktan çok daha öte bir şey. Burada da hem hacktivizm var hem devlet ve hükümetle bir güç ilişkisi söz konusu hem de gözetime karşı bir başkaldırı var. Snowden, Paradise Papers sızıntıları ya da WikiLeaks gibi somut örnekleri medya arkeolojisi bakış açısıyla nasıl analiz edersiniz?
Yaşadığımız tuhaf dönemde dikkatimi çeken, Snowden, Anonymous, WikiLeaks ve çeşitli ülkelerde çok sayıda ulusal bağlamın çağı olarak adlandırabileceğimiz…
Türkiye’de RedHack…
Kesinlikle. Ağ politikaları için bariz nedenlerle son derece ilginç olmaları bir yana, hepsi Soğuk Savaş’tan kalma bir gözetim, bilgi ve kontrol kültürünün devamı olarak görülebilir. Burada söz konusu olan ajansların çoğu yeni değil. Mesela Snowden sızıntılarına baktığımızda, Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) geçmişi soğuk savaş dönemine kadar uzanıyor, hattâ Friedrich Kittler gibi medya teorisyenleri bunun hakkında yazılar bile yazdı. Geçmişte ya da hâlâ aktif olan ağ ve mekanizmaların çoğu, soğuk savaştan kalma ağlar. Bir zamanlar, ABD, Britanya ve Avustralya gibi müttefiklerin istihbarat servisleri, bilgi ağlarıyla konuşmalarımızı dinleyip aralarında bilgi paylaşıyordu. Dolayısıyla bu bir bakıma on yıllar öncesinde ortaya çıkan çok sayıda kurumsal gelişmenin bir devamı.
Ben de bu merak uyandırıcı ve tuhaf Soğuk Savaş dönemi casusluk tarihini müthiş ilgi çekici buluyorum, tıpkı Kittler’in de bu tarz geek konulara tutkulu olması gibi. O da televizyon kullanıcıları hakkında normal medya araştırmaları kitapları okumaktansa Thoman Pynchon’ın soğuk savaş üzerine romanlarını okumayı tercih ederdi ve bunun günümüzün teknolojilerini anlamanın en iyi yollarından biri olduğunu düşünürdü. Bu yüzden çok sayıda hacker Kittler’ı hep sevmiştir. Gözetim, hackleme, ağlar ve bir sürü şeyin soğuk savaşa dayandığını söylemiştir hep.
Yani mücadelenin tohumları geçmişte mi atılmıştı?
Evet, kesinlikle. Hem mücadele, yani siyasi yurttaş aktivizmi, hem de ağların ve omurgasını oluşturan ve bize miras kalan altyapılar tamamıyla birer Soğuk Savaş ürünü. Tabii, bu tespiti belirli platformların tarihçelerini inceleyerek genişletmek de mümkün. Fred Turner gibi bazı tarihçilerin analiz etmiş oldukları gibi bu platformlar aynı zamanda kökeni Kaliforniya’da olan libertaryan modelin de bir parçası. Turner, Facebook’un – Turner’dan alıntı yapıyorum – “tek ihtiyaç duyduğunuz arkadaşlarınız”, “bugüne kadar arkadaşlarınızla hiç bu kadar etkili bir şekilde haberleşmediniz”, “kolektifin gücü” vs. gibi ütopik sloganlar hâline gelen sürekli bağlantıda olma mantrasının aslında Kaliforniya’daki hippi ruhundan çıktığını ve ne denli sıradan olduğunu gösterdi. Facebook tarzı sloganlar bir bakıma 60’lı, 70’li yıllardaki bu hippivâri ruhun yeniden üretimi. Bu ideolojiler ve hayal dünyalarından hâlâ varlığını sürdüren pek çok şey var.
Hacklemenin siyasî aktivizm için ne anlama geldiğinin hikâyesi elbette çok daha uzun. İngilizce yayımlanan “Dijital Salgınlar” adlı kitabımda bilgisayar virüsünün tarihini anlatmıştım. Bu kapsamda, 60’lı yıllardan beri süren, hackleme ve ağların – hackleme dendiğinde yalnızca insanlar tarafından yapılan değil, virüs programları gibi yarı-otonom programlarla hacklemeleri de kast ediyorum – etkisinin ne olduğu ve kontrole dayalı kamusal alan algımız için ne ifade ettiğine dair çok sayıda tartışmayla karşılaştım. Ve tekrar insan olmayan otonom araçlar ile otomasyon konularına ve görünürde üzerlerinde kontrol sahibi olduğumuz birçok şeyin aslında çoğunlukla kontrolümüzün dışında olmasının ne anlama geldiği sorusuna geri dönüyoruz.
Türkiye’de, anlattığınız medya arkeolojisi metoduna benzer bir yaklaşım izleyen en önemli sosyal bilimcilerden biri benim yorumumla Ulus Baker’di. Baker sinema ve fotoğraf tarihinden, özellikle de Vertov’un konseptlerinden yola çıkarak toplumda imajların yaygınlaşmasının içerikle olan ilişkimizi değiştirdiğini ve kanaat toplumundan duygu toplumuna bir geçiş yaşandığını anlatıyordu. Benzer şekilde, siz de medya teknolojilerinin gelişiminin insan bilincini değiştirdiğini düşünüyor musunuz?
Düşünceleri buna yakın olabilir çünkü sinema tarihinin duyuların yönetişimi ile ilişkisinin de farkındaydı. Vertov iyi bir örnek, genel olarak 20. yüzyıl başlangıcı sinema teorileri duyuların doğasını, yani yaşadığımız bilişsel ve duygusal gerçekliği anlamak için çok önemli olan çok sayıda unsur barındırıyor. Vertov gibi teorisyenler ve yönetmenler sinemayı doğrudan bilinçaltına hitap eden yeni bir medya teknolojisi gibi görmek istiyorlardı. Psikanaliz ile sinemanın birbirlerine olan ilgisi de bu yüzden. Psikofizik alanında çalışmalar da ha keza öyle, yani hareketli imajın bilinçaltınız için nasıl bir etkisi olduğuna dair laboratuvarlarda yapılan çalışmalar. Vertov hem siyasî olarak ilginç bir örnek, çünkü o dönemde Sovyetler Birliği’nde sinemanın seferber edilişi ile ilgili çok şey yaşandı, ama hem de estetik olarak da çok ilginç şeyler yaptı: Peki, bu estetik şekil ve o dönemlerde çok güçlü göründüğünden sinemanın transa geçirdiği, hayal benzeri olduğu ve bilinçaltınıza etki ettiği tartışmalarına yol açan bu sanat türü ile nasıl baş ederseniz? Bu açıdan bakıldığında, cevabım kesinlikle evet.
Medya arkeolojisi açısından bunun şöyle bir anlamı da var: Medyayı bir eğlence şekli olarak görmenize yol açan şeyleri bir kenara bırakın, ya medya duyularınızın manipülasyonundan başka bir şey değilse? Ya medyanın asıl mirası hipnoz, trans ve sübliminal etkilerle, yani sizi bir otomata dönüştüren şeylerle ilgiliyse? Bir çeşit yarı uyanık, yarı uykuda otomata? Tüm bu sorular psikanaliz ve sinema nedeniyle 100 yıl öncesinin son derece ciddi kilit sorularından bazıları. Neden 100 yıl önce sinemanın buluşuyla ortaya çıkan durum bizim için, tıpkı onlar için olduğu gibi çok önemli? Onlar için çok büyük bir siyasi estetik konusuydu? Ya bizim için de öyleyse? Hangi sorular bizim açımızdan benzer bir önem taşıyor? Veriler olabilir, sosyal platformlar, veya sinema sonrası estetiğin genişletilmiş etkisi olabilir. Ya da belki bu etki, verilerin çok büyük bir rol oynadığı çeşitli mültimedya biçimler aracılığıyla gerçekleşiyordur.
Geçtiğimiz yıllarda ABD seçimlerinde ya da alınan çeşitli önleyici tedbirlerde verilerin rolünü ele alırsak – burada sadece polis tarafından yapılan gözetimden bahsetmiyorum, ama etkileşimler aracılığımızla ortaya çıkan yumuşak manipülasyon ve fişlemeyi kast ediyorum. Mesela gerçekten masum ve sıradan bir fişleme şeklini düşünün: Amazon. “Bu kitabı satın aldığınız için şu kitabı da beğeneceğinizi düşündük…” Bu, bazı medya teorisyenlerin çağımız medyasının doğası ile ilgili “öne doğru adım” diye tanımladıkları bir durum: Sizin ne yapmak isteyeceğinizi ya da en azından isteyebileceğinizi daima sizden daha önce bilen bir medya söz konusu. Bu tuhaf bir şekilde fütürist bir şey. Ya zamanında sinema ve psikanalizin de yapmak istedikleri şey tam da buysa?
Bu büyük veri çağında, konu sadece “bilinçaltınızın ne istediğinizi bilmiyorsunuz” değil, asıl soru “yarın ne isteyeceğinizi bilmiyorsunuz ama biz size söyleyeceğiz”. Burada en önemli olan şey veri temelli politikaların geleceğe dönük özelliği: Fişlediğiniz için daima bir adım öndesiniz, zira verilerden oluşan kimliğiniz sadece şimdi değil, geleceğe doğru da sızıyor. İşte yine kalıplara döndük. Veri ve ağların tuhaf zamansallıkları…
Ve yine medya arkeolojisinde geleceği anlamak için geçmişi analiz etme ihtiyacının doğurduğu ironi ile karşı karşıyayız…
Medya arkeolojisi kulağa akademik gibi gelebilir ama her gün popüler kültürde karşılaştığımız pek çok şeyde buna rastlarsınız. Mesela “retro-vintage nostalji” akımı. Hattâ, daha da önemlisi, medya arkeolojisi, tıpkı hacker-aktivistler gibi gücün nasıl işlediğini tarihsel ve teknik olarak anlayabilmeye çalışıyor. Bu açıdan bakıldığında, bu teknolojilerle ilgili sadece tüketici olmakla yetinmeyen, büyük ölçüde pratiğe dayalı bir tutum. Ama benim açımdan, medya arkeolojisi öncelikle kültürle ve akademinin dayandığı eleştirel teorik çalışmalarla ilgili ve onu değerli kılan da bu. Bunun bir unsuru da zaman – zamanla ilgili elimizdeki modeller.
Dolayısıyla medya arkeolojisi, medya tarihinden ibaret değil. Amaç dünyanın bir parçası olan tuhaf zamansal manipülasyonları analiz etmek. Vücuda hipnoz uygulamayı düşünün, bir yandan da veri izlerinin hayatlarını ve bir birey olarak sizden önce var olan kalıpları düşünün. Fransız filozof Gilles Deleuze kontrol toplumlarına dair yazılarında nasıl bir birey olarak bütün olmadığımızdan (individual) ve parçalanmış olarak (dividual) yaşadığımızdan bahsederdi. Ve bunun iyi bir örneği de gölgemiz olan veri yaşantısı ya da reklamcılar ve gözetim aygıtları tarafından sürekli hedef alınan veri kalıpları.
Medya arkeolojisi laboratuvarları da bu söylediklerinizi mi araştırıyor? İngiltere’de Southampton Üniversitesi’nde bir laboratuvar yönetiyorsunuz ve Bilkent Üniversitesi’nde kurulan Türkiye’nin ilk medya arkeolojisi laboratuvarına da katkıda bulundunuz. Bu laboratuvarlar neye benziyor? Bu konular hakkında nasıl çalışıyorsunuz?
Laboratuvarlar iki meslektaşım, Lori Emerson ve Darren Wershler ile hazırlamakta olduğum bir kitabın da konusu aynı zamanda. Bir yandan da bu laboratuvarlar medya araştırmalarının ve daha genel olarak sosyal bilimlerde üzerinde çalıştığımız konuların artık kütüphanelere giderek ya da seminerlerde oturarak tartışılamayacağını gösteriyor. Laboratuvar deyince kulağa fen bilimlerinin bir ayrıcalığıymış gibi geliyor ama laboratuvarlar sosyal bilimlere de girdi ve buralarda çok şey yapılıyor.
Peki, medya arkeolojisi laboratuvarları nedir diye soracak olursanız… Sıra sıra dizili eski teknolojiler koleksiyonları mı? Terk edilen hurdalar mı? Bilkent ve benzer laboratuvarlar daha ziyade araştırma ve eğitim için kaynakların toplandığı, teyplerle, radyolarla, eski bilgisayarlarla ya da çeşitli medyalarla pratik bir ilişkiye girebileceğiniz bir yer. Bunlar kayda alma teknolojileri olabilir, kablolar görebilirsiniz, bazı rastgele parçalar, VHS kasetler, video kayıt cihazları yani hem son derece yeni olan ama buna rağmen artık neredeyse kullanılmayan teknolojilerle haşır neşir olabilirsiniz. Laboratuvarlar ne arşiv ne de müze değiller, insanları teknolojileri açıp içlerine bakmaya teşvik eden yerlerdir – mesela demo testler yaparak, ya da pratiğe dayalı atölyeler ve deneylerle, daha ziyade tasarım derslerinde öğrenebileceğiniz şeylerin yapıldığı bir mekandır.
Laboratuvarlar size farklı şeyler öğretir. Bir sosyal bilimler eğiticisi veya bir öğrenci, bir bakıma sosyal bilimlerin sınırı genişletilerek kodlama ya da hacklemeyi öğrenebilir. Burada bir dizi farklı metodolojik fikirler ve teknolojiyle farklı bir ilişki ortaya çıkar. Sanat stüdyolarının bazen laboratuvar olarak tasarlanmaları da ilgimi çekiyor, bu stüdyoya giren altyapılar ve stüdyoyu mühendisliğin yapıldığı bir yere dönüştüren şeyler mesela.
Siz de medya analizinin sınırlarını “Medya Jeolojisi” diye adlandırdığınız son kitabınızla daha da genişlettiniz. Kitabın büyük bölümünü İstanbul’da yazdığınızı ve kaleme alırken Kanal İstanbul gibi “çılgın projelerden” esinlendiğinizi anlatıyorsunuz. Sizce siyaset, ekonomi, ekoloji ve medya kültürü nasıl birbirleriyle içiçe?
Medya Jeolojisi’nin şöyle bir şiarı var: “Medya tarihi yüzlerce hattâ binlerce yıl değil, milyonlarca yıllık bir geçmişe dayanıyor”. Bunun nedeni de mineraller, enerji kaynakları, fosil yakıtlar, yani teknolojinin çalışmasını sağlayan tüm maddeler. Bilgisayarlar ve bütün elektronik cihazlar nadir mineraller ve diğer kaynaklarla dolu. Bilgisayar işlemlerinin büyük kısmı hâlâ fosil yakıtlarla çalışıyor. Mesela son zamanlardaki en büyük tartışmalardan biri blok zincirleri ve bitcoinların, büyük bölümü fosil yakıt olmak üzere, ne kadar çok yakıt tükettiği. Paranın geleceği ütopyasından yola çıkıp kendimizi bir anlamda gezegen ölçeğinde bir çevre felaketinde bulabiliyoruz.
Medya jeolojisi de medyanın çevre ve materyal bağlamını araştırıyor. Peki, burada siyaset nerede diye soracak olursanız… Siyaset bu tabloya, ideolojinin günümüzde yalnızca zihinler düzeyinde değil, mimarî yapılar, altyapılar ve hatta jeomühendislik düzeyinde de bulunduğunu anladığımızda giriyor. Bildiğimiz gibi Kanal İstanbul ve diğer çok sayıda proje birçok açıdan ideolojik projeler olarak tanımlanabilir ama projelerin materyal doğasını da inkâr edemeyiz. Bu yüzden, dünyayı bu devâsaâ ölçekte şekillendirmemizle, dünyayı ideolojik olarak manipüle etmemizin iki farklı şey olmadığını ve bunun bir bütün olduğunu fark etme ihtiyacı doğuyor. Bu bütün de genellikle “yeni materyalizm” olarak adlandırılıyor. Bu da materyal feminizm, Gilles Deleuze’ün çalışmaları ve aynı zamanda teknoloji araştırmalarından ortaya çıkan bazı fikirlere dayanan bir teorik akım.
O zaman doğayı manipüle etme çabasının ölçeğinin, aynı güç yapısının insanları manipüle etme kapasitesini de gösterdiğini düşünüyor musunuz?
En azından iddiasını… Doğayı yönetme tavrı tarihsel olarak modern çağdaki çalışma düzeninin ve insanların yönetimi ile paralellik taşıyor. Modern yönetişim projeleri ise her ikisini birleştiriyor. Ama ne doğa ne de insan genellikle amaçlandığı gibi yönetilmiyor. İkisi de ters tepiyor…
Burada her ikisini birleştiren anahtar kelime “altyapı”. Genellikle siyasi olmadığını düşündüğümüz ve arka planda olup da umursama ihtiyacı dahi hissetmediğimiz şeyler, elektrik vs. gibi, birden siyasetimizin merkezine yerleşiyor. Gerek burada olduğu gibi ulusal politikaların olsun, enerji, kanal, ulaşım ve diğer türde projeler olarak ortaya çıkan, gerek uluslararası politikaların. Çin ve devâsaâ yeni İpek Yolu projesini düşünün, Çin’i Avrupa’ya karadan ve denizden daha etkili bir şekilde bağlamayı amaçlayan demiryolu/diğer ulaşım planlarını… İşte o zaman siyasetin nasıl gezegen ölçeğinde işlediğinin farkına varıyorsunuz. Bizim de kavramlarımızın bu ölçekle başa çıkabiliyor olmalarını sağlamamız gerekiyor.
Yani, bu manipülasyondan kurtulabilmemiz için bunun sadece ideolojik değil, altyapı ağından da kaçabilmemiz için aynı zamanda materyal da olması gerektiği sonucuna mı varmalıyız?
Bence benim gibi bir tarihçi olarak sosyal bilimler eleştirisi yapan ve güç sorusunu araştıran herkesin mühendis ve biliminsanı gibi iyi ortaklara ihtiyaçları var, çünkü onlar farklı ölçeklerde bizden daha iyi düşünebiliyorlar. Sosyal bilimlerin kilit soruları hep insan ölçeğinde olmuştur. “Ben ve ideolojim”, “ben ve bilincim” üzerine düşünüp sosyal ilişkilerimizi araştırıyoruz. Ama belki insanın ötesindeki ölçeklerde de düşünebilmemiz gerekiyor. İşte bu noktada mühendislerin bakış açısının yardımı dokunabilir. Şehir ölçeğinde ideolojiyi nasıl düşünürüz? Gezegenin ölçeğinde nasıl düşünürüz? Çünkü altyapı dediğiniz böyle bir şey: İdeoloji demenin başka bir yolu. İdeolojiyi yaşadığımız dünyada gerçeğe dönüştürmenin bir yolu, değil mi?
Son zamanlarda en çok tartışılan bir diğer konu ise Yapay Zekâ. Medyanın evrimini düşündüğümüz zaman, Yapay Zekânın hayatımıza etkisi sizce ne olur?
Yapay Zekâ, yönetişim altyapısının uğrayacağı değişimin biçimlerinden biri. Dolayısıyla bu konu bir yandan Yapay Zekâ’nın bir hayal olarak, yapacağını düşündüğümüz şeyler açısından, beri yandan da operasyonel altyapı olarak bizim adımıza daha fazla ne göreceği, hangi kararları vereceği ve altyapıyı hareketlerimize uygun bir şekilde nasıl kontrol edeceği açısından ilgimi çekiyor. Aynı zamanda Yapay Zekâ her yerde eşzamanlı olarak var olan Terminatör-vâri bir tehdit olarak görülmemeli. Bu sadece bir dizi algoritma – kimi zaman son derece iyi, kimi zaman da çok kötü algoritmalar. Ortaya çıkan hayallere fazla kapılmamamız gerektiği ve etkisini düşünebilmek için yeniden ölçeklendirmemiz gerektiğinin farkında olmamız gerekiyor. Burada asıl konu yine kalıplar.
Hem tasarımcı hem de medya teorisyeni olan Benjamin Bratton, Yapay Zekâ’yı insanın bir taklidi olarak görmeyi bırakmamızı söyler hep. İnsanı taklit edecek her türlü Yapay Zekâ çok da ilginç değildir aslında, çünkü Yapay Zekâ insanın sınırlı kapasitesinden farklı şeyler yapabilmelidir. Dolayısıyla Yapay Zekâyı da insan ölçeğinden farklı bir ölçekte düşünün, mesela şehir ya da daha büyük ölçeklerde. Bir şehir ölçeğinde Yapay Zekâ’yı kullanacak ve işletecek şey nedir? İşte bu yüzden otonom arabalar gibi konular son derece ilginç. Konumuz sizin ya da benim gibi aracı sürebilen ve hissedebilen araba ünitesi değil. Burada asıl ilginç olan, otonom arabaların, her arabanın bir diğeri ile sürekli bağlantıda olduğu şehir ölçeğindeki bir sistem olarak ne anlama geldiği. Bu da bulut işletim sistemleri ve fiziksel mekânlarda yönetişim noktalarının dağıtımı gibi konularla ilişkili. Yani düşünmeye alışkın olduğumuz ölçeğin çok dışında bir şey.